30 Mayıs 2011 Pazartesi

Maillerle İlgili Duyuru

Merhaba Dunyali! Ben dostum!

Uzun zamandir -ki yaklasik 11 ay oluyor bu sure- buralarda degildim. Bu zaman icerisinde mail adresime konuk yazarlikla ve cesitli tanitimlarla ilgili bir dunya mail gelmis. Hepsini ancak bugun gordum! Oncelikle mail gonderen herkesten ozur diliyorum. Lutfen ozrumu kabul edin, ardindan, yaptigim esekligin farkinda oldugumdan cok kizmayin ancak kafama tas atabilirsiniz!

Yarindan itibaren konuk yazarlik isteklerini degerlendirmeye ve sizlere ulasmaya baslayacagim!

N'olur cok kizmayin bana!

Sevin beni.

~

Yoklugumda durmadan kitap okuyan, paylasan yazar arkadaslarimin ve yorumlariyla katkida bulunan okuyucularimizin ellerinden gozlerinden operim!

Sevgiler

Amalth.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Dantelacı Kız, Pascal Lainé


Dantelacı Kız, yani Pomme, elma yanaklı, tombulca, sevimli bir kızdır. Zaten elma yanakları için ona Fransızca'da elma anlamını karşılayan "Pomme" adını vermişlerdir. Mütevazi, kendi halinde bir kız olan Pomme'un annesi ise bir konsomatristir. Pomme, annesinin dahil olduğu gece hayatına hiç meraklı değildir, aksine evinden yalnızca işe gitmek için çıkar, bir de yakın bir arkadaşıyla gezintiler yaparlar. Bir gün, bir yüksekokul öğrencisi olan Aimery ile tanışan Pomme, mütevazi hayatını geride bırakacak, yepyeni bir yaşama başlayacaktır.

Can Yayınları'nın eski kapak tasarımlarını daha çok severdim ve bu kitabı da bir yaz mevsiminde, kapağı ve arka kapak yazısına tavlanıp almıştım. René Magritte'in arkası dönük tablolarından biri, Pomme'u nasıl hayal etmemiz gerektiğini de gösteriyordu, duru, hayatın karşısında bütün çıplaklığıyla dikilen, bütün tehlikelere karşı savunmasız bir kızcağız olacaktı Pomme... Romanın başındaki Pomme'u da savunmasız, zavallı bir kız olarak okurken, aslında onun savunmasız değil de sadece boşvermiş biri olduğunu keşfediyoruz, insanların zannettiğimiz kadar güçsüz olmayabileceklerini, güçsüzlüğü tercih edebileceklerini öğreniyoruz.

Pascal Lainé'in okuduğum ilk kitabı Dantelacı Kız'dı ama son olmayacağından eminim çünkü arka kapak tanıtımında yazan şu söz, beni yazarın diğer kitapları için de heveslendiriyor:

Pascal Laine ,Fransa' nın ünlü yazarı François Nourissier 'nin deyişiyle, küpündeki sirkenin hiç tükenmeyecek gibi göründüğü bir yazar.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Işığı Arayanların Karanlık Yanı-Debbie Ford



Işığı Arayanların Karanlık Yanı bir kişisel gelişim kitabı. Ama önemli bir yanı size şunu yapın şöyle iyi olur bunu yapın böyle sevgi pıtırcığı olursunuz demiyor. Adından da anlaşılacağı gibi yolunuzdaki ışığı ararken, karanlık yanlarınızı da görmeniz gerektiğine ışık tutuyor. Sizin sevmediğiniz, itici bulduğunuz ve en karanlık yanlarınızla buluşturuyor. Öncelikle o yanlarınızla yüzleşmeli ve onları kabul edip,onların bizlere kattıklarını benimsememizi hedef alıyor. Karanlık yanların yanı sıra aydınlık ve güzel yanlarımızı da benimsememiz gerektiğini gösteriyor...Mesela kendini güzel bulmayan birinin, o çirkin yanları iyice görüp, özümseyip aynaya baktığında güzel yanlarını da görüp özümsemesini sağlıyor bir nevi.

Her insanın içinde karanlık bir yan vardır ve insanlardan gizlediği, sakladığı yönlerini bir süre sonra kendisi bile görmez olur. Bu bakış açısıyla bir katilin içindeki iyi yönleri ve iyi bir insanın içindeki katil olabilecek kötüyü görebilip, onu kabul etmeyi ve törpülemeyi, altında yatan nedenleri bulmayı hedefliyor.

Ve alt benliklerimizle buluşuyoruz, hiç sevmediğimiz bir köşeye attığımız, ya da üstüne fazla düşüp yorduğumuz alt benliklerimiz. Çok güzel bir egzersizle o benliklerimizle buluşuyor ve onları kabul ediyoruz.
Bu kitabı öncelikle okuyun. Sonrasında bölüm sonlarındaki egzersizleri ders çalışır gibi çalışın, çok ciddi yararlar sağlıyor.
Yani bu kitap elzem birşey herkese tavsiye ediyorum.
Zaten kişisel gelişim deyince akla gelen en önemli kitaplardan biridir kendisi.

3 Mayıs 2011 Salı

Nietzsche Ağladığında/ When Nietzsche Wept-Irvin D.Yalom



"Yine de en çok çiğ tanesi en sessiz gecede düşer biliyorum"

Nietzsche'nin Dr.Breuer hakkındaki notlarından güzel bir alıntı ile başlayayım dedim. 21 Ekim 1882 tarininde Lou Salome'nin Avrupanın en ünlü doktorlarından Joseph Breuer görmek istemesiyle başlar maceramız. Kadın o denli ikna edicidir ki, doktor onun bu garip isteğini kıramaz ve çağın en önemli filozofunu tedavi etmeyi kabul eder. Önce Lou Salome'nin etkisiyle başladığı bu olaya gün geçtikçe filozofu tanımak isteyişi, kendi içindeki çıkmazlar sayesinde doktor hasta ilişkisinin dışında tamamen farklı bir ilerleyişle devam ederler.

Karekterlere baktığımız zaman çoğu bildiğimiz tarihi kişilikler. Sanki gerçek yaşam hikayesi gibi yazılmış bu romanın kurgusal oluşu ve olay örgüsüne kendini kaptırınca olabilir belki de dedirtiyor. Lou Salome yani nam-ı diğer kırbaçlı kadın, Nietzche'nin tanımıyla "ev kedisi kılığına girmiş yırtıcı hayvan" dönemin erkekleri zekaysıyla ve güzelliğiyle etkileyen muhteşem bir karakter. Nietzsche'nin kadınlara olan tavrının yaratıcısı aynı zamanda. Nietzsche, Freud, Paul Ree, Rilke'yi tam anlamıyla büyülemiş.

Freud'u genç, gelecek vaadeden heyecanlı ve Breuer'in yakın dostu bir karakter olarak görüyoruz.

Joseph Breuer ise orta yaşlarında, evliliğinde sorunları olan, aynı zamanda hastalarından birine saplantı derecesinde aşık, kafası karışık bir karakter. Nietzsche ile öyle bir yola giriyorlar ki, kim hasta kim doktor bir süre sonra karışıyor. Ve saplantılı aşkının aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu görerek rahatlıyor.

Ve Nietzsche.

Yalnızlığını seviyor aslında bu adam. Wagner, Paul Ree ve Salome'un ihanetiyle sarsılmış bir kızgın ve yorgun biri olarak görüyoruz. Ama hayat onun karşısına çok fazla kadın tanımadan Lou Salome gibi güçlü, bağımsız bir kadını çıkarıyor. O kadın ki, onun kalbini alıp paramparça ediyor ve kadınlara güvensiz, nefret dolu bir adam haline geliyor. Doktor Bauer'in saplantılarından kurtulduğunu görünce yıkılan duvarları ve ardındaki gözü yaşlı adam ile kitabın en önemli ve vurucu konuşmalarına şahit oluyoruz.

Ne olursa olsun bu kitapta benim edindiğim en önemli şey; insanlara verdiğimiz anlamlardı. Onlara o denli anlamlar yüklüyoruz ki, bir süre sonra o insan ilk gördüğümüz halinden çıkıyor bambaşka biri haline geliyor. O anlamları çıkardığınız zaman elinizde olanı sevemiyorsunuz aslında.

Joseph Breuer'in en takıldığı şey kendi aile hayatını sevmiyor olduğu ve onu bunalttığıydı. Karısı Viyana'nin en güzel ve saygın kadını olmasına rağmen kendi isteği dışında sadece kariyeri için evlenmiş olması, onu eşinden soğutmuş arada bir uçurum olmasını sağlamıştı. Bir anda herşeyin tam tersi olduğunu düşünmesi, hayatındaki bir çok rol oynayan kişilerin olmadığı bir yerde, boşanmış, bambaşka bir hayata sürüklenmiş görünce kendini, aslında yazgısının o denli kötü olmadığını görmesine yol açtı.

"Önce zorunlu olanı istemek, sonra istenileni sevmek" yani "Yazgını sev" mantığına geliyor ve hayatına dört elle sıkıca sarılmasına yol açıyor. Bence kitabın en önemli karakteri Joseph Breuer.

Filme uyarlanan kitaplar kategorisinde yer alan Nietzsche Ağladığında'nın filmi çoğu kişi tarafından "hayal kırıklılığı" bulunmuştur. Ben izlememeyi tercih ettim, kafamda güzel bir yeri var kitabın.

Kitabı okumadıysanız şayet okuyun ve bir döneme yolculuk yapın derim... Ben okurken istemsiz bir şekilde kafamdaki Lou Salome'yi çizmiştim. Bloğumdan o çizimleri ve ilgili yazıyı görebilirsiniz.


"Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür, bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam :"bu köprüyü geçip bana gelir misin?" İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. Ama o küçücük köprüyü düşündüğünde sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın..."





Related Posts with Thumbnails