27 Eylül 2011 Salı

Millenium Serisi (Stieg Larsson)

Image and video hosting by TinyPic

Millenium üçlemesininin ilk kitabını daha önce Merope şu linkte yazmıştı. Aslında ben bugün tüm seriyi ele almak istiyorum. Uzun bir seri olarak planlanmış, lakin yazar hayatını kaybedince üç kitap ve bir yarım kitabı ardında bırakmış. İlk kitap Kadınlardan Nefret Eden Adam yani bizde Ejderha Dövmeli Kız, büyük yankı uyandırdı. Bir kayıp kız üstüne kurulu arka planda ise karakterlerin kendine özgü hayatlarından kesitler sunan kitap, sonrasında öyle hızlanıyor ki, bırakamıyorsunuz.

Mikael Blomkvist başarılı ve güvenilir bir gazeteci iken, kanıtlayamadığı bir haber yüzünden mahkum olur, insanların güvenini sarsar. Bir anda beklemediği birinden araştırma görevi alır, Harriet Vanger'ın kaybolmasını araştırmaya başlar.
Sonrasında kitabın kilit ismi Lisbeth Salander'ın onu araştırdığını öğrenir ve yardım ister.
Lisbeth Salander ise vasisi olan sorunlu görünen bir genç kızdır. Görünmeyen yanı ise inanılmaz yetenekli bir hacker ve araştırmacı olmasıdır.
Lisbeth ve Mikael yıllardır çözülemeyen cinayetin yada kayıp vakasının peşinde hiç beklemedikleri bir sonuçla karşılaşırlar. Ve Mikael'in yeniden itibarını kazanmasına yardımcı olur Salander.
İkinci kitap Sally'nin (Salander) yolculuklarıyla başlıyor. Stockholm'e dönünce ilgisini eskilerden bir isim çekiyor.
Zala.
Aynı zamanda Dag isimli Millenium'daki bir gazeteci'nin araştırmasında da yer alan kilit isim Zala.
Ve 3 cinayet olayı ve oklar Lisbeth Salander'ı gösteriyor. Bir anda İsveç'in en tanınmış ismi haline geliyor.
Mikael Blomkvist ise bu olayı araştırırken, Lisbeth'e yardım etmeye çalışıyor. Geçmişindeki esrar perdesini çözmek için uğraşıyor.

Ve son kitapta taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Lisbeth'in 12 yaşından beri üstüne oynanan oyunlar bir bir ortaya çıkıyor.

Kitaplar çok aşırı sürükleyici, nasıl okuduğunuzu bilmiyorsunuz. En çok güldüğüm şey ise medyanın her yerde aynı olduğu. Bizim medyamızda da birinin adı bir cinayete karıştıysa, siyah giyiyorsa, dövmeli, piercingliyse hemen "satanist tarikata mensup" yaftası yapıştırıp, ardında satanistler var derler. Aynı şey Lisbeth Salander'ın da başına geliyor. Medya günlerde ıncık cıncık hayatını didikliyor. Lakin en önemli konulara değinmeden!
Okurken fark etmeden kendinizi bir kahve suyu koyarken yada pizza ve sandviç canınız isterken bulabilirsiniz. Karakterler başka bir gıda ile beslenmiyorlar çünkü.

Lisbeth Salander.
Üstüne söylenecek çok söz var. Benim şahsen en favori kitap karakterim oldu.
Asperger Sendromlu, fotografik hafızalı, çocukluğunda şiddeti yaşamış, süper zeki, içine kapanık, çok etkileyici ve baskın bir karakter. Çok ağır bilim ve matematik kitaplarını okuyup, denklemler üstüne kafa yoran bir nevi dahi.
Aynı zamanda nam-ı diğer "kadınlardan nefret eden adamlardan nefret eden kadın"
Salander'ın felsefesi "eğer biri sana silah çekerse, sen daha büyük bir silah bul."
Çünkü yıllarca kendini böyle savunmuş, böyle korumuş. Nils Bjurman'ın tecavüzünden sonra ona yaptıkları ve üstüne yazdığı "Ben sadist bir domuz ve tecavüzcüyüm" dövmesi ile bunu iyice gözler önüne seriyor.
Ve İsveç'in bir numaralı, dünyanın ise sayılı hackerlarından. Özellikle WASP nickname'i ile beni benden aldı.

Yazar öldüğü için sanırım Lisbeth'i çok özleyeceğiz. Daha aydınlanmamış konular vardı, mesela ikizi Camilla'ya ne olduğu ve tüm sırtını kaplayan ejderha dövmesinin anlamını.

Kitaplardan sonra sıra tabi filmlere geliyor. 2009 İsveç yapımı filmleri mutlaka kitaplardan sonra izleyin. Filmlerde çoğu olayı anlatsalar da detaylara takılan ben, burası böyle değildi'lerle izledim. Özellikle Lisbeth'in hastane odasında hackerlık marifetlerini konuşturduğu o sahnelerde, Erika Berger'in sapığını bulma çabasını filmde göremedik. Mesela bence o hikayede Lisbeth'in sevmediği Erika'ya yardım edişi yine bir "kadınlardan nefret eden adamlardan nefret eden kadın" olduğu gerçeğiydi. Yine Erika yüzünden Kalle Blomkvist'e kızgın olduğu olayını hiç göremedik. Küçük ayrıntılar dışında filmler gayet izlenilir tabii.

Ve Amerikalılar da eksik kalırlar mı? Kalmazlar. David Fincher da el atmış. Şimdiye kadar gördüğüm trailer'larından edindiğim bilgiyle hiç fena görünmüyor. Soundtrack'ta Trent Reznor&Karen O etkisi ile kalbimizi çaldı zaten. Baş rollerde Bond Daniel Craig, Rooney Mara ve Stellan Skarsgård var.

Hemen aklımızda Naomi Rapace mi? Rooney Mara mı? geçiriyoruz tabi.
İsveç yapımızdaki Naomi Rapace çok iyi oyunculuk sergilemesine rağmen, Lisbeth için fazla iddialıydı. Lisbeth kimi yerde insanların "hayalet" gibi tabir ettikleri biri, bu anlamda Rooney Mara çok gitmiş role. Ama izlemeden karar vermemek lazım.



Peki sizce hangisi?
Image and video hosting by TinyPic

19 Eylül 2011 Pazartesi

Kış Bahçesi (Kristin Hannah)



"Adı Vera ve o zavallı bir kız. Bir hiç"

Kristin Hannah’ın Kış Bahçesi kitabı çok etkileyici bir kitaptı. Başlarında bir anne neden bu kadar soğuk ve acımasız olur kızlarına karşı demiştim. Hayatlarında hep varla yok arasında bir yerlerde. Bir yanlarını babaları hep sevgisiyle doldurmaya çalışırken, diğer yanları anneleri ile aralarında oluşmuş buz gibi duvar sayesinde hep bomboş kalmış. Anneler ve kızlarını anlatan etkileyici bir roman. Bir masalın ışığında geçmişe uzanan, yer yer içi acıtan, masalla gerçeğin birleştiği yerde insanı şok eden bir dramın olduğunu görüyoruz.


Kızların anneleri Leningrad kuşatmasını yaşamış. Çok fena oldum okurken. Yer yer gözlerim doldu. Eski adıyla Leningrad yeni adıyla St. Petersburg, Prag’dan sonra gitmeyi çok istediğim yerlerden biridir. Fontanka köprüsü, beyaz geceler Sasha ve Eva ile aklıma gelecek mesela.


Çok merakla okumama rağmen ara ara bıraktım elimden. Düşündüm… Ne kadar saçma şeylere üzüldüğümüzü. Aman onu beğenmedim ben diyerek burun kıvırdığımız yiyecekleri. Düşünmeden kırdığımız ve umursamadığımız insanları. Bir anda onları kaybetsek, yaşam savaşı içinde kalsak mesela ne olurdu.

Ayakta kalma mücadelesi vermiyoruz. Açlıktan bayılacak durumda değiliz. Ve sevdiklerimize yarın ölür mü acaba diye, her gün son görüşümüz olarak bakmıyoruz. Bu mutlu olunacak bir şey. Çünkü savaş Leningrad’la son bulmadı. Bu dünyada savaşlar halen devam ediyor. Bizim dertlerimiz çok basit geldi okurken.



Kızların anneleriyle aralarında oluşan o buzdan duvarı çabayla, merakla yıkma çabaları, onun ardından gelen o yıllarca süren boşluğun dolmasıyla hayatlarının düğüm olan kısımlarının bir anda çözülüşünü okuyoruz. Aynı zamanda annelerini tanırken bir anda birbirlerini de tanımaya ve anlamaya başlıyorlar. Ellerinde ne kadar değerli bağların olduğunu ve bunları hiç göremediklerini fark ediyorlar. Yaşamadıkları anne sevgisinden dolayı, karşılarına sevgiyi nasıl yansıtacaklarını bilemiyorlar mesela. Sonunda o boşluğu öyle güzel kapatıyorlar ki, kitabı bir iç çekişle ve mutlu gülümsemeyle kapatıyorsunuz.



"Vera ışığın olduğu yerde gölgeler, aşkın olduğu yerde korku görüyor"



Aynı zamanda kitapta şu zamanda çok ender rastlanabilecek masalsı bir aşk gizli. Bazen düşünüyorum da, hayatımızda dakikaların çok önemi var. Bazen bir dakika insan hayatını tamamen değiştirecek güçte etki ediyor. Ve yıllar geçse bile aşkı unutmuyor, hep kendinden nefret edip, suçlu suçlu yaşıyor Vera. Masalını özlüyor.


Bu insanın içine buz gibi işleyen masalsı kitabı öneriyorum. Kristin Hannah'ın kitapları beni hep etkiliyor, olayların genelde Seattle dolaylarında gelişmesi, insan ilişkileri falan okumak hoşuma gidiyor. Maeve Binchy yavanlığı yok onun yazdığı romanlarda. Yakında Night Road da çıkıyormuş, merakla bekliyorum. Ateş Böceği Yolu'da çok güzeldi ama Kış Bahçesi ondan daha etkiledi beni. Alın elinize kahvenizi, mendilinizi, en sevdiğiniz köşeye kıvrılın ve saatlerce kitaba dalın.

Not; bu kritiği Pegasus yayınlarının "bizi bize anlatın" yarışmasına yollamıştım üç kitap kazandım sayesinde, o yüzden de bu kitap benim için özel.

4 Eylül 2011 Pazar

Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum. (Kürşat Başar)


"Sen olsaydın yapmazdın biliyorum. Ama herkes senin gibi her zaman sahici olanı, yaşamını küçük mutluluklarla dolduracak, ölümün görüntülerinden kendini uzaklaştıracak, sonradan yürekte yerleşip kalan o saplanmaları duymayacağı bir yaşamı önceden kurgulayamıyor. Belki bir gün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın."
Eskiden okuduğum ve çok beğendiğim kitaplardandır Kürşat Başar'ın bu romanı. Dün hatırlamak için göz attığımda yine etkiledi beni.

Selin ve Elfe çok yakın çocukluk arkadaşlarıdır. Selin'in sorunlar yaşadığı bir ailesi vardır, sürekli olarak ölümü düşünür, hayal dünyasında yaşar sanki. En zor zamanlarında Elfe vardır yanında.
Klinikten çıkınca Elfe sevgilisi Nevit'le tanıştırır Selin'i. Nevit bir piyanisttir, onun kendi havasında, umursamaz, çekiciliğine kapılır Selin. Ve sonraları aşık olur. Nevit ve Selin arasında ilişki başlarken, Elfe uzaktadır, gizli kapaklı bir ilişkidir.
Selin'in yaşadıkları okurken çok üzer insanı. Kızamayız ona, ne denli incindiğini göre göre.
Bir süre sonra Selin hamile kalır, Nevit onu terk eder.
Ve nihai son'la Nevit ve Elfe'nin evlenip Amerika'ya gittikleri, ve sonrasında Selin'in Elfe'ye o "sende ona selam söyle" mektupla biter roman.
Anlarız ki Elfe de her şeyi biliyormuş.

Bu aldatmanın, aldatan ve en acı çeken'in bakış açısıyla yazılmış olması ve bir erkeğin bir kadının hislerini, kırıklıklarını, acılarını bu denli ustalıkla yazmasıdır bu denli etkileyici olan.

Kitapta öyle çok insanı alıp götüren yerleri var ki, altını çize çize okumuşum, yine buldum tekrar çizdim.

"Bazen sözcükleri unutuyorum.
İnsan sözcükleri istediği gibi bir araya getiremediğinde ölmek istiyor."
"Daha önce aşık olmamıştım ki, bilmiyordum,
kitaplardan, filmlerden öğrenilen bir hayat nereye kadar ayrıntıları tanımlayabilir?"
"Yol açtığı bütün savaşları yine o renkli kağıt parçalarının kazandığı bir dünyada adaletten söz edilebilir mi?"
"Ben bu oyunu sevmemiştim, hem de kış biterken ve bütün kış çok üşümüşken. Oyunları hiç sevmiyorum. Oyunların hep kuralları var, oyunların olduğu her yerde, bir kadınla bir erkek arasında hep çatışmalar, uzayan sıkıntılar, yok etmeler var. Bütün oyunlar birinin kazanması için kurulmuş, ben artık oyunlardan korkuyorum, ne olursa olsun birinin kaybedeceğini biliyorum."
"Hep böyle değil miyiz, alabildiğine uzanan dokunulmamış kar örtüsünün üzerinde aldırışsızca koşup bozmuyor muyuz?"
"Bizim gibi birbirine benzeyen, bizim gibi hayatın yalnızca kaçamaklarını yaşamak isteyen zayıf insanlar asla birlikte olamaz."
Bu kitabın Afa yayınlarından çıkan kapağı (benim kitabın oydu)konusu ile,
Alan Parsons Project'in Don't Answer Me şarkısı ve klibi ile ne kadar benziyor, örtüşüyor farkında mısınız?
Hep aklıma gelir elime kitabı alınca bu klip.

Kitap hüzünlüdür, ama bence Kürşat Başar'ın en önemli kitabıdır, mutlaka okunması lazım.



3 Eylül 2011 Cumartesi

Bursa Mutfağı (M.Ömür Akkor)


Blog'da bir ilk yapıp, 2009 Gourmand World Cookbook Awards ödüllü ünlü şef Ömür Akkor'un Bursa Mutfağını tanıtmak istiyorum. Çünkü çok önemli ve özel bir kitap. Sadece yemek kitabı dememek lazım. Uzun süren araştırmalar sonucunda hazırlanmış ve gerçekten tarihe ışık tutan bir eser aynı zamanda. Lakin daha çok insana ulaşmalı diye düşünüyorum.

Ömür Akkor'u Yemekteyiz sayesinde tanıdım, çok ilgimi çekmişti yaptığı yemekler, tarzı. Sonra Sosyal medya (twitter, facebook) sayesinde takip ettikçe daha çok merak ettim kitabını. Lakin bir türlü bulamıyordum, geçen gün Dost Kitabevinde 2. baskısıyla karşılaşınca çok sevindim hemen aldım.

Yazar araştırmasını yaparken dört yıl boyunca neredeyse kapı kapı dolaşıp Bursa'nın mutfağını, geleneklerini, göreneklerini, bilinmeyen tarihinin tozunu silkeleyip günümüze taşımış. Ortada büyük bir araştırma var ve kitabı elinize aldığınız anda dalıp gidiyorsunuz. Bu araştırmasına kadar Doğu mutfağına hakim olan yemek kültürünü bir kenara bırakıp, Batı'ya geçtiğinde ve bu denli derin bir kültürün kapısını araladığının farkında değilmiş. Açıkçası Bursa Mutfağının bu denli önemli olduğunu muhtemelen çoğu kişi düşünmez ama yemeklerin çoğu saray mutfağına taşınmışlar ve bir süre sonra Bursa'dan çıktığı bile unutulmuş.
Kimi tarifler asırlardır yapılmamış olduğunu okuduğumda çok şaşırdım.

Kitap önce Bursa Mutfak Kültürü ile başlıyor. "Seyahatnamelerde Bursa Mutfağı" diye bir bölümle, yüzyıllardır Bursa'ya gelen seyyahların bu mutfağa ne denli önem verdiğini gösterdiği pasajlara yer vermiş. Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lugati't-Türk'ünde bile bu mutfaktan bahsediliyormuş. Çok çok eski kayıtlara ulaşmış düşünün zenginliğini.


Sonra özel günlerde yapılan adetler, çıkarılan yemeklerle devam ediyor. Neyse daha fazla anlatmayayım. Elinize alın ve saatlerce dalın, heyecanını kaçırmayayım böyle anlatarak. Ve çok güzel fotoğraflarla bezeli 150 tarif, yemekler, tatlılar, hamur işlerine geliyor sıra. Kapağını kapatınca "vay be" diyorsunuz.
En çok hoşuma giden şey cilt kokusuydu. Kitap kokusu en çok sevdiği şeylerden olan bendeniz için bu bir nimet tabii.

Ve ayrıca tamamen Bursa mutfağı bu yemeklerdir demiyor yazar, halen ulaşamadığı bilmediği yemekler var ise bana ulaştırın, yeni basımlarında onlara da yer verelim diye eklemiş önsöz'de. Muhtemelen halen araştırıyor, merak ediyor. Bursalılar bu kitabı mutlaka alın ve ayrıca eklemek istedikleriniz olur ise şayet Ömür Akkor'a ulaşın derim ben. Sadece Bursalılar değil tabi hepimizin kültürü diye eklemek isterim. Bir gün umarım kendi kitabımı imzalatacağım, onun için açmaya korkuyorum ben.


Yazarın Twitter adresi, tarif ulaştırmak, yada takip etmek isteyene (benden söylemesi harika yerleri geziyor, bilgiler veriyor)

Bursa Mutfağı ile Rafların Arasından'ın yemek kitapları bölümüne de başlamış olduk. Devamının geleceğini söylemek isterim kendi adıma.

Kitap Ayraçları

Bir kitapsever'in en çok sevdiği şeylerdir kitap ayraçları. Ben şahsen kendim çiziyorum, kartondan kesip boyayıp, kitaba göre tasarlıyorum. Ve rastladığımda kitapçılarda değişik farklı bir tasarımı görünce hemen edinmek istiyorum. Nette arandım ve harika tasarımlar gördüm. Bazılarını rahatlıkla kendimiz yapabiliriz mesela yukarıdakinin yapımı pek kolay ve şirin. Hemde işlevsel.



Benim kitaplarım ise hep böyle. Arasından not kağıtları fışkırıyor.












Güneş Kokusu (Cahit Uçuk)

Bu kitap halamın bize yolladığı eski yayınlardan. O kitapların içinde harika eserler vardı. Çok severek okuduğum sahaf eserleri resmen hepsi. Dikkatimi ilk çeken şey kapağı ve kızın kocaman gözleriydi. Yazar muhtemelen kendini resmetmek istedi burada.

Kitaptan önce yazar hakkında iki kelam etmek istiyorum ben. Yazarlığa 1935 yılında Yarımay dergisinde başlamış ve Nazım Hikmet övgüyle bahsetmiş kendisinden. Bu yazarlığa yeni adım atan biri için tarif edilemez bir gurur olmalı. İsmi Cahide Uçuk olmasına rağmen ona Cahit derlermiş, nedeni Hüseyin Cahit Yalçın'mış babası eğer oğlum olursa Cahit, kızım olursa Cahide koyacağım ismini demiş.

Cahit Uçuk bir süre gizli gizli yazmış yazılarını, birçok kişi erkek sanıyormuş. Eserlerinden kadınları, kadın haklarını işlemiş. Aynı zamanda güzelliği ile dillere destan olan bir kadınmış. Bana Mona Lisa Smile filmindeki Kirsten Dunts'ın oynadığı karakteri hatırlatıyor hep.

Şimdi Güneş Kokusu'na gelirsek şayet, sade ve akıcı bir dili var kitabın. Karakterine hayran kalmıştım. Yokluklar içinde yaratıcı olan, kendi kıyafetlerini kendisi tasarlayan (evet kızın kendi çapında tasarımcı havası çok çok ilgimi çekmişti) , saygılı, ölçülü, tam o dönemi yansıtan bir genç kızı ve aşık olduğu maskeli balodaki adamı anlatıyor. Birde bu kitap ne zaman aklıma gelse, burnuma sabah kızarmış ekmeklerin kokusu geliyor. Aile hep sabahları onu yiyorlardı ve bu kokuya bayılan beni mest ediyorlardı, yazar öyle bir anlatmış ki, o sobada kızarmış ekmekleri, kokuyu alıyorsunuz gerçekten de. Açıkçası kitabı çok eskiden okuduğum için sonunu bir türlü hatırlayamadım, size tavsiye ederken tekrar okumaya karar verdim. Sahaflarda, yada Gitti Gidiyor'da bulabilirsiniz. Bulursanız şayet kaçırmayın, eski İstanbul, hoş havalı kadınlar, şirin bir kızın aşkı güzel gelebilir.

2 Eylül 2011 Cuma

Yalnız Kadınlar Sokağı/Tara Road (Maeve Binchy)


İrlandalı Ria her şeye sahip olduğunu düşünür. Çok gençken aşık olup evlendiği harika bir kocası ve çocukları ile mutlu bir ailesi vardır. Lakin işler istediği gibi değildir aslında. Kocası yarı yaşında bir kadın için bırakır, önce bunu kabullenemez. Sonra kadının hamile olduğunu öğrenir daha çok yıkılır. Çocukları çok şey beklerler onlardan, annelerini suçlarlar.

Rosemary Ryan'ın ise Amerika'da Ria'dan farklı bir hayatı vardır. İyi bir iş kadınıdır, lakin onu çok üzen oğlunun ölümü evliliğini de etkiliyordur.

Bu iki kadın evlerini bir süreliğine takas ederler. Yani Ria Amerikaya gider, Rosemary İrlandaya. İkisinin bu durumda aradıkları şey huzur ve kendi kafalarını dinlemek, çevresindeki seslerden uzaklaşmaktır. Ama ikisi birbirlerinin hayatlarına göz atacak ve dost olacaklardır. Sorunlarına bir nevi uzaktan bakacaklar.

Bu kitap evliliklerin içindeki sorunları, dostları, insanları anlatıyor. Ben şu aşçılık yapan adama hayran olmuştum (kitabı önceden okuduğum için adı aklıma gelmedi pek)

2005 yılında sinemaya'da aktarıldı. Andy Macdowell ve Olivia Williams'ın oynadığı filmi tesadüf sonucunda tv'de izlemiştim, hoş ve kafa dağıtıcı olmasının yanında karakterler, olaylar birebir uymuştu. Kitap kafa dağıtan yaz romanı zaten yazarın tüm romanları öyle aslında. Filmin de fragmanını ekleyeyim fikriniz olsun.



1 Eylül 2011 Perşembe

Leyla'nın Evi (Zülfi Livaneli)

Okurken, kendimi içinde bulduğum, karakterlerle yakın hatta yanlarındaymış gibi hissettiğim romanlardan. Kapağı gibi sıcacık, kendi halinde bir İstanbul romanı yazmış Livaneli.

Üç farklı insanın hikayesini anlatıp onları bir araya getirir. Baş karakter Leyla hanım tam bir eski İstanbul hanımı. Toplumdan dışlanmış bir hayat yaşar. Bunun nedeni gayrimüslim bir babadan olduğu içindir. Annesi ölünce dedesinin felç geçirmesine sebep olduğu için onu suçlarlar bu durumdan. Leyla evde dadısıyla kendi dünyasındadır. Yıllardır oturduğu ve mirasçısı olduğu yalıdan, yeni sahipleri tarafından çıkarılır. Onun için bir deli raporu bile çıkarmaya vardırırlar işi. Çıkmaz istemez, elinde bavuluyla kapıda bekler. Açıkçası o hali çok içime oturmuştu.

Sonrasında Leyla'nın eski hizmetkarının oğlu gazeteci Yusuf'un dikkatini çeker bu durum. Yusuf bakar içinden çıkamaz ve Leyla'yı alıp kendi evine Cihangir'e götürür. Hayatında kendi muhitinden bile belki hiç çıkmayan Leyla için Cihangir bambaşka bir dünyadır.

Ve romanın çarpıcı diğer karakteri Yusuf'un sevgilisi Rukiye nam-ı diğer Roxy'e geliyoruz. Almanya da büyüyen türk kızı Roxy'nin iki ülkede de dışlandığını görüyoruz. Almanya da Türk diye dışlanırken, Türkiye'de de "Almancı" diye bakılır. Ailesel sorunları onu küçük yaşta porno sektörüne iter. Roxy'nin içinde ise müzik vardır. Hip hop müziğine gönül veren Roxy zamanla kendi müziğini yapmaya başlar.

Yusuf Leyla'yı alıp evine getirdiği zaman Roxy hiç hoşlanmaz bu durumdan. Küçücük evlerine kendileri zor sığarken birde tanımadığı yaşlı bir kadını getirdi diye söylenip durur. Tabi diğer odadan Leyla bu sözleri, aşağılamaları, yer yer hakaretleri işitir uzun bir süre.
Sonrasında bir gün Roxy klavyede müzikle uğraşırken Leyla odasından çıkar ve ona yanlış yaptığı noktayı gösterir. Roxy çok şaşırır kadına ve müzik sayesinde aralarındaki o duvar yıkılır. Yaptıkları ve söylediklerinden utanır, çok sever tanıdıkça Leylayı. Sanki küçük bir aile olurlar. Sonrasında Leyla onların hep yanlarında olur, çok sevdiği evine kavuşur. Roxy hamile kalır, Rukiye ismine geri döner. Bu kitabın belki de en önemli yanıdır. Roxy'nin çocuğuna iyi bir anne olma çabası güzel gelir bize. Ve bebekleri doğduğunda adını Leyla koyarlar.

Beni Leyla karakteri çok etkilemişti. Hep büyüklerimiz "sizde yaşlanacaksınız" derler ara ara. Evet yaşlandığımda Leyla gibi olmayı isterim ben. İnsanlara hoşgörü ile yaklaşmayı, aşina olmadığı bir yere bile alışabilmeyi, sevgi ve kibarlıkla çevresindeki insanları mutlu etmeyi ve bunu yapabilen bir yaşlı olmayı gösterdi bana. Kitapta beni etkileyen en önemli unsur bu durumdu. Leyla'nın o naif ve anlayışlı hali sayesinde bu üç insan aile gibi sıcacık bir dostluğa kavuştular.

Eleştirdiğim bir nokta oldu, oda benimde müziğe düşkün olduğumdan dolayı gözüme battı resmen. Livaneli Roxy'nin müzikal ruhunu, hip hop sevgisini anlatırken basite kaçmış sanki. Almanya'da büyüyen ve bu müziğe gönül veren birinin bu denli basit ve popüler müzikleri dinleyeceğini sanmıyorum. En azından ben Roxy olsam onları değil, şunları şunları dinlerdim kesin dedim sürekli okurken. Onun dışında çok fazla eleştirilecek yanı yok bu şahane kitabın.

Ben dizi veya film olarak görebiliriz bu kitabı derken, izleyicilerden tam not alan başarılı bir tiyatro uyarlaması oldu. Geçen sene trafik kazasında kaybettiğimiz Onur Bayraktar'ı aklımıza getirecek aynı zamanda.

Güzel, hüzünlü bir romandır. Livaneli okumak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim.
Related Posts with Thumbnails