29 Mart 2010 Pazartesi

Fırat Budacı, Haymatlos ve Yüksek Sadakat

haftasonuna kadar yazabileceğimi sanmıştım, sanırsam yanılmışım:)))
"Fırat BUDACI"; Uykusuz Dergisinde yazar ve çizer kendileri...
o yazar ve çizer bende bayıla bayıla okurum...
en sonunda 2009 yıılnda topladı bol bir kısım yazılarını ve bir kitap halinde sundu ahaliye!!!
kendisi benim başucu kitaplarımdan olup, arada bir keyfim kaçtıkça açar, 2-3 yazısını okurum... gülümsemeye başlayınca da tadında bırakarak- ki illa ki tekrar ihtiyacım olacaktır- aynen başucuma oturturum... çoğu zaman kıvrak zekasını, muazzam gözlem yeteneğini, zihninin etrafındaki herşeyi ince bir ironiyle kayda geçişini kıskanırım...
aynı şeyi bende yaşamışımdır ama asla bu gözle bakmamışımdır....
mizah sevenlere, hele ki ince mizah sevenlere, belden aşağı muhabbete gerekmedikçe girmeyen bir adamı; Fırat BUDACI'yı okumalarını öneririm... kitap 2009-Mürekkep Basım Yayın-İstanbul.... ayrıca her hafta "Uykusuz" da yazar... makasla gazete dergilerden kesilen ve saklanan yazılardır benim için...

sistemi bozmak gibi olmaması umuduyla birde mekandan bahsetmek istiyorum İstanbulda ki okuyucuyuya...
"Haymatlos"... İstiklal'de Rumeli Han'da bir mekan burası... kelime anlamı vatansız demek... alternatif ve etnik müzik dinlemek için, aynı zamanda rahat rahat içmek-eğlenmek-dans etmek için...bir de oturup sohbet etmek için...
öncelikle söylemek isterim ki hiçbir gidişimde asla rahatsız edilmedim...lüzumsuz tanışmaya çalışma yılışıklıkları ile uğraşmak zorunda kalmadım....
sigara içilebilen kapalı ve havalandırması çok iyi bir alanı var... sigara içtiğimiz için dışlanmıyoruz ama içmeyenlere de rahatsızlık vermiyoruz...
ayrıca kensinlikle önemli bir ayrıntı; giriş ücretleri ve içecek fiyatları son derece makul, istediğimiz kadar dibine vurabiliyoruz:))))
içeride bir sürü insan var, farklı görüşlerden, farklı ülkelerden...
homofobik olmadıklarını belirten yazılar asmışlar duvarlara...
yani insan her haliyle insan orada ve eğlenmeyi hakediyor...
Göçebe Şarkılar, Luxus, Bandista gibi gruplar mekanda sıklıkla sahne alıyor... bu tarz müziklerden hoşlanan insanlar için rahat edilebilecek bir mekan....

ve son olarak bu hafta bütün hafta, buraya yazdığım her yazıyı yazarken, ve başka yazdığım herşeyi yazarken, ve okurken, ve yolda yürürken...
bir şekilde takılmış bir şekilde Yüksek Sadakat dinledim... sonunda yetmedi haftasonu gittim bir de yerinde dinledim...
ayda bir defa  Jolly Joker Balans'ta çıkıyor Yüksek Sadakat...ve söylemek istiyorum Türkiye'de izlediğim en başarılı, en profesyonel sahnelerden biriydi... gecenin ayrıntılarını kendi sayfamda yazarım ama okumak kadar önemliyse dinlemekte, bir yerlerde denk gelirse dinleyin, izleyin onları da...

İYİ HAFTALAR...

24 Mart 2010 Çarşamba

Yaralı bir aklın marifeti: Boyalı Kuş

Bazı insanlar ayaklı birer yaradır. irin olur akarlar kendi içlerinde. sürekli iltihaplanırlar, kendilerini delice kaşıdıkları için kabuk tutamazlar.işte bence Jerzy Kosinski de bunlardan biriydi.


I am going to put myself to sleep now for a bit longer than usual. Call it Eternity... diyerek intihar etmiş olan bu adam, dünyanın  en rahatsız edici kitaplarından birini yazmadan edememişti: Boyalı Kuş.


Boyalı Kuş, etrafındaki herkesten farklı fiziksel özelliklere sahip bir çocugun savaşın süpürdüğü diyarlarda tek başına hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. yer yer rahatsız edici, yer yer tiksindirici, mide kaldırıcı, ağlatıcı, düşündürücü...


Kuşlar aralarındaki boyalı kuş'u farkedip öldürüyorlar mı, öğrenmek için kitabı okumalısınız.


Okudukça insan doğasından tiksinebilirsiniz, insan arzularından, hatalarından, kötülüklerinden...çünkü boyalı kuş dehşeti tanımlayıp detaylarına inmekten kaçınmayan, çarpıcı bir kitap. yaralı bir hayvanı detaylıca anlatıyor, aklınıza hayalinize gelmeyecek şekillerde parçalanan bir kadını ürpertici bir gerçeklikle tarif edebiliyor, iç kaldıran bir sapıklığı, çaresiz yalnızlığı ve yine de alay edercesine yaşama- hayatta kalma arzusunu/sevincini içinde taşıyor! intihar edenleri yüceltmek modasına uymak gibi bir niyetim yok ancak bu kitabın sahibinin gözümdeki karizması başka. şiddeti çocuk gözlerinden görmek insanı çok derinden etkiliyor..


Yazarın 1 kitabını daha okudum, adını şu an anımsamıyorum ancak çok yogun cinsellik içeren bir kitaptı ve hoşlanmamıştım..fakat boyalı kuş'un nazarımda yeri çok başka. okuyunca savaş'a bakış açınız değişecek inanın...

Tomris Uyar- İpek ve Bakır


Geç tanışmış olduğum Tomris Uyar'ın kitapları hakkında daha çook yazacağım. Bulabildiğim bütün kitaplarını aldım ve bir solukta okumak ama tüketmemek için araya başka kitaplar da sokarak, okuyup duruyorum.

İpek ve Bakır, Tomris Uyar'ın öykülerinden oluşuyor. Öykülerin ortak noktası, insanlar ve insan ilişkileri hakkında olması. Akıp giderken; aniden çarpıcı bir finalle sona ermesi. Her öyküden sonra bir an durup, kalıyor ve düşünmeye itiyor insanı.

Her öyküde, kahramanlarının hayatına girip, onların yerlerine geçip, öykünün bitmesiyle de son buluyorsunuz. Yeni karakterlere yolculuk, yeni bir öyküyle yeniden başlıyor.

Bir kitaptan daha ne beklenir ki?

Herkese tadı damakta kalan bu güzel öykü kitabını ve henüz okumadığım ama seveceğimden emin olduğum diğerlerini de öneririm.


Görsel: nadirkitap.com

"An ve Anlam"..bir cinayetin psikanalizi...

polisiye romanlar, seri katil hikayeleri, dedektif hikayeleri oldum olası ilgimi çekmiştir... okuyucuyu içine çeken, 3D duygusu veren içeriklerdir bunlar... "Bir Cinayetin Psikanalizi" hem bir cinayet romanı, hemde psikanalitik bir roman... 1900'lü yılların başlarında Freud ve Jung'un Amerika'da geçirdikleri bir dönemde, orada işlenmiş bir cinayet, arkasından katilin elinden kıl payı kurtulmuş bir kadın ve bu kadının tedavi süreci konu ediliyor... bu konu kapsamında psikanalize, Freud'a, Jung'a ve Hamlet'e dair bildikleriniz de gözden geçiriliyor, belki yeniden şekilleniyor...

kitabın en sevdiğim yeri;
"Mutluluğun esrarlı bir yanı yoktur. Mutsuz insanlar birbirlerine benzer. Uzun zaman önce açılmış bazı yaralar, gerçekleşmemiş bazı dilekler, ayaklar altına alınmış gururlar, retle, daha da kötüsü ilgisizlikle karşılanan aşk kıvılcımları onlara yapışıp kalır ya da kendileri ona yapışır...
dolayısıyla hergün dünün bulutları altında yaşarlar.
Mutlu insan ise arkasına dönüp bakmaz! İleriye de bakmaz! böyle bir kişi anda yaşar...
ama bunun da bir kusuru var. "An" asla birşeyi vermez; Anlamı...
Mutluluğun ve anlamın yolları aynı değildir... Mutluluğu bulmak için kişinin  anda yaşayabilmesi gerekir; sadece an için yaşamaya ihtiyaç duyar, ama eğer anlam istiyorsa, hayallerinin, sırlarının anlamı....

kişi ne kadar karanlık olursa olsun geçmişte, ne kadar belirsiz olursa olsun gelecek için yaşamalıdır...."

 seçim sizin "An" mı? "Anlam" mı?

Kitap an ve anlam arasındaki farkı, Amerika üzerinden ama aslında bir çok ülke hatta varoluşumuzun doğası için geçerli olan zorbalık, vahşilik,saldırganlık, suçluluk gibi içgüdüsel duyguları, katil ve maktül olmayı yalın bir dille anlatıyor...

hem bir Freudyen olarak, hemde cinai romanlar okumayı seven bir okur olarak; üstüne üstlük anlamları sorgulamaktan, an'ı yaşamaya fırsat bulamayan bir insan olarak; arşiv kitaplarım arasına özenle yerleştirdim...

"The İnterpretation of Murder"-Bir Cinayetin Psikanalizi
Yazar:Jed RUBENFELD/ Çeviren: Selim YENİÇERİ
Koridor Yayıncılık/2006

Hoş'a yakın kalın...
Beyazın İstilası:)))

23 Mart 2010 Salı

müzik masala karıştığında...

öğrendiğim ilk şarkıdır "bak bir varmış bir yokmuş eski günlerde"...
ve hatırladığım en eski masaldır " memleketin; yaramaz çocukları geceleri alıp götüren delisinin" hikayesi:)))
sitenin formatını bozmadığımı umut ederek bu 5'li takımdan bahsetmek istiyorum...
benim çocukluğumda klasik müzik, hayatımda TRT'nin "Pazar Konserleri" ve Hikmet Şimşek'ten ibaretti... evde abla, abi ne dinlerse o dnilenirdi işte -ki inanın bu konuda hiç bilgi vermek istemiyorum-
:((
çok uzun yıllar sonra hayatıma girdi Beethoven, Vivaldi, Mozart, Bach ve Çaykovski...
çocukken girselerdi, yinede sever miydim? bilmiyorum... ama daha sakin bir ruhum olurdu diye düşünüyorum...
bu seti bir arkadaşımla Tepe Nautilius'ta dolaşırken çocuk kitapları satan bir standta gördüm... set olarak alınması zorunlu olmadığından, bende aklımdan geçen 3 "fan" arkadaşım-yetişkin arkadaşım- için, Bach, Mozart ve Vivaldi'yi kaptım hemen... güsel yeniyıl hediyesi olur diye düşündüm:)))....bundanda anlaşılacağı üzere yılbaşından önce oldu bu olay....ve sonrasında şöyle gelişti...
 eve gider gitmez "açıp önce ben okusam ne olur ki?" dedi içimdeki ses.... ve diğer bir sesin ona cevap bile vermesini beklemeden açıp hem dinlemeye hem de okumaya başladım... dinlemeye diyorum çünkü her bir kitabın içinde aynı zamanda birer müzik cd'si bulunmakta...Cd'lerde kitabın içinde bahsedilen eserler var.. sanatçıların hayatlarından kesitler masallaştırılarak anlatılmış...

itiraf ediyorum... sözüm ona yeniyıl hediyesi olarak alınmış bu kitaplar hala evimde masamın üstünde durmakta.... asla sahiplerine ulaştırılamadılar..:((())))

"Bay Majör'le Klasik Müzik Masalları Seti" Neşe Türkeş'in kaleminden...

benden size tavsiye; almaya karar verirseniz ve amaç birilerine hediye etmekse sakın ola ki içinizdeki sese uymayın... yoksa hediye yerine ulaşamıyor:)))
hem zaten neden masallar sadece çocuklar için yazılıyor:(((

Hoş'a Yakın Kalın..
Beyazın İstilası:))

22 Mart 2010 Pazartesi

"karda izler bırakıyorum, avcılar peşime düşsün diye.."

şiir...
derdin di'il duygunun sesi...
içindeki başkaldırının sesi...
ve Ahmet Telli...
şiirin sesi...
aslında bütün kitaplarından biraz biraz bahsetmekti niyetim ama hepsini alıp tek bir yazıya sığdırmamın mümkün olamayacağını gördüm...

"Kalbim Unut Bu Şiiri" Ahmet Telli'nin seçme şiirlerinden oluşturulmuş bir kitap...
birçok şiir kitabı gibi bu da bir başucu kitabı aslında...
şiir eleştirmenleri anlaşılması zor şiirin iyi şiir olduğunu söylerler... Ahmet Telli anlaşılması en kolay ama sindirilmesi en zor şairlerden biridir.... Atiila İlhan'ı hatırlatır bize biraz... çok romantiktir.. isyankardır... toprağın sesidir...doğanın sesidir... gerçeğin sesidir biraz da... yüzündeki her çizgi yaşanmışlıklarından miras kalmıştır ona... yaşıyla ilgili değildir kırışıklıkları....

"Kalbim Unut Bu Şiiri" kitabın adı...ama aynı zamanda benim en sevdiğim yaklaşık 15 tane "en" şiirlerinden birinin adı... hiçbirini alıp kendi aralarında bile bir sıralamaya koyamam.. her okuduğumda aynı şeyi okurum aslında... anladığımda aynı şeydir.. nettir Ahmet Telli'nin kalemi...ama sümeni kaldırıp altına bakıldığında canınız acır...tatlı tatlı acıtır içinizi... kitabı mı tanıttım, şairi mi bilmem... ama ne farkeder ki siz alın sırayla bütün kitaplarını okuyun... şiir geceleriniz için arşivinize eklensin... şarapla mı iyi gider rakıyla mı diye bir karar veremeyin... ama sonra bir bakın ki ne farkeder ki, ikisinde de şiirin verdiği tat aynı...

biten aşklarınızın ardından;
 "Biten bir aşk için
Söylenecek söz şu olmalı:
- Güzeldi yine de..." diyebilin mesela...

ya da

"Yanlış, daha baştan yanlış
bir şiirdi bu, biliyorum
ve belki ömrümüzün yakın geçmişi
bu kadar doğruydu ancak, kimbilir
Kalbim unut bu şiiri ..."  diye kendinizi gerçeklere verebilin...

ya da;
 "gidersen yıkılır bu kent" diye savurun içinizdekini.....

Kalbim Unut Bu Şiiri- Piya Kitaplığı yayınlarından... 2000-4. Basım...
bu yazının adı aynı zamanda kitabın arka kapak yazısıdır....

*Dün İstiklal'de gezerken önümüzdeki cumartesi Ahmet Telli'nin imza günü olduğunu gördüm... bu yazıyı yazmak or'dan düştü aklıma... Mephisto'da, sevenler için...ben orada ol'cam... konuşmak istediğim o kadar çok şey var ki acaba istesem bana özel imza günü yapar mıydı ki:////???

hoş'a yakın kal'ın...
beyazınistilası:))

Çavdar Tarlasında Çocuklar / Gönülçelen

The catcher in the rye, Çavdar Tarlasında çocuklar veya Türkiyede ilk basıldığı adı ile Gönülçelen; pek yakın bir zamanda rahmetli olan J.D. Salinger'ın az sayıdaki eserlerinden en ünlü olanı..

Ben de yeni okudum bu kitabı ve bende garip bir tat bıraktı. Her şeyden önce, kitapta öyle bir şeytan tüyü var ki, okuyan herkes kendine bir yer bulup, "ya ben de bunu hissettim, yaşadım"  diyebilir. bu kitap bir öfke kitabı gibi. ama çok çocukça ve dışarıdan izlemesi oldukça eğlenceli bir öfke. Ergen öfkesi :)

kitabımızın kahramanı Holden Caufield e göre pek çok şey sahtekar-lanet ve rezil. Zaten kendisi de kitabın fanatikleri tarafından çoktan bir anti-kahraman olarak baş tacı edilmiş. Hiçbir nedeni olmadan ardarda yalanları dizebilen, kavga etmekten korkup sümsükleşen, klasik kız muhabbetlerinden tiksinirmiş gibi dursa bile aptal bulduğu kızlarla bile flört edebilen klasik bir ergen aslında. büyümenin çilesini çekiyor çekmesine ama çevresine çok duyarlı. nedenleri, niçinleri sorgulayıp biraz fazla çekiyor çileyi :)

kitap çok kısa... Holden'in bir iki gününü anlatıyor. sürükleyici ve okunması oldukça rahat bir şekilde yazılmış ve bir anda bitiveriyor. yalnız eski çevirisi yani Can yayınlarından çıkan Gönülçelen, güncel çevirisine göre daha "matrak" mış. orjinaline yakın, daha sert bir dille çevrilmiş... yani gidip yenisni almaktansa sahaftan bulup okumak daha mantıklı olur bence.

J.D. Salinger ile ilgili kısa kısa bilgiler geçelim bir de;
  • Salinger tüm hayatı boyunca medyadan ve her türlü insan ilgisinden uzak durmuş. hatta kitapları ünlenince sırf insanlardan kaçmak için new york tan new hampshire a taşınmış. bu yandaki resim de bir market çıkışında resmini çekmek isteyen birine karşı tepkisi...sanırım gözden uzak kalma tutkusu hakkında fikir vermiştir!
  • 2009 senesinde isveçli Frederik Coltig adında biri gönülçelen'in devamını yazmış, ancak Salinger bu girişimi dava etmiş ve kitap amerikada basılamamış. Holden in 60 sene sonraki halini anlatmaya çalışan ve ingilterede basılan kitap, zaten pek de beğenilmemiş..
  • Gönülçelen john lennon un katilinin cebinden çıkmış...
  • Salinger dini inançları sık değişen biriymiş. Çeşitli doğu felsefeleri ile bağlantılı inançlara merak sardığı gibi, scientology nin ilk tomurcugu olan bir oluşuma da çabuk sıkıldıgı halde katılmış. christian science denilen mezhebe de girmiş..
  • Kızı margaret babasını dream catcher isimli kitabında bol bol afişe etmiş. tahmin edersiniz ki babası bundan pek hoşlanmamış!
  • 53 yaşındayken 18 yaşındaki Joyce m. ile beraber olmuş, ilişkileri 9 ay sürmüş. bu ilişki uğruna Joyce okulunu bırakmış. Beraberken Salinger ın ona yazdıgı mektupları 99 senesinde 156 bin dolara satmış. alan kişi "bilişimci" peter norton mektupları yazara geri iade etmiş.
  • pek çok kişi, Holden C. in aslında Salinger ın kendisi oldugunu düşünüyor çünkü Salinger da okudugu okulun en kötü ögrencilerinden biriymiş...
Ne diyelim! Allah rahmet eylesin.  kitabı da tavsiye ediyorum. kendi hislerinizden bir parça bulma garantisi vererek!

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 7
Yazarı- J.D. Salinger
Orijinal Adı- The catcher in the rye
Çeviren- Coşkun Yerli
Sayfa Sayısı- 200
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 1
Kaç kuruş- 8.9 @kitapyurdu
Öneririr miyim- açıkçası ben bir başyapıt bulamadım bu kitapta, ama okuması cidden eğlenceli ve ergenlik dönemini tebessümle hatırlamak için Evet diyorum!

21 Mart 2010 Pazar

Boleyn Kızı-Philippa Gregory

Evet sonunda yazabiliyorum, affedin vallahi ders çalışmaktan zaman bulamadım.

Tanıtacağım kitap, Philippa Gregory'nin serinin ilk çıkan ve büyük yankılar uyandıran kitabı Boleyn Kızı.

Daha önce Mahkum Prenses'i tanıtmıştım hatırlayacaksınız. Ve bu kitapları arka arkaya okumayı tercih ediyorsanız önce ondan başlayın derim ben. Ve sonra Boleyn Kızı'na geçiverin.

Bende ilk Boleyn Kızı'nı okuyanlardanım. Okurken bir solukta yatağıma kıvrılmış ve bir akşam boyu deli gibi okuyup, bitirmiştim. Gregory'nin kitaplarında bu var sanırım, heyecanla bir solukta okuyup bitiriyorsunuz. Hani kafa dağıtmak için birebir.

Boleyn kızı'nın hikayesi, aslında Anne Boleyn'in değil, Mary Boleyn'in hikayesi.
Hiç istemediği halde Henry'nin gözdesi olan, ona çocuk veren Mary Boleyn.
Anne Boleyn ise; entrikalarla Henry'i baştan çıkaran ve sonunda o entrikaları ölümü olan diğer genç kız.
Bu kitapta insan o kızların, bir obje bir mal gibi oradan oraya sürüklenmesine üzülüyor. Başka şanslarının olmadığını görüyorsunuz. Ve Henry'e kızıyorsunuz sürekli. İnsanın feministlik damarlarını güçlendiriyor nedense.

Kitap beyaz perde'ye aktarıldı tabi, lakin sinema ve kitapseverlerden geçer not alamadı, oyunculara rağmen.

Eğer sıcak yatağımda, elimde kahvemle kıvrılıp sürükleyici bir kitap okuyayım da, kafam dağılsın diyorsanız hiç düşünmez öneririm.


20 Mart 2010 Cumartesi

Yükseklik Korkusu - Paul Auster


Tam bütün kitaplarını okudum derken, beni sevindirmek için okumadığım bir kitabıyla karşılaşıyorum, Paul Auster'ın.

Bu seferki roman, kimsesiz bir çocuk ve onu sokakta bulup, havada yürüme vaadiyle yanına alan Ustasını anlatıyor. Masal mı gerçek mi anlamadan bir dolu olaylar zinciri ve renkli karakterle sürüklenip, gidiyorsunuz.

Bir ara "acaba uğraşsam ben de havada yürüyebilir miyim acaba" demedim, desem yalan olur. Kimseyi umursamayan ve yaşama daha küçücükken hırs ve kinle bakan bir çocuğun, sevgiyi, dostluğu, iyiliği öğrenmesine tanık oluyorsunuz.

Havada yürüyebilme ve Mucize Çocuk diye tanınma kısmı bütün olayın sadece bir parçası. Hikaye ve romanda yer alan karakterlerin yaşayacakları bununla kalmıyor.

Eğer bir kitap alayım elime, koştursun beni peşinden, başka bir şey düşünmeden sadece kitabımla baş başa kalayım diyorsanız, alın okuyun Yükseklik Korkusunu.


Görsel: ilknokta.com

Alınyazısını görmek için aynaya bakan kız; Titka


kitap klübümüzün 2. kitabı...
okuduğum kitapların ilk sayfasına illaki başladığım tarihi,sonuna bitirdiğim tarihi yazmayı seviyorum...ikisi arasındaki zaman diliminden hayatıma anlamlar çıkarıyorum...
bu kitabın ilk sayfasında 3 tane başlama tarihi var... ilk başlandığında ve diğer başlangıçlarda 20. sayfada bitti sanki... günlerce çantada taşındı ama bir türlü ilerlemedi... klüp kitabı olduğu için okunmak zorunda olmasını "zulm" gibi görmeye başlamıştım artık... ama oturum tarihi yaklaştı ve iş başa düştü... bir baktım ki bitsin diye di'il sonunu merak ettiğimden nefes alır gibi okuyorum... altını çiziyorum, sayfaya işaret koyuyorum, üstüne notlar alıyorum.... bu defa sanki hiç bitmesin istiyorum.....

Tu Ağacı yazarın ilk romanı... Everest Yayınları 2009 ilk roman ödülüne layık görülmüş... Titka ve Yavrukuşun öyküsünü anlatıyor... anlatıcı ses kahramanın kendisi... Bingöl'den İstanbul'a uzanan, hayatının gerçeklerini bir melodrama çevirmeden, hatta çoğun zaman acılarıyla eğlenerek anlatmış Titra... "ne garip, hüznün bir rengi yoktur, bir şekli de" diye başlıyor anlatmaya.... okurken dışardan bir hayata bakıyor gibi olmuyor insan... bir yerlerinizden yakalıyor illaki sizi... feminist bir bakış açısını da taşıyor içinde... kitabın kahramanlarının çoğu kadın... hırslı kadınlar, güçlü kadınlar, cesur kadınlar,sorgulayan kadınlar... anne olmuş, abla olmuş, kardeş olmuş, aşık olmuş, hayatta varolmuş kadınlar....
benim için bir kitapta önemli bir kriterdir kitabın sonu... okuduğuma, beni son paragrafa kadar sürüklediğine değsin isterim... tam olarak böyle bir kurgu hazırlamış Hamide Gönen.... okuduğun süre boyunca asla sonu ile ilgili tahminlerinize ulaşamıyorsunuz... bu da heyecanı gittikçe arttırıyor....
gölgenin doğuşunu ışığa borçlu olduğuna inanan bu ses, okuyucularında içini ısıtacak...

Hamide Gönen'in ellerine ve emeğine sağlık....
....her zaman içimizde yaşayan tüm annelere...

KÜNYE; Hamide Gönen "Tu Ağacı"
240 Sayfa- Everest Yayınları- 1. baskı

Haftanın Konuk Yazarı - IV

Herkese merhaba!

Bu Haftanın Konuk Yazarı, sevgili Beyazın İstilası. Beyazın İstilası, bir Bir Milyon Kalem üyesi. Bunun yanı sıra, kendisinin aynı ismi taşıyan bir de kişisel blogu var. İlgilenelim, izleyelim, okuyalım, yazalım:) Kendisi, önümüzdeki Cumartesi gününe kadar istediği kadar yazı yayınlayabilecek!

Paylaşımları için şimdiden teşekkür ederiz!

Müdüriyet

Not: Siz de Haftanın Konuk Yazarı olmak istiyorsanız, amaltheian@gmail.com adresine bir e-posta atınız.

16 Mart 2010 Salı

Gazap Üzümleri


Steinbeck benim en sevdiğim yazarlardandır, belki de en sevdiğimdir.Fareler ve İnsanlar'ı okumayan bir kitap okuyana rastlamak zordur ki, zira Türkiye'de iki insan, iki kitap üzerine rahatlıkla konuşabilir; birincisi Elif Şafak'tan Aşk, ikincisi ise Steinbeck'ten Fareler ve İnsanlar, okumayan ya da okumasa da okumadım deyene rastlamadım henüz bu iki kitap için...

Steinbeck en sevdiğim yazarlardan olduğu gibi Gazap Üzümleri'de top 10'uma zorlanmadan girecek bir şaheserdir.

Ve açıkçası herkesin harcı değildir Gazap Üzümler'ini okumak, ve sindirmek.Ayrıca bu yazıdan sonra tekrar okuyacağım kesinleşti. -bu konuk yazar olayı iyi oldu ha, ne kitaplar okumuş, tadları nasıl damağımda kalmış hatırlattı bana...-

Joad ailesi üzerinden anlatılan koca bir devir.Ekonomik buhranın sonuçları, tarımdan makineleşmeye geçen ve köleliği sonlandıran devrin, kendine yeni köleler oluşturmasının destansı anlatımı...

Yo dostlar yo, bu kitap kutsaldır, kesinlikle ve kesinlikle herkes okumalıdır.Ve kolay kitap değildir, 500-600 sayfa civarındadır, zordur, betimlemeler, tasvirler kusursuzdur.Anlatılan küçük insanların dramı korkunçtur ve daha korkuncu tamamiyle gerçektir.

Joad ailesi ile beraber milyonlarca okie'nin zorunlu göçü sizi utandırır, kalp atışınızı hızlandırır, elinizi titretir.

Kitabın başında rastlayacağınız kaplumbağa ve onun yolu gösterişi inanılmazdır.O kaplumbağa ki kah ters döner, kah düzelir, yavaş yavaş ilerlemeye, yaşamaya çalışır.Nuri Bilge Ceylan'ın en sevdiğim filmi Kasaba'daki kamlumbağaya rastlayınca; NBC'nin, Steinbeck'in kaplumbağasını çok güzel resmettiğini görmüştüm, işte Steinbeck olağanüstü bir sinematografi ile yazmıştır bütün sayfaları..

Bu olağanüstü hikayenin içindeki küçük küçük hikayelerden bile, abartmıyorum 10 tane iyi yazar çıkabilir.

Karakterlerinin hepsi hatta kitapta varlığını hissettiğiniz herkes gerçektir, vardır; o buhranda, o göçte can çekişmiştir, bilirsiniz, anlarsınız, belletir size bunu Steinbeck.

Hele sonu, hele o olağanüstü sonu, her şeyi belgeler niteliktidir, hele başı, hele ortası, hele hele bölüm bölüm anlattığı kapitalizm boku! inanılmazdır.

Yeni dünyayı, kapitalizmi, parayı, ekonomiyi size kimse bu kitap kadar iyi anlatamaz, kesinlikle anlatamaz.

Bununla birlikte aile bağlarını, aşkı, hayatı, insanları, insanlığı da kimse bu kitap kadar iyi anlatamaz, kesinlike anlatamaz.

Hepsini topla artı hayatı kimse Steinbeck kadar sevdiremez, kesinlikle yapamaz.

Steinbeck kraldır!

Nil'de Ölüm | Agatha Christie


Nil'de Ölüm, Agatha C'nin en başarılı romanlarından ve ciddi bir saygı duruşunu hak ediyor. Bu roman da diğer romanlarına benzer şekilde okuyucuyu olay örgüsünün içine çekerken, diğer romanlarından farklı olarak katilin kimliğini tahmin etmenize olanak dahi tanımıyor. Bir süre sonra kitapta karşılaştığınız her karaktere önce potansiyel katil, sonra da potansiyel kurban olarak bakmaya başlıyorsunuz.

~~~~~~~~~~

Linnet Ridgeway genç, ziyadesiyle güzel, inci parlaklığında, fazlasıyla zengin ve henüz reşit olmamış genç bir kadındır. Bir gün en yakın arkadaşı Jackie tarafından ziyaret edilir. Jackie ona nişanlısından, birbirlerini ne kadar sevdiklerinden, Simon'un aslında bir asil olduğundan ancak işten çıkartıldığından bahseder. Sevgisinden başka hiçbir şeyi olmayan Jackie, sevgiden başka herşeyi olan en yakın arkadaşından bir iyilik ister. Simon Doyle'a iş vermesini rica eder. Linnet önce işi, sonra da kendini verir Simon'a ve en yakın arkadaşının nişanlısını elinden alır...

Çift nereye giderse gitsin Jackie onları takip etmeye başlar. Bu durum Linnet için oldukça sıkıcı bir hal almaktadır, Simon ise sinirden köpürmekte, Jackie'nin boğazını bir çırpıda kırıvermek arzusuyla yanmaktadır. Derken balayı için Mısır'a giderler, onlarla aynı gemiye binecek yolcular içinde önce burnu büyük Poirot'u ve ardından Jackie'yi görünce Jackie'den kaçış olmadığını anlamak zorunda kalırlar. Bir gün kaçmayı kesip onunla savaşmaya başlamaları gerekecektir.

Ve gemi hareket eder.

Ve cinayetler başlar.

Ve nihayet, Poirot herşeye açıklık getirecek en önemli ipucunu bulmuştur.

~~~~~~~~~~

Nil'de Ölüm gerçekten saygı duyulması gereken bir kitap, hatta Agatha Christie'yi daha önce okumayanlara da seriye giriş açısından ilk olarak tavsiye edebileceklerim arasında.

Kitabı okurken sadece bir cinayet hikayesi okuduğunuzu düşünüyorsunuz, hem de çok zekice kurgulanmış bir tanesini! Ama kitap bittikten sonra aslında okuduğunuzun yalın bir cinayet romanı olmadığını anlamaya başlıyorsunuz.

Bence bu kitap "duyguların insan bedeninde betimlenmesi" meselesinin en iyi örneklerinden bir tanesi. Gerçekten o kıskançlık, bu şefkat, bu kibir, bu gurur... Okurken tanıştığınız bütün karakterlere birer duygu biçerken buluyorsunuz kendinizi, en azından cinayet romanı aşıklarının bu yolda ilerleyeceğini düşünüyorum.

~~~~~~~~~~

Benden küçük bir tavsiye, Nil'de Ölüm'ü okumadan Ölüm Oyunu'nu okumayın zira Ölüm Oyunu'nda çok sayıda geri dönüş var. Linnet'ten, o gemide olanlardan sıklıkla söz ediliyor. Karakterlere yabancı olmamanız gerekiyor Ölüm Oyunu'nu okurken. Nitekim ben de size verdiğim tavsiyeyi dinleyip, Ölüm Oyunu'nu yeniden okuyorum, en kısa zamanda onun hakkında da yazabileyim diye:)

~~~~~~~~~~

Yazarı-
Agatha Christie
Orijinal Adı- Death On The Nile
Çeviren- Gönul Suveren
Sayfa Sayısı- 192
Tür- Cinayet Romanı

Kaç günde okudum-
2
Kaç kuruş- 9,60 @kitapyurdu
Öneririr miyim- Hem cinayet romanı severlere hem de daha önce cinayet romanı okumamışlara kesinlikle tavsiye ederim.

Sword of Truth Serisinin 4. kitabı: Temple of The Winds



Katıksız bir inatla, ara vermeden, soluk almadan okuyorum Sword of Truth Serisini. Blood of the Fold ne yavanmış dedim, Temple of the Winds bittikten sonra.

Biliyorum fantastik sevmeyenlere, bu yazdıklarım çöp gibi gelecek. Ama eminim fantastik edebiyat tutkunlarının bir çırpıda yutmak isteyeceği kitaplar bunlar!

Temple of the Winds, gene serinin diğer kitapları gibi, kalınan yerden devam ediyor.

Kitap oldukça sürükleyici, Wizard's First Rule'dan sonra serinin şu ana dek en iyi kitabı diyorum. Bir çok süpriz ve twist yapıyor kitabın sonuna doğru. Özellikle, yine klişe birşey çıkar diye şüpheyle baktığımız "beyazlının ihaneti" nefes kesici olmuş. okurken tüylerim diken diken oldu, gene bol bol küfür ettim gerçi karakterlerin inatçılığına.

Bundan ötesi spoiler yani kitapla ilgili major detaylara yer verebilir, kitabı okumadı iseniz okumayın!

Özellikle Kahlan'ın Nadine'i göndermeyişi ve hatta açıkça Richard'ı öldürmeye gelmiş olan Marlin'i teslim almamasına tahammül edemedim. Yahu Kahlan bu, habire "sen confessorsun, duty de duty" diye büyütülmüş, görevi bu. canından çok sevdiği adamı öldürmeye gelen herifi nasıl confess  etmez, aklım almadı. Ben Kahlanın yerinde olsam o saçma sapan evlilikten önce, Nadine'i de bir güzel teslim alırdım dayanamazdım sevdiğim adamla tebelleş olmasına. Sapığın ise Drefan çıkacağını tahmin etmiştim! Senin anan da norospuydu zaten nihahahah! Yalnız Tristan bok yoluna gitti, o biraz kaynadı sanki arada...

Sonuçta 4 kitaptır beklenen evliligin nihayet gerçekleşmesi okuyucuya derin bir oh çektiriyor. Eğer bir kitap daha uzatsaydı çekilmeyecekti, kardeşim siz ne başı dertten kurtulmayan insanlarsınız! diye yırtar atardım vallahi..

Şahaneydi, şimdi Soul of the Fire'a başladım, o da fena gitmiyor, fantastik sevmeyenler, sabredin, sadece 8 kitap kaldı.  ;)

15 Mart 2010 Pazartesi

Aşka Şeytan Karışır | Hande Altaylı

Aşka Şeytan Karışır'ı kitabı yazan kişinin Fatih Altaylı'nın karısı olduğunu bilmeden okudum.  magazini sevsem de her şeyden en son haberi olangillerden olmamın faydasını gördüm, kitabı ön yargısız okudum. Birçok durumda yazarın kimliği okuduğumuz kitapla aramıza girip kavga çıkarabilir çünkü, çok yaşadım bunu. Yani efendim, yazarın kim olduğunu da bilmiyordum diye vicdanımı rahatlatarak geriniyorum, çünkü ben gayet gönül rahatlığı ile topa tutacak bir kitap bulmuşum bugün, keyfime diyecek yok. Aşka şeytan karışır mı sizce ? Bu soruyu sormadan önce kitapta anlatılan şey gerçekten aşk mı, bunu düşünmek lazım, çünkü bana göre "değil" ve bu yüzden okurken yazara çok küfrettim. Bana göre bir bağlılık göstermeden hedeflenen tutku, yalnız kalma korkusu, kötü kız olmaktan içten içe zevk almak, bir ilişkinin aşk sayılmasına yetmez. 
Kitapta Aslı adında bir hanım kızımız var, kendisi teyzesi tarafından büyütülmüş. Teyzesinin ölümünden 1 gün, sayı ile de yazayım bir gün sonra, teyzesinin sevgilisi ile cima ediyor. Şimdi takdir edersiniz ki, bırakın teyzenizin sevgilisi ile tebelleş olmayı, sevdiğiniz bir insan öldükten 1 gün sonra kendi sevgilinizle/eşinizle bile sevişecek takatte olmayabilirsiniz...Eğer oluyorsanız da, çok karışık bir ruh hali ve duygusal dengesizlik içinde yol alıyorsunuzdur! Eh, işte kitapta bu eksik. Bu olayın 2 tarafı, bir dul sevgili, bir de hain yeğen, bu boku yiyorlar yemesine ama, neden yedikleri, o kadar altı boş verilmiş ki, insan kocaman bir "hadeee leen!" çekiyor.

Çünkü gerçek dünyada biliyoruz ki her şeyin bir sebebi vardır. Hiçbir şey öylesine olmaz!
 işte bu nedeni oldukça belirsiz hadiseden sonra, kitapta da bir fırtınadır gidiyor zaten, ama hakkını yemeyelim, sonu güzel kotarılmış.

Bu kitap bana pek çokları gibi çerez kitap olarek geliyor. yani tatilde, yolculukta okunacak kitaplardan. yoksa şöyle kahvemi alayım, kanepede iki seksen keyfini çıkara çıkara okuyayım diyebileceğiniz bir okuma değil. 

Şimdi çok da yerin dibine batırmayalım, yazarın ilk kitabıymış ve bir giriş olarak başarılı bence. Ama karakterler daha derin ve gerçekçi olamaz mıydı? Olsa, bu kitap chick-lit olmaktan kurtulmaz mıydı? bence evet...


Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 5
Yazarı- Hande Altaylı
Orijinal Adı-  
Çeviren-
Sayfa Sayısı- 200
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 1
Kaç kuruş- 7,7 @kitapyurdu
Öneririr miyim- eeeh..

14 Mart 2010 Pazar

Eylül - Mehmet Rauf


Yıllarca okulda, Türk Edebiyatının ilk psikolojik romanı, adı altında öğrendiğim ama bir kez olsun merak edip, "ne ola ki bu acaba?" demediğim bu kitaba, karlı bir günde Remzi Kitabevinde rastlayıverince aldım hemen.

Okumaya başlamam zaman aldı ama sonunda başardım. Eylül, 1900'lerde İstanbul, ortanın üzeri bir sınıftan gelen bir ailenin hayatı ve bakış açıları hakkında oldukça fikir verici geldi bana.
Kimsenin tam olarak çalışmak zorunda kalmadan, baba parası yiyerek, komün halinde yaşayışı bazı yönleriyle çok çekici bazı yönleriyle ise itici geldi. Çalışmak zorunda olmamak çekici, sülalecek yaşama fikri ise amanın amanın itici!

Kitapta, kendisini bermuda şeytan üçgeni arasında bulan iki aşığın, iç konuşmaları, kendileri ve sevdikleri konusunda yaptıkları tahliller uzun uzun yer alıyor.

Bir aşk hikayesini, olaylardan çok, kahramanlarının iç konuşmaları ve tahlilleriyle anlatışı, bu kitabı psikolojik bir roman yapıyor.

İnsanın normal seyreden bir hayattan, çetrefilli bir duruma düştüğünde devreye giren savunma mekanizmaları, bunları yıkmaya yöneltecek düşüncelerle mücadele edişi, benzer durumlarda, kendi hayatımızı ve düşünme tarzımızı da değerlendirmemizi sağlıyor.

Bunun yanısıra, evin içindeki diğer ilişkiler, gönülsüz yapılan evlilikler, aşk olmaksızın süren hayatlara da dokunduruyor.

Eski bir kitap olmasına rağmen dili o dönem için sade. İlk başlarda dili biraz yadırgamakla beraber, o dönemin dokusunu hissettirmesi ve konu aşk olunca kendimi kaybetme eğilimim nedeniyle, bir süre sonra bu alışma dönemini atlattım ve kitapla beraber sürüklendim.

Eylül gerçekten de hüzün ve ayrılığı çağrıştırır bana. Kıpır kıpır, heyecanlı yaz günlerinden sonra içimize çöken hüzün, hep Eylül ile birlikte gelmez mi?


Foto: turkkitap.de

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Ahmet Hamdi Tanpınar bana çok yakın gelirdi esasen, ama hiç bir kitabını okumamıştım, bir kaç şiirinin olduğundan haberdardım sadece; Mithat Körler gibiydi bir nevi, adamı çok iyi tanıyordum, ama hiç bir şarkısını bilmiyordum.Bu kitabı okuduktan sonra deyeceğiniz bir çok cümle, gark olacağınız bir çok düşünce olacaktır, lakin birisi şudur, "bu kitabı daha önce nasıl olur da okuyamam ulan?"

Kutsal kitaptır Saatleri Ayarlama Enstitüsü!Türk modernleşmesinin düştüğü kavram kargaşasını, doğunun batıya dönmek istemesi ve yönleri karıştırmasını, olmayacak kurgularla tiye alan şaheser.

Bu kitabı okurken bir çok yerde kahkaha atacaksınızdır.Bu kadar komik, bu kadar mükemmel mizah hatta daha ağırı kara mizah zor bulur, okursunuz hayatınızda.

Şu an ne yazacağımı bilmiyorum ha, ne yazmak istesem "ama bir de şu var, ama onu yazmiyim merak etsinler, ama orası da harika, bari biraz anlatayım, yok ama büyüsü kaçmasın..." gibi sayıklamalarla boğuşuyorum...

Bir kere ne kadar anlatsam, övsem de bu kitabın hak ettiği iltifatların hakkını veremem.Neyse devam ediyorum...

Sıradan bir adam olan Hayri İrdal, kendi hayatını ve kendi hayatı etrafında gelişen olayları anlatır kitapta, asıl olan budur.Ve işin ilginci Hayri İrdal, asla ve asla farklı, merak edilecek bir hayat yaşayacak adam değildir, zaten Hayri İrdal hayatını anlatırken en çok kendi şaşırır, delirir, kudurur.Yaşadığı hiç bir şeye anlam veremez, tamamıyle hiç bir şeye...Ve okuyun siz de anlam veremeyeceksiniz...

Aslında her şey Halit Ayarcı ile mi değişiyor deye düşünürsünüz, zira Hayri İrdal'da biraz böyle sanar, ama hayır, Hayri İrdal gibi sıradan, gereksiz bir adam, çok ilginç, saçma, trajikomik bir hayat yaşar istemeye istemeye.İnanın bana bu olmayacak olay, nasıl bu kadar olağan hal almış anlam veremedim.Bu yazıdan sonra tekrar okumama sebep olacak bu yazı, çünkü acayip gülüyorum yazarken, o kadar mükemmel ki...

Daha ilginci kitabın kurgusuna yön veren olgulardır aslında; saatler, psikoloji, rüya terapileri, astroloji günleri, metafiziğe olan inanç ve düşkünlük, nazar, büyü, hayaletler, iblisler...
İnanın kafayı yeyeceğim, bu kadar güzel bir roman nasıl yazılabilir aklım almıyor...

Kaybettiğiniz her saniye zararınıza, "Ayar saniyenin peşinden koşmaktır." Hemen gidin ve alın şu kitabı, "Saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır.." burayı okurken bile zaman kaybediyorsunuz, ben yazarım sayfalarca siz gidin...

Not: kaç kere yazıp-sildim bilmiyorum.böyle bırakacağım.olmuyor işte, bu kitabı hak ettiği gibi anlatamıyorum, anlatamayacağım.pişman oldum deyebilirim, kalkıştığım için, gidin okuyun işte!Benden tekrar okumaya başlıyorum.

Sadece 360 sayfadır ve.


12 Mart 2010 Cuma

The Picture Of Dorian Gray


"Kesinlikle okumanız gereken kitaplar bunlardır." demek istediğim, fakat deyemeyeceğim kitapları anlatacağım size bir hafta boyunca.

Ben yeni veya eski fark etmez "iyi" olan her kitabı okurum, bunun için kitabın sonunu da beklemem; ilk 100 sayfada bana ispatlamalı nasıl bir kitap olduğunu, zira onlarca kitabı yarım bırakıp, arkasından atıp tutmuşluğum vardır, bundan sonra da bu huyum devam edecek elbette...

Bununla birlikte benim yarım bıraktığım kitapların hemen hemen hepsi yeni yazılmış kitaplardı, yani yeniye karşı keskin bir önyargım olmasa da, eski için deyebilirim ki daha iyidir.O nedenle bu hafta paylaşacağım kitapların hemen hemen hepsi, yıllar yıllar önce yazılmış kitaplar olacaktır...

İlk kitap; Oscar Wilde'dan, Dorian Gray'in Portresi; estetik üzerine manifesto...
Kitaptan önce kesinlikle okumanız gereken birşey varsa; o da bu kitabın önsözüdür.Oscar Wilde'ın yazdığı önsöz, müthiş sanat tasvirleriyle başlar ve son olarak "all art is quite useless." (Sanat tamamiyle gereksizdir.) sözüyle biter.Oscar Wilde esasen tek cümle ile kitabı anlatmıştır, bu kitap kesinlikle kusursuzdur, harikadır, olağanüstü bir sanat eseridir, fakat gerçek hayat düşünüldüğünde kesinlikle uzak durulması gereken bir kaynaktır bu kitap, korkunçtur...

En sevdiğim -okuyan herkesin en'i olacak- roman karakterlerinden biri olan, Lord Henry'i de içinde barındıran romandır.Lord Henry'nin sinik, hazır cevap ve "ben her boku bilirim." halleri ve bunu tasdiklediği aforizmaları şahanedir, romanı götüren biraz da budur.(Herkesin hastası olduğu Ezel var ya...orada Dayı var...hah! Lord Henry'nin ancak gerizekalı hali Dayı olur.3. sınıf senaristlerin gücü bir Lord Henry çıkaramaz yani...)

Oscar Wilde bu kitapta olmak istediği kişiyi -Dorian Gray- anlatmıştır, fakat insanlar onun -Lord Henry- olduğunu düşünmüştür, oysa Oscar Wilde ne yazık ki yalnızca -Basil-'dir.

Bazı kitaplar vardır, özetini okumanız yeter, bir şey kaybetmezsiniz tamamını okumazsanız.İşte Dorian Gray öyle bir kitaptır ki hiç bir cümleyi kaçırmamak gerekir, her cümleni altı çizilmeye değer bir romandır.

Son olarak, kitabı alırken öncelikle önsöze bakın yerli yerinde mi deye.Sonra okumaya başlayın; hiç görmediğiniz, fakat kusursuz güzellikte olduğundan kuşku duymadığınız Dorian Gray büyülesin sizi...
Peki Dorian Gray'i bu kadar güzel yapan neydi esasen?Kaşı, gözü mü?Hayır...masumluğu, çocuksuluğu olabilir mi bu güzelliğin kaynağı?Peki ne zaman bu güzellik kirlenecektir?Sebebi nedir?Neden bir gün bitmek zorundadır?

290 sayfaya sığamayacak büyüklükte bir roman The Picture Of Dorian Gray.

Haftanın Konuk Yazarı - III

Sevgili Rafların Arasından okuyucuları,

Bu haftaki konuk yazarımız Vodvil. Kendisi önümüzdeki Cuma gününe kadar bizimle çok sayıda kitap paylaşacak gibi görünüyor. Bu durumda biz ne yapıyoruz? Okuyoruz, yorum gönderiyoruz, tartışıyoruz, Vodvil'in şahsi bloguna da bir göz atmadan sayfayı kapatmıyoruz:)

Herkese sevgiler.

İşi, derdi başından aşkın olduğundan bir türlü yazı yazamayan Müdüriyet.

~~~~~~~~~~

Not: Önümüzdeki Haftanın Konuk Yazarı olmak için amaltheian@gmail.com adresine bir e-posta gönderiniz. Şayet cevap vermem bir iki gün alırsa da küfretmeyiniz.

Sevgiler.

10 Mart 2010 Çarşamba

Üç Aynalı Kırk Oda - Murathan Mungan


Bu buradaki son kitabım, birtakım nedenlerden ötürü istediğim sayıda kitap giremedim ama az da olsa katkım olmuştur umarım...

Son kitabımız, Murathan Mungan'dan.. Kitabımız, birbirine bağlı 3 hikayeden oluşmakta. "Alice Harikalar Diyarında", "Aynalı Pastane" ve "Gece Elbisesi". Her bir bölüm müthiş betimlemelerle dolu, zira Mungan bence iyi bir betimleme ustası, bunu da her kitabında göstermekte..

Okuyanlar söyler, Murathan Mungan'ın en iyisi diye, ben pek katılmasam da az çok desteklerim, hayal gücü yüksek bir kitap.. Konu kabaca, aşk, cinsel kimlik problemleri, davranışlar üzerine. İlk bölüm benim baya ilgimi çekmişti, hatta baya fantastik, uzayla dünya arasında gidip gelmekte hikaye öyle söyleyebilirim. Sonraki 2 bölüm, hatta hikayenin tümü adeta bir roman gibi birbirine farklı bir şekilde bağlanıyor. İkinci bölümde kalemleri hazır edin, zira altı çizilecek baya bi cümle var, hayretle okuduğumu söyleyebilirim, evet ben de böyle düşünmüştüm, aa bak bu aklıma hiç gelmemişti diye diye hatta.. Son hikayede de biraz sinirlenip üzülebilirsiniz.. 3 hikayede 3 farklı kimlik var, Alice, Aliye ve Ali.. İşte onların masalını okuyoruz hayretle, biraz merakla, bazen de gülümseyerek..

Kitapla ve aslında daha çok yazarı ile ilgili önemli bir bilgi de arka kapağında yazar, şöyle der:

"Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma . Herkes kağıt üzerine yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklamanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. kasada oturan kız gibi! herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz"

Sword of Truth Serisinin 3. kitabı: Blood of The Fold


Blood of the Fold, adını yeraltı dünyasının koruyucusuna hizmet edenleri öldürmeye and içmiş son derece bağnaz ve "gerizekalı" kişilerden oluşan pek de iyi niyetli sayılmayacak bir topluluktan alıyor.

Kitap okuduğum üçüncü kitap olmasına rağmen ilk ikisi kadar iyi değildi. Kahlan ve Richard kavuşacaklar mı artık? diye kendinizi sıka sıka sayfaları çeviriyorsunuz.

İçindeki epey bir yeni karakter var. Sisters of Dark & Sisters of Light tayfasından pek çok yeni kişi ile tanışıyorsunuz, ayrıca Blood of  The Fold'un lideri ve onun kız kardeşi -ki güzel bir hikayeleri var-. Mord Sithler de cabası.

Kitapta yine büyünün sınırları zorlanıyor, insanın içini kaldırabilecek kadar hastalıklı büyülerden bahsediyor! ya da ben çok hassasım.

Bir de yazar sanırım insanlar benim kitapları rastgele alıp okur diye her şeyi her kitapta tekrar açıklayarak gidiyor, bu da beni bayıltıyor açıkçası. 3. kitapta bile hala Richard hartland'da yaşardı, oduncuydu da sonra seeker oldu da, şöyle oldu da diye uzun uzun anlatması sıkıyor.

karakterler de artık hikayeyi uzatmak için mallaşmaya başlıyorlar, ama Terry Goodkind'a helal olsun, cidden destan yazıyor adam. 4. kitaba da başladım, bütün seriyi (12 kitap) dizeceğim buraya, azimliyim.

Türkçeye çevrilmemiş olmaları çok büyük bir eksik bence. Gerçekten Ejderha Mızrağından daha çok basılmayı hak eden bir kitap çünkü...

8 Mart 2010 Pazartesi

Ani kararların arkasında ne var?

Blink / The power of thinking without thinking adlı kitabı takriben 3 haftadır yanımda sürüklüyordum. Aslında çok kolay okunan, sular seller gibi akan bir kitap ama elimdeki diğer kitaplar parazit yaptığından bitirmek anca kısmet oldu. Uzun yıllar bilim muhabirliği ve gazetecilik yapan yazar Malcolm Gladwell küçük ama fena halde akılda kalan hikayelerle konuyu süper iyi anlatmış. Nerdeyse her bölüm yaşanmış bir olayla başlıyor ve kitabın asıl derdine katkı sağlayacak şekilde inceleniyor. Kitabın derdi de şu: Hani düşünmeden düşündüğümüz ve anlık kararlar verdiğimiz durumlar vardır ya, hah işte o durumlara dikkat! Çünkü eğer karar verdiğiniz konuyla ilgili bilgi ve deneyiminiz varsa ve yazarın thin-slicing tabir ettiği, ince farkları okuyabilme yetisine sahipseniz anlık kararlar ve içgüdüler sizi başarıya, doğru yerlere ve sonuçlara götürebilir. Ama her anlık kararınıza da güvenmeyin, konuyla ilgili önyargılarınızın veya şartlı reflekslerinizin kurbanı olabilirsiniz.

Olayın özeti bu, ama kitap bütün bunları inanılmaz ilginç örnekler ve hikayeler üzerinden anlatıyor. Gladwell'in gazetecilik geçmişi, yıllarca bilimsel konuları başı kıçı belli şekilde Amerikan halkına anlatma yetisini kazandırmış kendisine. Bu kitapta da gayet bilimsel konulara parmak atmasına rağmen asla kafa bulandırmıyor, hatta ara sıra geriye dönük tekrarlarla konuyu okurun kafasına adeta tatlı tatlı kazıyor.

Kitapta en çok ilgimi çeken kısım thin-slicing hakkında detay veren, evlilik analisti psikolog John Gottman'la ilgili kısımdı. Adam, Washington Üniversitesi'nde bildiğin aşk laboratuarı kurmuş, geleni geçeni konuşturup röntleyerek bir sonuçlara varmış ki küçük dilinizi yutarsınız valla. Hatta kitabın bu kısmı son dönemdeki favori dizim Lie to Me'yi hatırlattı bana fena halde. Gottman abi, bir çiftin diyalog halindeyken ortaya koyabileceği 20 değişik duyguya referans olan her surat ifadesine bir numara vermiş. Çiftleri laboratuarda ilişkileriyle ilgili bir konu hakkında kısaca tartışmaya davet edip kaydediyor. Daha sonra da kaydı izliyor ve her mimiği ilgili duygunun numarasıyla kodluyor. Böylece sonuçta ilişkiyi domine eden bütün duygular kabak gibi meydana çıkıyor... Gottman böylece "aha bu çift bir yastıkta kocar" veya "sizin biletiniz zaten kesilmiş canlar" diyebiliyor. Tabi çiftlere söylemiyor bunu da zaten elinde istatistikler varmış, tuttura tuttura ilerliyormuş yıllardır! Evet valla, şaka gibi. Ve bir çiftin ayrılacağına veya ilişkiyi sürdürürse mutsuz olacağına dair en büyük belirti de neymiş biliyor musunuz? Contempt. Yani aşağılama. Gottman diyor ki, herkes en büyük günahın eleştirmek olduğunu düşünür. Oysa aşağılamak/küfür/hakaret, karşınızdaki kişiyi sizden daha aşağı bir duruma sokar ki en büyük yıkım budur.

Ay bir de yine zekada sınır tanımayan Amerikan ordusuyla ilgili bir bölüm vardı ki çok güldüm! (aramızda Amerikalı varsa kusura bakmasın pliiz) Amerikan ordusu stratejik anlamda hatasız bir savaş yönetim sistemi kurmak için bir deney yapmış. Önce savaş durumuyla ilgili çok zengin bir database oluşturmuşlar, öyle ki her durumda karar almak için eldeki verileri giriyorsun, sistem sana manevranı söylüyor gibi bir şey. Bu sistemi denemek için de bir savaş simülasyonu yaratmışlar. Hayali düşman ordusunun başına ise Amerikan ordusunda yıllarca çok önemli askeri başarılar elde etmiş ve birçok askeri harekatta bulunmuş bir generali koymuşlar. General, yani düşman ordusu, her ahval ve şeraitte bu çakma sistemi defalarca çatır çatır yenmiş, Amerikan Savunma Bakanlığı da çok kötü fena error vermiş :p

Çekirdek fıstık gibi okunan, epey ilginç ve aslında ciddi bir kitap. Bitirince eş-dost sohbetlerine meze olacak birçok bilimsel ukalalık kazanmış oluyorsunuz!

Ben orijinal Penguin baskısını okudum ama Türkçesi de mevcutmuş:

Türkçe ismi: Düşünmeden Düşünebilmenin Gücü
Yazar: Malcolm Gladwell
Yayınevi: Salyangoz
Çeviri: Burcu Sipahioğlu
262 sayfa

7 Mart 2010 Pazar

Tıkanma - Chuck Palahniuk


Chuck Palahniuk'u sadece "Fight Club" ın yazarı gibi görmek bana kalırsa haksızlık, zira iyi yazdığını düşünüyorum, bu kitapta o iyilerden bir tanesi .. Arka kapağının ilk cümlelerini okuduktan sonra kitabı okumamak ya da satın almamak zaten mümkün değil.. Zira şöyle başlar; "Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır. Burada anlattığım şeyler önce sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.."

Öncelikle belirtmek isterim ki gerçekten çok açık sözlü bir kitap. Kimine göre gerçekten rahatsızlık verici derecede hastalıklı düşünceler saçıyor, kimine göre ise farklı bir bakış açısıyla tüm olguları onarmadan yıkıp yeniden inşa ediyor.. Eğer yeraltı edebiyatı nedir diye sorsalar, çok iyi açıklayamam belki ama kitabı alır hediye ederim..

Baş kahramanımız, değişik bir anneye sahip, seks bağımlısı Victor Mancini.. Hayatını şık restaurantlara gidip yemek yerken boğazına takılan yemekle kazanır, şöyle ki, boğulma numarası yaparken, muhakkak bir zengin kalkıp onu kurtarır, ondan sonra da hayatı boyunca Victor'a karşı sorumluluk hisseder, ona her ay kartlar ve yardım çekleri yollar, böylece Victor'da ona hayatı boyunca kullanabileceği "birinin hayatını kurtardım" gururu yaşatır.. Ordan kazandığı parayı ise annesinin bakımevine yollamak durumunda kalır..
Kitabın bir yerinde şöyle der, "Zayıfmış gibi yaparak güç kazanırsınız. Kendinizi güçsüz göstererek diğer insanların kendilerini güçlü hissetmelerini sağlayabilirsiniz. İnsanların sizi kurtarmasına izin vererek aslında siz onları kurtarırsınız.." Böyle de etkileyici laflar edilmiş çoğu yerde..
Sonra, bir de Victor'un arkadaşı Denny var, en az onun kadar farklı bir kişilik, aslında kitapta çok karakter var ve hepsi içinde farklı kişilikleri barındırıyor, çok renkli bu bakımdan da..

Kitabın filminin çekileceğini ilk duyduğumda acaba ikinci bir "fight club" olur mu diye sevinmeden edememiştim, ama izleyenlerden aldığım yorumlara ve fragmanına bakılırsa kıyısından bile geçmemiş malesef..

Sözün özü, eğer bu türden hoşlanıyorsanız bu kitap kesinlikle okunmalı..

6 Mart 2010 Cumartesi

Aile Bağları ve Fedakarlık Üzerine: Kız Kardeşim İçin

"Siz Olsanız, ne yapardınız?" tagline'ı ile basılmış olan Kız Kardeşim İçin, sıradışı hikayesi ile insanı aile bağları ve fedakarlık üzerine düşünmeye zorluyor.

farzedin ki, mutlu bir evliliğiniz var. Birgün çocuğunuz oluyor ve hayatınızın mükemmel olduğunu düşünürken bir anda bebeğinizin hasta olduğu gerçeği ile yüzleşiyorsunuz. Doktorlar size onun için çok umutlanmamanızı, büyüdüğünü hayal etmemenizi tembihliyor ama siz yılmıyorsunuz. O bebeği yaşatmak için elinizden gelen en iyi şeyi yapıyorsunuz. Ona donör olacak ikinci bir bebek.

Evet, işte Kate ve onun için üretilmiş bir bebek olan Anna'nın dokunaklı hikayesi böyle başlıyor Kız Kardeşim İçin'de. Anna sadece kardeşini yaşatmak için dünyaya gelmiş olan, özel bir çocuk. Tamamen sağlıklı olmasına rağmen hayatı hastanede, ameliyatlarda geçiyor.

Hikayenin başladığı noktada Anna, artık  "ben böyle bir hayat istemiyorum" diyor ve ailesine karşı dava açıyor.

Hikaye Anna, annesi Sara, abisi, babası, Kate, Anna'nın avukatı ve sosyal güvenlik görevlisi olan Julia etrafında dönüyor.

Öznel bir değerlendirme yaparsam, kitabın inanılmaz sürükleyici başladığını ancak ortalarda tempoyu düşürdüğünü, sonunda ise beni hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebilirim. Yazar Jodi Picoult sanırım sürpriz bir sonla bitirmek istemiş kitabı, tabi  ki sonunu burada paylaşmayacağım ancak okuyanların beğenilerine dair yorumlarını kesinlikle duymak isterim.

Kitabın en büyük kozu gerçekten orjinal olan konusu.

Kendinizi önce Anna'nın yerine koyuyorsunuz. Ben olsam, ne yapardım? Kız kardeşim için, kanımı, organlarımı, hayatımı feda eder miydim? Veya ona sırtımı dönüp ölmesine göz yumar mıydım? diyerek.

Sonra,  Sara'nın yerine koyuyorsunuz. Kate gibi bir çocugum olsa, onu yaşatmaya çalışır mıydım? Çocuklarımdan birinin bir diğeri için bu denli büyük fedakarlıklar yapmasına müsade eder miydim? diyorsunuz. Hem zaten, Sara iyi bir anne mi? kötü bir anne mi? Bu sorunun cevabını vermek öyle zor ki.

Ve tabi ki Kate... hiçbir zaman istediği gibi bir hayatı olamamış, hastalıklı Kate. Tüm ailesinin, bedenindeki hastalığın kara bulutları altında yaşıyor olmasının yükünü taşıyan, tek istediği normal bir hayat olan genç bir kız... Onun yerinde olmayı hayal edemiyoruz bile!

Not: Kitabın bir de orjinali ile aynı isimde, türkçeye ise kız kardeşimin hikayesi adı ile çevrilmiş bir filmi var. izlemedim, ancak incelediğim kadarı ile kitaptan biraz sapmışlar. kitap ilginizi çektiyse, izlemeden önce okumanızda fayda var derim ben...

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 7
Yazarı- Jodi Picoult
Orijinal Adı- My Sister's Keeper
Çeviren- Serkan Göktaş
Sayfa Sayısı- 450
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 2
Kaç kuruş- 13,7 @kitapyurdu
Öneririr miyim- Evet

5 Mart 2010 Cuma

Manga: Japon Çizgi Romanının Tarihi | Paul Gravett


Şimdiye dek tanıttığım kitaplar öykü kitapları ve romanlardı, ilk kez bir inceleme kitabı tanıtacağım, Japon yılı içerisinde olduğumuz bugünlerde Japon kültürü ile ilgilenen birileri varsa, ilgisini çekebilir.

Manga, bildiğiniz üzere Japon çizgi romanlarına verilen genel ad. Manga adının ne şekilde oluştuğunu incelemekle başlıyor Paul Gravett de bu kitaba: man kelimesi "istemsiz, kendisine rağmen",  ga kelimesi de "resimler" anlamına gelmekte ve manganın kelime anlamı sorumsuz, düzensiz resimler diye çevrilmekte.

Ansiklopedi karıştırmaktan hoşlananlardansanız bu kitaba bayılabilirsiniz, on bölüm halinde, altbaşlıklarla manganın ve manga aracılığıyla Japon kültürünün incelendiği, görsellerle ve her görselin altındaki açıklamalarla bu incelemelerin zenginleştirildiği güzel bir araştırma kitabı, üstelik büyük boy ve kuşe kağıda renkli baskı olması da ele aldığı konuya yakışmış, elinizde çok kalın bir çizgi roman dergisi tutuyor gibi hissedebilirsiniz. Manga kültürüne, mangakalara, manga çeşitlerine, örneklerine, manganın doğuşuna, tarihçesine ulaşabilir, ilginizi çeken bir konuda pek çok bilgi edinebilirsiniz. Manga severlerin elinde bulunması gereken bir kitap derim bu kitap için.

Kitabın arka kapağında yazarın kısa biyografisi de şu şekilde verilmekte:

Kitabı hazırlayan Paul Gravett, gazeteci, küratör ve yayıncı olarak yirmi yılı aşkın bir zamandır çizgi roman üzerine çalışıyor. Yazarın The Guardian, Blueprint, The Comics Journal, Comics International, Dazed&Confused gibi gazete ve dergilerde çizgi roman konulu yazıları yayımlanıyor.

Yolda - Jack Kerouac



İşte kutsal bir kitap.. Bana kalırsa okudukça kendinizi bir yerlere atmaya çalışacaksınız, sanki daha pozitif bir insan olmaya başladığınızı düşünüp derin bi nefes alacaksınız. Bir zamanlar tüm dünyayı etkisi almış, Jim Morrison'u çok etkilemiş, Bob Dylan ise bu kitabın hayatını değiştirdiğini belirtmiş.. Zaten okursanız etkilenmemeniz mümkün değil..

Kerouac kitabı 1951'de yazdı, 1957'de güç bela yayınlattı, burda da kitabın ilk basım tarihi, Kıyı Yayınları tarafından 1993 yılında yapıldı, Ayrıntı Yayınları 2008'de tekrar basana kadar uzunca bir süre kitabı çoğu kimse bulamadı. Bu kitapla ilgili bir efsanede yıllardır filminin çekildiği ile ilgilidir..

Jack Kerouac, "uyum" a karşı çıkan ve sonraları hippilere esin kaynağı olan "beat kuşağı"nın da öncüsü kabul edilir. 1951 yılında sadece 3 haftada, o dönem ünlülerin takıldığı Chelsea Hotel'de yazmış asıl ismi "On The Road" olan bu kitabı.. Söylenene göre Amerika'yı baştan başa katettikten sonra daktilosuna uzun bir rulo kağıt takmış ve zaman kaybetmemek için hiç kağıt rulosunu değiştirmeden, paragraf vermeden, nokta yerine de çizgi kullanarak akmış gitmiş kafasındakiler. Bu kitabı da "bilinç akışı tekniği" ile yazmış, yani aklına gelenleri zaman sırası gözetmeksizin, düzensiz, ama su gibi anlatarak..
Anlattıkları kesinlikle cesaret verici, o dönemin Amerikasını, hayattan nasıl zevk alınacağını, aldığın nefesi yaşamayı, dostları, umudu ve tabiki de yolları anlatmakta.. Derin bir felsefe var içinde, okurken adeta duygularınız kabarıyor, kışkırtıcı bir güç sizi ele geçiriyor..

Konu çok kabaca, Amerika'yı baştan başa gezmek amacıyla çıkılan yolu, çevreyi, arkadaşları anlatıyor, kitabın arka fonunda devamlı bir caz çalmakta. Romanın anlatıcısı olan Sal Paradise, aslında yazarın ta kendisi. Arkadaşı Dean Moriarty, Kerouac'ın normal yaşantısındaki yakın arkadaşı Neal Cassady. Kitapta Dean adeta kendisine tapılan bir insan, özgür, hiç bir şeye bağlı yaşamak istemeyen , yolları benimsemiş bir karakter. Bu arada bir parantez açayım, Dean Moriarty ismini hatırlayan varsa Lost dizisinin 4. sezonunda Benjamin Linus, Tunus'ta bir otele bu isimle rezervasyon yaptırmış ve bu kitaba da adeta bir selam vermişti..

Çoğu yerde okuduğum yazılara ve duyduklarıma göre şunu söyleyebilirim ki, bu kitabı okuduktan sonra çantasını toplayıp, dünyayı gezen çok insan olmuş.. O derece etkileyici, size tavsiyem zaten çok derlenip toparlanmış, kısaltılmış, orjinalinden biraz uzak olan son baskılarını, yazı tekniğine, sürükleyici olup olmadığına bakarak değil, yaşananları hissetmeye çalışarak okuyun, inanın farkediyor.. Kesinlikle öneriyorum..

4 Mart 2010 Perşembe

Mahkum Prenses | Philippa Gregory


Şimdi bu kitap serisini bir bir yazmak farz oldu. Philippa Gregory'nin kitapları kim ne derse desin çok sürükleyici oluyor. Birde tarihten olaylar olunca, birebir gerçeklere dayanınca insan elinden düşüremiyor. Muhtemelen birçok kişi ilk Boleyn Kızı'nı okudu, lakin aslında ilk okunması gereken kitap Mahkum Prenses olmalı, tarihe göre gidilirse şayet.
Romanların çıkış sırası da maalesef ki, karışık bir şekilde çıkmış, seri olarak çıkmamıştır. Sanırım bunun nedeni Boleyn'in Kızı kitabının ses getirmiş olması ve okuyucunun devamını istemesi olabilir.

Bu kitapta Aragon'lu Katherine, yani İspanya prensesi, infantası, Galller Prensesi'nin hikayesi anlatılıyor. Katherine'in damarlarında akan İspanyon kanı ve savaşçı bir aile'den gelmesi sebebiyle güçlü karakteri göze çarpıyor.

İspanya'nın sıcak ve güzel sarayından İngiltere'nın soğuk, kasvetli ve mesafeli sarayına gelin geliyor, VII. Henry'nin oğlu Arthur ile evlenerek.

İlk başlarda Arthur'un içe kapanık karakteri nedeni ile zorlanan çift,sonrasında güzel bir aşk yaşamaya başlıyorlar..

Maalesef ki, Arthur öldüğünde, yapayalnız kalıyor İngiltere kraliçesi olarak ve küçük kardeş Henry ile tüm aile'yi karşısına alarak evleniyor.

Sonrasında Henry'nin sonu gelmez çapkınlıkları sayesinde zorluklar içersinde hayatını kaybediyor.

Not;Bu kitapları okurken bol bol Henry'e küfredebilirsiniz, çok normal olarak!





Hayalet Kitap | Doğu Yücel



Doğu Yücel'i Blue Jean ve Headbang dergilerinin okurları yakından tanırlar, heavy metal hakkında yazdığı yazılarla adını duyurmuş, iyi bir sinema ve müzik takipçisi olan Doğu Yücel, Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları'ndan sonra ikinci kitabı olan Hayalet Kitap'ı okurlarının beğenisine 2002'de sunmuştu. İlk kitabı olan o öykü kitabını da severek okumuştum ve ikinci kitabını merakla okuyup, iki günde bitirmiştim. İlk kitabı olan Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları'na da yer vereceğim fakat ilk tanıtmak istediğim kitabı Hayalet Kitap, sanırım biraz popülist yaklaştım şu an kitap tanıtımı işine...

İzmirli üniversite öğrencilerinin çok sevebileceği bir roman Hayalet Kitap çünkü Dokuz Eylül Üniversitesi'nin Dokuzçeşmeler Kampüsü'nde geçmekte olaylar. Bu kampüse ilişkin sadece burda okuyan öğrencilerin anlayabileceği ne kadar şifreli sözcük, efsane, geyik varsa Doğu Yücel hepsine yer vermiş romanın kahramanı olan öğrenciler arasında, Sherwood adını verdiğimiz kampüsümüzün ufak koruluğundan tutup İktisat Fakültesi binalarının arasındaki Kütahya Porselen'in çinili vazosuna kadar bu kampüsün ayrıntılarını romanına katmış, böylece okurken olayların gözünüzde canlanabilmesi çok rahat olmuş. Kendisi de bu fakülteden mezun olduğu için Doğu Yücel'in aklında kalan Dokuzçeşmeler Kampüsü başrolde oynamakta romanda.

Roman, bir üniversite kampüsünün içinde, birkaç kişilik bir arkadaş grubunun arasında geçen doğaüstü olayları konu almakta. Her genç arkadaş grubunu konu alan parodide olduğu gibi, çalışkan, sorumluluklarının bilincinde, ideal kız arkadaş olan ve gerçekten güzel ve akıllı olan bir genç kız, bu genç kızın sorumsuz, tembel, kaba erkek arkadaşı, bu ikilinin etrafında figüran arkadaşlar ve başroldeki genç kıza deliler gibi aşık fakat silik, ezik bir adam yer almakta bu grupta da. Olaylar ise çok hızlı bir şekilde, esas kıza aşık olan çocuğun intihar etmesiyle başlar. Arkadaşları bu olaydan son derece etkilenmekle birlikte, yaklaşan finallerin, üniversite yaşamının hareketliliğinin ve hayatlarındaki dertlerin akışına kapılıp bu intihar olayını unutmaya çalışırlar. Fakat hayatları o ölümden sonra eskisi gibi olmayacaktır çünkü onlar fark etmeseler de artık arkadaşlarının hayaleti aralarındadır.

Kitap hakkındaki şahsi düşüncelerimi de paylaşmam gerek, korku edebiyatını ve fantastik edebiyatı severim, bu yüzden kitaba bir gençlik kitabı gözüyle bakmamaya çalıştım, Doğu Yücel'in de bu türlerle olan yakın ilişkisini takip ettiğim kadarıyla biliyordum. Fakat ne yaptıysam olmadı ve kitap bir korku kitabından çok, fantastik bir kitaptan çok bir gençlik romanı olarak kaldı sonuna kadar. Hele Okul isimli korku-komedi filmi de bu kitaptan esinlenerek senaryolaştırıldıktan sonra... Bir de üniversitede geçen olaylar o zamanlarki lise dizileri furyasına kapılıp liseye aktarıldıktan sonra. Bir lisenin koridorlarında gezen bir hayaletle, bir üniversitenin kampüsünün içindeki korularda gezen hayalet arasındaki fark benim gözümü çok rahatsız etti ve romanı okurken kendi hayalgücümü devreye sokarak çok daha zevk aldığımı fark ettim. Demem odur ki, korku edebiyatını seviyorsanız ve Okul filmini görmediyseniz, gördüyseniz bile aklınızdan silebilecekseniz, bu kitabı kesinlikle okuyun. En azından genç bir yazarın ilk romanında akıcı bir dili iyi bir altyapıyla nasıl birleştirebildiğini görmek için okuyun. Yok korku edebiyatıyla işiniz olmazsa, hayaletler, ruhlar, cinler, doğaüstü varlıklar, bilinmeyenden duyulan gerginlik, diğer dünyalarla geçilen bağlantılar, psikolojik bunalımlar ilginizi çekmiyorsa bu kitabı okurken sadece bir gençlik romanı okuduğunuzu varsayın, en azından keyifli vakit geçirtecektir ama beğenmeyebilirsiniz içindeki altmetinleri, göndermeleri ve romanın konusunu. Korku edebiyatını seviyorsanız kitabı okurken kişiselleştirebilir, kendi hayalgücünüzü de işin içine katarak zevk alabilirsiniz.

Yazarın ilk kitabı olan öykülerini topladığı Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları'nı da inceleyeceğim, o zamana kadar Doğu Yücel'le ilgili daha fazla bilgi için burdan ve Blue Jean ile Headbang dergilerinden yararlanabilir, olayların geçtiği kampüsü görmek için de şu Facebook grubunun fotoğraf albümüne bakabilirsiniz. Okul filmini izlemenizi ise hiç tavsiye etmem.


unutmayın, alaycı kuşu öldürmek günahtır!

Türkçeye "Bülbülü Öldürmek" adı ile çevrilmiş bir roman, To Kill a Mockingbird. Pek çoğumuz lisede okumuşuzdur, bir edebiyat veya ingilizce dersi ödevi olarak, ki bu kitaba yapılan büyük bir haksızlık bence, insan bu kitabı alıp zevkini çıkararak okumalı, ödev yapma yükü ile değil.

Kitabın, Harper Lee nin tek romanı olması oldukça ilginç. Çünkü romanın duruluğundan benim gibi etkilendiyseniz, Harper Lee neden bu denli sade ama etkileyici yazabiliyorken başka kitaplar yazmamış diye merak edip durabilirsiniz.

Kitap Bülbülü Öldürmek diye çevrilmiş ancak, Mockingbird bülbül değil alaycı kuş denilen bir kuş türüne karşılık geliyormuş.

Özellikle çocuk gözünden yazılmış kitapları sevenler için bulunmaz bir nimet olacaktır Bülbülü Öldürmek...Harper Lee, olayları çocuk masumiyeti ile o kadar becerikli yorumlamış ki, bazı bölümlerde göz yaşlarına hakim olmak cidden zor oluyor.

Kitap, Amerikada 1930'larda geçiyor. Masum olduğu halde, tecavüzle suçlanan bir zenci var, olayı ağzından dinlediğimiz küçük Scout'un (gerçek adı Jean Louise di sanırım) babası zenciyi kurtarmaya çalışan, doğrucu bir avukat.  Şahit olduğu dava küçük Scout'u oldukça etkiliyor, okuyucu olarak siz de onun gözlerinden  herşeyi izlemiş gibi oluyorsunuz.

Sınıf ayrımı ve ırkçılık konusunda yazılmış en güzel kitaplardan biri, çünkü başrolde masumiyet var. kitabın her sayfası, her kelimesi, içindeki her düşünce bir masumun aklından çıkmış gibi.

babası tarafından zaten incitilmiş olan Boo Radley ile Scout ve abisinin kurduğu iletişim,  küçük Scout'un boo'yu incitmenin alaycı kuşu incitmek olduğunu düşünmesi , Atticus'un (avukat) çocuklarına alaycı kuşu öldürmenin günah olduğunu anlatışı, mahkemede Scout'un olanlara anlam veremeden isyan ederek ağlaması... ve bunlar gibi daha pek çok noktada, istediği etkiyi bırakmayı başarıyor kitap.

Hikaye basit, anlatım sade, ama bu kitapta bir büyü var kesinlikle. o da masumiyetin ve saflığın büyüsü. kimilerine göre sıkıcı ve overrated bir kitap olabilir Bülbülü Öldürmek, ama bende çok özel bir yere sahip...

Bir kızım olursa, Scout gibi olsun isterim doğrusu. Ayrıca şurada da, -itiraf ediyorum, kitapla ilgili anımı tazelemek için baktım- kitaptan güzel alıntılar mevcut... henüz okumadı iseniz, okuma isteğinizi depreştirecektir.

Not:  izlemedim ama, kitabın 1962 model bir filmi de mevcutmuş.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 10
Yazarı- Harper Lee
Orijinal Adı- To Kill a Mockingbird
Çeviren- Pınar Öcal
Sayfa Sayısı- 368
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 4
Kaç kuruş- 14,4 @idefix
Öneririr miyim- Okunmaması ayıp sayılacak bir kitap bence.

Tanrılar Okulu - Stefano Elio D'Anna


Ben genelde bu tarz kitapları okuyamam, çok daralırım ama bence insan, bi dönem ufkunu açabilecek her tarz kitaba saldırıyor, en azından ben öyleydim. Her neyse, iyi ki okumuşum diyorum zira zaten paranoyak olan kafamı iyice darmaduman etmişti.. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki bu kitap, kişisel gelişimin çok ötesinde bir kitap.

Bu kitapla ilgili verebileceğim en büyük ipucu, arka kapağında yazan şu satırlarda gizli; “Herkes sizi gösterir. Çünkü herkesi siz yarattınız. Bu dünyayı siz yarattınız. Bu sizin dünyanız. Telefondaki arkadaşınız sizsiniz. Çalışanlarınız, üstleriniz, aileniz, hepsi sizsiniz..”

Kitap, öncelikle sizi öğreticiniz olan “dreamer” la tanıştırıyor, alıyorsunuz elinize kalemi, fark etmeden çoğu yeri çizmeye başlıyorsunuz. Ana hatlarıyla, şimdilerde epeyce popüler olan “düşünce gücü”, “kendini tanıma”, “psikolojik iyileşme”, “motivasyon” gibi konulardan oluşuyor ama bence bu kitabı, kitapçılarda gördüğümüz boy boy kişisel gelişim kitaplarından ayıran en önemli özelliği, bir roman gibi kurgusunun olması ve aslında çok da iyi kurgulanmış olması, zira Dreamer dışında bir ana karakterimiz var ve onun hayatı üzerinden okuyoruz tüm olayları ve evet bol bol olaylarla da süslemiş yazar kitabı..
Mesela benim hatırladığım kadarıyla o dönem en etkilendiğim düşünce “uykunun ölümü temsil etmesi” idi, şimdi düşününce basit gelebiliyor ama ilk okuduğumda dehşete düşmüştüm. Kitap şöyle der, “Uykunun ölümün bir temsil edilişi olduğunu kavradığında ona artık asla eskisi gibi yaklaşamazsın” ..Kitabın çoğu yeri yine öğreticimiz olan Dreamer’ın aforizmalarıyla dolu ama boş değil, insanı düşünmeye zorlar şekilde, hatta bi ahkam da ben keseyim, sınırlarınızı çoğu yerde zorlatan bir kitap, sırf bunun için bile okumaya değer.. Dünyada bir kaç dile çevrilmiş, yazarı da "European School Of Economics" in kurucusu profesör Stefano E. D'anna.

Bu arada, kitaba önyargıyla bakan kişiler varsa birkaç kelam etmek istiyorum. Tamam, öyle çok sürükleyici değil, kesilen ahkamları okumakta zorlanabilirsiniz, zaman zaman sinirlenebilirsiniz ancak gelgelelim gerçekten de kafa çalıştırıyor, ordan alakasız bir cümle okuyup kafanızda yarattıkça yaratabilirsiniz. Hatta bazılarınız “bir kitap okudum ve hayatım değişti” bile diyebilir, bazılarınız da zaman kaybı olarak düşünebilir, dediğim gibi bu size bağlı. Ben de şimdi daha fazla Dreamer gibi konuşmadan bu yazıyı sonlandırıyor ve bol bol yorum bekliyorum..

Bendeki 6. basım, sayfa sayısı: 370
İsterseniz şu siteden bölüm bölüm indirebilir okuyabilirsiniz, ya da göz atabilirsiniz..
Related Posts with Thumbnails