28 Şubat 2010 Pazar

Siyah Süt | Elif Şafak


Siyah Süt - Elif Şafak

İtiraf ediyorum Elif Şafak'ın sadece bu kitabını okudum. Diğerlerini okumadım çünkü fırsatım olmadı ya da öyle birşey...

Efendim şöyle bir konu var kitapta;
Elif Şafak bu kitabı anne olmadan,evlenmeden önce yazmış. Kendi hayatını anlattığı bu kitapta sadece çocuğunu ve yaşamını anlatmakla kalmamış,çok güzel bir iç dünya analizine de başvurmuş. Kitapta 4 tane parmak kadınımız var Elif Şafak'ın iç dünyasında... 4 küçük kadın Elif Şafak'ın ayrı ayrı kutuplarında bulunan ayrı ayrı özellikleri. Baskın özellikleri ve sinik özellikleri de çok güzel ayırd etmiş bu kitapta :)

Benim çok hoşuma giden,okudukça tekrar tekrar okuyabildiğim,kapağından ilham aldığım,mükemmel tasarlanmış,su gibi giden bir kitap :) Özellikle küçük kadınların iç dünyası harikaydı. Şöyle bir hayalgücümü zenginleştiren,benim de parmak kadınlarımı ortaya çıkartan bir kitaptı anlayacağınız.

Kitapı okurken çok düşündüm,benim içimdeki küçük kadınları,çatışan yanlarımı,uyumlu karakterlerimi,birbirini destekleyenleri... Çok üzüldüm aslında böyle çok yanlı olduğuma...
Hangi karakterim benim üzerimde daha baskın diye bir çok tespit yapmaya çalıştım... Düşündürücü,düşündürürken de eğlendirici bir kitap... Kesinlikle tavsiye ederim...
Muhakkak okunmalı...

10 üzerinden 9 :)

Sadece Aptallar 8 Saat Uyur | Erdal Demirkıran


Kişisel gelişim serileri aşkım hiç bitmeyecek :)...

Kendini Dünyanın En Akıllı insanı olarak tabir eden Erdal Demirkıran'ın her kitabı okunmaya değer,bize bizden birşeyler katan kitaplar... Her kitabının yazılış konusu farklı ama amacı sonunda insanın benliğine çıkıyor... Kişisel gelişim kitaplarının sıradanlığı olan insanın özüne...

Erdal Demirkıran bu kitabında hayalgücümüzü kullandırarak beynimize bir yolculuğa çıkartıyor önce bizleri. Hipotalamusumuza kadar gidip oraları bir kolaçan edip koltuğunuza geri dönüyorsunuz. Sizlere nasıl daha az uyunacağını,aslında 8 saat uyumanın "biz akıllı insanlar" için olmadığını,onu sadece aptalların yapabileceğini ve bizim bu 8 saat uyuma inancımı değiştirebileceğini bu kitapta anlatıyor Erdal Demirkıran...

Kitapların en sevdiğim kısmı köşelerinde küçük kutuların içinden çıkan süprizler oluyor. Anlamlı ya da anlamsız çıkan her bir hediye kitapla bağıntılı olduğu için kitapla olan bağınızı artırmakla kalmıyor ayrıca içinizi müthiş bir inanç duygusu kaplıyor... "Yapabilirim!" diyorsunuz sizde benim gibi...

[Not: Başarabildim mi? Hayır. Neden? Şartlar müsait değildi... Gecenin 4'ünde kalkıp da tek başıma ne yapacağım? Di mi ama?]


Bu kitap kişisel gelişim serisi sevdiğim göz önünde bulundurularak benden 10 üzerinden 8 puan alıyor :)

Son olarak: Aklı başında hiç bir insan ömrünün 1/3'ünü yastığa bağışlamaz.
Erdal Demirkıran

Bir Klasik (İntibah) | Namık Kemal


Konuk yazarlığım bitmeden önce birkaç parça yazı daha yazmak istedim :) Bu seferki kitabımız bir klasik olan İntibah... Bu kitaba eski bir kitap olduğu için çok önyargılı yaklaşmıştım açıkcası... [Çok yanlış olduğunu biliyorum fakat benim için önce kitabın kapağı,sonra yazıldığı tarih daha sonra ise konusu önemlidir.] Fakat kitapyurdu.com'da çok uygun fiyata bulunca okumak istedim.

İntibah'ın konusunu eminim bir çok sitede kolayca bulabilirsiniz,çünkü bu kitap bize ödev olarak verildiğinde bende önce almayacağımı düşünüp sitelere bakmıştım. Ama sonra alıp okumanın daha iyi olacağını düşündüm.

Efendim asıl konumuz Ali Bey, Mahpeyker , Dilaşub ve Ali Bey'in annesi üzerinde geçiyor. Gerçekten bir klasik olduğunu kitabın ilk sayfasını çevirdiğinizde anlayabiliyorsunuz. Kitabın içeriğine pek fazla değinmek istemiyorum.
Her ne olursa olsun,okunması gereken bir kitap...
Olaylar,karakterler birebir yansıtılıp o an yaşatılmış...

10 üzerinden değerlendirmem gerekirse çok sürükleyici bir kitap olmadığından dolayı 5 veririm... :)

Aspidistra - George Orwell


Paraya ve aslında sisteme karşı bir duruş. Tek kişilik bir savaş.
Savaşı açan genç adam için hepsinin sembolü olan bir zambak türü Aspidistra.
Sisteme boyun eğen insanların, üst sınıfa özenen alt sınıfın sembolü. Pencerenin önünde, her evde.

Bazen bu genç adamı hırpalamak istedim. Bazen de saygı duydum kalın kafalılığına ve inandığından vazgeçmeden, konformist olmayı seçmeden, sefillik içinde hayatı sürdürme çabasından ötürü.

Ancak sistem içimize öyle işlemiş ki; ona karşı savaşmayı bırakmak için küçük ama manevi olarak büyük bir neden yetti. Belki de bu küçük neden sadece bir araçtı ve tam zamanında yetişti.

Savaşa son vermenin yarattığı rahatlama hissini görmekten de hoşlandım, diyemem. Hele de zambak için son sayfada verilen savaşı.

"Ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin" sözünün kafama kafama vurulduğunu hissettim.

Büyük resimde ne kadar küçük olduğumuzu ve acı gerçekleri görmek isteyenlere tavsiye ederim.


Foto: philatelicexporter.com

Bir Uyumsuzun Notları - Tomris Uyar


Tomris Uyar ile tanışmak için neden bu kadar geç kalmışım? Ne yapıyormuşum bu zamana kadar diye kendimi yiyorum.

Eleştirel bakış açısı, huysuzluğu, zorlamadan yazım tarzı, denemeleri, hayata bakışı, kısa öyküleri ile benim kalbimi öyle bir fethetti ki artık yaşamıyor olması, kitaplarını bitirdiğimde yazdıklarını okumaya devam edemeyecek olmam, çok üzüyor beni.

Kitapçılarda kolaylıkla bulunmayan güncelerinin sonuncusuydu bu. Bir arkadaşımdan ödünç aldım ve tadına vara vara, notlar ala ala, nasıl bitirdim kitabı bilmiyorum.

Diğer güncelerini Yapı Kredi Yayınlarının alışveriş sitesinde gördüm, hemen ısmarlayacağım. Eksik kalanlar için de sahaflara bakınırım, artık.

Bu güncelerde, deneme şeklinde hayatından parçalar, kızdıkları, sevdikleri var.
Kısacası içini dökmüş Tomris Uyar.

Bir kitabın nasıl yorumlanacağı, hangi açılardan, hangi katmanlarda yazarın ne yapmaya çalıştığı üzerine ondan ders almış, şanslı öğrencilerinden biri olsaydım keşke.

Foto: kitapozetim.net

24 Şubat 2010 Çarşamba

Kayıp Gül | Serdar Özkan


Kayıp Gül-Serdar Özkan

Kitap hakkında önyargılarım vardı. Ama kütüphanede görünce de üstüne atlamak suretiyle almış bulundum. Kitap 2 günde bitti... Normalde 205 sayfalık bir kitabı 1 günde bitirebilmem gerekirken bunun süresi biraz uzadı çünkü başlarda olaya giriş aşamasında fazla kaldığı için kitabın süresi de uzadı bana göre :)

Kitap hakkında çok acımasız eleştiri yapanları pek haklı bulmuyorum. Gayet güzel bir kitap... Ama insanın sorularına bir türlü cevap veremeyen bir kitap... Kitapta neler olacağını heyecanla beklerken hiç ummadığım bir sonla bitti kitap... İnsanı kendi benliği hakkında bol bol düşündüren bir kitap... Kitapta bazı yerlerde konu bütünlüğüne rastlayamadım ama okuduğum bir çok kitaba göre güzel,okunabilir bir kitaptı...

Kitaptaki Diana adında [Diana Roma mitolojisine göre Artemis'in diğer ismiymiş ve kitapta bunlardan bolca bahsediliyor.] ki "güzel" bir kızın hikayesi anlatılıyor. İnsanlar onun süsüne,gösterişine önem verirlerken Diana da kendini onlara göre şekillendirerek bir kuklaya dönüşüyor. Zamanla bu hayattan sıkılıp kendi yolunu bulma umuduyla güllerin peşinden gidiyor.

Daha fazla bilgi vermek istemiyorum,esrarı kaçmasın fakat 10 üzerinden değerlendirilirse 6'lık bir kitaptı bana göre...

Liste Fiyatı: 25,00 TL.
Yayın Yılı: 2009
232 sayfa
Dili: TÜRKÇE

23 Şubat 2010 Salı

Çatı | V.C. Andrews

ÇATI-V.C. ANDREWS


Aslında bu kitabı bayıla bayıla, tadını çıkara çıkara okumama hatta okuduğum zaman bunun üstüne kitap tanımayacağıma, okumaktan soğuyacağıma dair ön yargılarım vardı. Fakat bunun ardından okuduğum kitaplarda bu kitabın gözümde büyüttüğüm gibi olmadığını gördüm. Çünkü Çatı-Dollanganger Ailesinin serisinin 2.kitabında kitap baya bir cıvıttıkça, okuma gücüm azaldı, ıkına sıkıla kitabı bitirdim…

Ama bu kitap hakkında aynı düşüncelere sahip değilim… Başta “sandığım” kadar iyi olmadığını söylesem de yine de hakkını vermek lazım. Muhteşem bir kitap… Kitapta önümüze mutlu bir aile tablosu, çeşit çeşit süsler, oyuncaklar ve elde edilebilen her şey konulmuş. Yazar bir çizgi çizmeye çalıştıysa da pek başarılı olamamış. Fakat olaylar hızlı gelişiyor ve daha vakit çok erkenken hikâyedeki kahramanımız, babamızı kaybediyoruz. Annemiz de bir sürü borcun harcın içine girince kızılca kıyamet burada kopuyor işte…

Kitabın içeriğine daha fazla değinmek isterdim fakat akıcı bir anlatımı olduğu için zaten kendinizi hikâyenin içinde bulacaksınız. Çok olaylı, çok seri bir kitap… Ve eminim bu kitabın bağımlısı olup diğer serileri okumak için can atacaksınız…

Kitap aklınıza bir sürü soru getirecek, kesinlikle olamayacak dediğiniz şeyler hakkında fikirleriniz değişebilecek… Size sizden bir şeyler katacak olan bu kitabı muhakkak okumanızı öneririm.

Haftanın Konuk Yazarı - I

Nihayet Haftanın Konuk Yazarlarından ilki ile karşınızdayız! İlk yazısını henüz yayınlamış olan konuk yazarımız Asli:)! Kendisinin iki ayrı blogu bulunmakta, ziyaret ediniz, izleyiniz, seviniz.

Hoşgeldin Asli:)

Ve paylaşımların için şimdiden teşekkür ederiz.

Müdüriyet.

Not: Aslı potansiyelimiz artıyor, biri bizi durdursun:P

22 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Varmış Bir Yokmuş | Ayşe Kulin


Öncelikle merhabalar :) Nasıl bir giriş yapacağımı bilemediğim için es geçiyorum :) Kitabımız ;

Bir Varmış Bir Yokmuş - AYŞE KULİN


Adından da anlaşılacağı gibi masal tadında bir kitap… Kitabın bir yanında gerçek hikâyeler, diğer tarafında kurmaca hikâyeler var fakat bu kitapta size söylenmiyor, siz anlamaya çalışıyorsunuz ki zaten anlamak da pek zor olmuyor. Kitabı evirip çevirip okumanız gerekmekte… Tabi seçim sizin… Kitapta her biri farklı bir olay olan fakat birbirini andıran hikâyeler anlatarak yaşamlarımızı süsleyen ve hayal gücümüzü artıran bir takım hikâyeler sıralanıyor. Ayrı ayrı hikâyeler de olduğu için isterseniz kitabı ortasından açıp da okuyabilirsiniz… Fakat yine de önerim kitabın ahengini bozmadan bir tersinden bir yüzünden okumanızdır.İlahi bakış açısıyla yazılmış bu kitaplar, insan ruhunun derinliklerine kadar inerek kendimizi sorgulamamızı ve silkinmemizi sağlıyor.

Gerçekler, hayatın bir parçasından alınmış, tanıdık yaşamlara ışık tutabileceğimiz, sahipleneceğimiz bir havaya bürünmüş olarak bizlere sunuluyor… Kurgu ise gerçeklerle bağlanmış bir biçimde, hikâyenin devamını getirircesine, gerçekle iç içe geçmiş olarak önümüze sunuluyor. Kurmaca hikâyelerin etkisi altında kalıp, çok şaşıracaksınız.

Kitap isterseniz “Bir Varmış Bir Yokmuş” olabilmekle beraber isterseniz “Bir Yokmuş Bir Varmış” de olabiliyor. Masal tadında bu kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Bu kitapta bir yerlerde kendinizi bulacaksınız.

21 Şubat 2010 Pazar

Amcam Oswald ya da 'Size amca diyebilir miyim?'

Kancık'taki Oswald Amca öykülerinde upgraded bir Christian Troy tadı yakalayan meraklı okur, bu kitabı bitirdikten sonra ilk iş bu güzide amcayı daha yakından tanımak üzere Amcam Oswald'ı okuyacaktır elbette. Troy'a gönderme yapıyorum ama sanmayın ki Oswald'ın tek olayı non-stop seks. Troy'un libidosunu alın, zıpırlıkta sınır tanımayan bir zekayla karıştırıp rafineleştirin, sonra da yatak odasından çıkartıp hayatın bütün alanlarına uyarlayın. hah, işte Oswald Amca böyle bir fenomen. kitaptaki tanımıyla 'bütün zamanların en büyük çapkını, en büyük ahlaksızı, zevk ve çılgınlık düşkünü'. her anı ayrı bir macera olan hayatını, tuttuğu günlüklere bir nakış edasıyla işleyen bu amcamız, ilk gençlik yıllarındaki bir keşfiyle manyak gibi zengin olmuştur. öyle ki nerdeyse el kadar bebeyken ciddi business yapmaktadır. ama neyin business'ı! sudan kabarcık böceği olarak bilinen ve kurutulduğunda elde edilen tozla teneşir paklar dönemindeki dedecikleri bile ateşli birer romeo'ya dönüştüren naneyle :) ve başlar kendi şeytanca amaçları için zamanın tüm ünlülerini baştan çıkarmaya. tufaya gelenler arasında kimler yoktur ki: Einstein, Freud, Picasso, Stravinsky, Proust, Monet...

okuyunca siz de takdir edeceksiniz ki Oswald aslında son 10 yılda pıtrak gibi çoğalan sperm bankası fikrinin bal gibi de babasıdır :) ama asıl numara yukarda adını geçirdiğim isimlerden ve daha nice yiğitlerden nasıl da çaktırmadan sperm almayı becerdiğidir.

nedense Roald Dahl'ı özellikle erkeklere tavsiye edesim var. çapkınlara, mangalda kül bırakmayanlara, zeki çocuklara. ve o işler öyle değil böyle oluyor yavrum demek isterim dudaklarımda acı bir gülümsemeyle :p


artık biliyorsunuz: Roald Dahl
yayınevi: Can
çeviren: Zennur Kocataş
kaç sayfa: 216
fiyat yine meçhul.

ps: ya şimdi düşündüm de hollywood nasıl olur da film yapmaz bu Oswald Amca'yı, hayret ettim. yemin ediyorum bunu akıl eden prodüktör 7 sülalesini geçindirecek parayı tek seferde garantiler.

Zeka fışkırtan bir yazar: Roald Dahl

blogun en tembeli ödülünü kucaklamama az kaldığına kanaat getirerek az önce bir telaşla kütüphaneme koştum. elimdeki kitapları bitiremiyorum, bari eskilerden bir best of yapayım dedim. geçen seneki en büyük keşfim Roald Dahl'a gitti hemen elim. bugün Dahl'dan 2 kitap tanıtayım, siz kopa kopa okurken hayır duanızı alayım :)

suyunun suyu bir arkadaş evinde tuvalete girerken elime gelen ilk kitabı kaparak tanıştım Dahl'la. elbette yazarı tanıyordum zira her gurme velet gibi çarli'nin çikolata fabrikası'nı okumuştum ve belki de doğal olarak bu adamı kafamda çocuk kitabı section'ına fişlemiştim. o gün aman zaten işim uzun sürmez, 2-3 sayfa okuyayım diye aldığım kitaba o kadar kaptırdım ki, ordan çıkışta yarım bırakmış olmanın  burukluğuyla koşa koşa gidip satın aldım: evet, ilk kitabımız Kancık.

Kancık toplam 4 uzun öyküden oluşuyor, her biri ayrı lezzetli, ayrı dumur. sadece ilk öykü feci şekilde üzücü, hatta regl öncesinde filansanız oturup hüngür hüngür ağlayabilirsiniz bile. diğer 3 öykü de şoklardan şok beğendiren cinsten ama ilk öykü kadar buruk değil. diyebiliriz ki yazar bu kitabındaki 3 öyküde kadın-erkek ilişkilerine alaycı bir bakış atıyor. ama öyle böyle değil, yuh-çüş-oha dedirtiyor. bu kitabı bitirince hemen adamın başka bir kitabını okuma isteğiyle kıvranmaya başlıyorsunuz. hele 2. ve 4. öyküde edebiyat gündeminize bir oswald amca giriyor ki tadından yenmez! bir daha asla unutamayacağınız bir karakter. zeki, şaşırtıcı, macera dolu bir hayatı ve akla hayale gelmez fikirleri var.

hem konulardan örnek vermek istiyorum hem de ucundan dahi olsa kopya vermek istemiyorum. ama şöyle bir parmak bal çal diyorsanız buyrun madem: çok sevdiği kocası öldükten sonra intihara karar veren bir kadının ilk aşkıyla karşılaşması nasıl bitebilir? çölün ortasında misafir edildiği bir evde 2 nefis kadından hangisinin gece koynuna girdiğini bilemeyen bir adam en fazla ne kadar şaşırabilir? karılarını karılarından habersiz değiş tokuş etmek suretiyle fantaziye koşma heveslisi adamları neler bekliyordur? herkes üzerinde cinsel uyarıcı işlevi gören bir kokuyla neler yapılabilir?

içinize bir merak düştü değil mi! ama şimdilik oswald amca'yı aklınızda tutun, bir sonraki kitabımız tam 216 sayfa boyunca ona odaklanıyor zira ;)

yazarların kralı: Roald dahl
kaç sayfa: 164 sayfa - su gibi okunuyor.
nerden çıkmış: can yayınları
çeviri: tülin nutku
kaç para: yazmıyor ama taş çatlasın 10'dur 15'tir.
tavsiye eder miyim: hem de nasıl!

19 Şubat 2010 Cuma

Frankenstein ya da Modern Prometheus | Mary Shelley


Korku edebiyatının kült eserlerinden biri Frankenstein'ı tanıtacağım bugün.

Victor Frankenstein bir tıp öğrencisidir, başarılı bir öğrencidir ve ailesi tarafından umutla desteklenmektedir. Mutlaka yeni bir hastalığa bir çare üreteceği düşünülmekte, Victor da tıp üzerine büyük çalışmalar yapmaktadır. Ancak kimse Doktor Frankenstein'ın gerçekten ne üzerine çalıştığını bilmiyordur, Frankenstein, ölü insanların vücut parçalarının hayat fonksiyonlarını devam ettirmeyi, hatta ölümü ortadan kaldırmayı hedefleyerek ceset parçalarıyla çalışıyordur. Bu çalışmalarının sonunda bir gün gerçekten de tamamen ölü organlarla ve ölü dokularla bir insan vücudunu tamamlayarak yaşıyor hale getirmeyi başarır. Yarattığı şeyden fazlasıyla korkar, İblis adını verdiği yaratık düşündüğünden daha güçlü bir şekilde canlanmıştır ve yeni canlanmanın sersemliğiyle önüne gelen her şeye zarar vermeye başlar. Frankenstein, yarattığı canavarla karşılaşmak istemez, varlığını reddeder, canavar laboratuvara büyük zarar verip kaçtıktan sonra Frankenstein onun peşinden gitmez ve böylece bir daha İblis'i görmeyeceğini sanar. Oysa çok yanılıyordur, İblis zannettiği gibi duygusuz ve aptal değildir, duyguları ve anlama yetisi vardır ve yaratıcısı Frankenstein'ı da tanıyordur üstelik istenmediğini de hissetmiştir... Frankenstein, İblis'ten kurtulduğunu sanarken, hayatı boyunca İblis'ten kaçamayacağının farkında değildir...

Mary Shelley, romanına İncil'den bir alıntıyla başlar:

"Senden istedim mi, yaratıcım, benim olduğum balçıktan

Beni insan kalıbına dök diye?

Yakardım mı sana

Karanlıktan çekip alman için beni?"


Adem'in tanrısına söylediği sözler, İblis'in Frankenstein'a serzenişi gibidir çünkü. Üstelik Shelley'in romanı yazarken içinde bulunduğu ruh hali de ilgi çekicidir. Hamilelik dönemindeyken bebeğini kaybeden Shelley, şair olan eşiyle birlikte bu kaybının ardından kendisini toparlamak için elinden geleni yapmaktadır. O sıralar çareyi yazmakta bulur ve günlükleriyle birlikte Frankenstein'ı yazar. Frankenstein'ın yazıldığı dönemlerde, Shelley'in günlüklerinde de şu ibareler vardır:


13 Mart: ...Düşüncelerimle başbaşa kaldığım ve onları dağıtmak için okumadığım her anda, sürekli aynı noktaya geri dönüyorlar: Bir anneydim ve artık değilim.

19 Mart: Küçük bebeğimin yeniden canlandığını gördüm; meğer yalnızca üşümüş,onu ateşin önünde ovaladık ve yaşadı. Uyandım ve bebek yoktu. Bütün gün o küçük şeyi düşünüyorum. Moralim iyi değil.


Frankenstein, gotik edebiyatın ve korku edebiyatının yapı taşlarından biri, pek çok kez filmi çekilmiş bir şaheser, pek çok diziye, karikatüre, öyküye ilham vermiş bir yapıttır. Mary Shelley'in tanrıya isyanı, ümitsizliklerine başkaldırışıdır aynı zamanda ve yazıldığı tarih olan 1818 yılından günümüze kadar korkutuculuğundan, gizeminden, edebi değerinden hiçbir şey kaybetmeden gelmiştir. Korku edebiyatı ve gotik edebiyat severlerin kitaplıklarında mutlaka bulundurmaları, kitaplıkta bulundurmakla yetinmeyip tekrar tekrar okumaları gereken bir eser, asla tazeliğini yitirmeyecektir emin olun.

18 Şubat 2010 Perşembe

Bir Fahişenin Günlüğü-Nina Holm

Fahişelik insanlık tarihinin belki en eski mesleklerinden olsa gerek. Hayatları ise her zaman ilgi çekmiştir kanımca. Bu kitabı çok eskiden okumuştum. Ve onların hayatlarına değişik bir bakış açısıyla bakmamı sağlamıştı.

Kitap Danimarka'da geçiyor. Kahramanımız Eva iki çocuk sahibi tecrübeli bir fahişe. Ve yaptığı işten kızlarının haberi yok. Onları çok iyi okullarda okutmak için ve rahat bir hayatları olsun diye bu mesleği yapıyor. Çünkü tahsili yok,zor bir hayatı olmuş.

Yılbaşında bir günlük hediye ediliyor, önceleri pek yazmak istemese de, sonra günü gününe yazıyor. Çok renkli bir hayatı var esasen. Müşterileri, arkadaşları, ailesi, New Paradise barı birbirinden renkliler.
Ve baktığımız zaman klasik fahişelerin aksine çok entellektüel ve esprili bir yaklaşımı var. Müşterileriyle siyaset tartışmaları yapacak kadar akıllı bir kadın.

En büyük korkusu kızlarının yaptığı işi öğrenmesi ve onları hayal kırıklılığına uğratmak. Bu melodramı belkide. Ve insanın fahişelere bakış açısını değiştiren yeri olsa gerek...

Bu kitabı bulabilirseniz şayet öneririm(çünkü ben kapağını bile google da zor buldum) , gayet eğlenceli, düşündürücü ve ilgi çekici bir kitaptır. Danimarka'nın arka sokaklarına götürür...


Algernon'a Çiçekler | Daniel Keyes


Eğer bir kitapçıda Daniel Keyes'in Kobay adında bir romanını görüp "Aa bunun da kapağında fare var, Algernon'a Çiçekler'in kapağında da fare vardı Rafların Arasından'da." derseniz, bilin ki aynı romanı elinizde tutmaktasınız. Romanın orjinal adının Flowers For Algernon olmasına rağmen neden böylesine Türkçeleştirmişler diye soracak olursanız, çok satanlar listesindeki bu kitabı eskiden Ali Poyrazoğlu da oyunlaştırmış, oyunun adı da Kobay'mış ve bu yüzden yeni baskıların kimisinde romanın başlığı Kobay olarak değiştirilmiş.

Çok satan kitaplara karşı önyargılarımı yıkan kitaplardan biri Harry Potter serisi, diğeri de Algernon'a Çiçekler'dir. Romanın kahramanı, zeka geriliği yaşayan Charlie Gordon ismindeki fırıncı çırağı. Zeka özrüne çare bulunabilmesi ihtimaliyle bir araştırmaya gönüllü olan Charlie, doktorları tarafından bir günlük tutmaya zorlanıyor. Böylece tuttuğu günlük sayesinde hem zekasını geliştirecek hem de zeka ilerlemesini eski sayfalara her baktığında kendi gözleriyle de görebilecek, motivasyonunu kaybetmeyecektir. Önceleri kendisine çok zor gelen bu günlük tutma işi, Charlie için gitgide zevkli bir hal almaya başlar çünkü klinikte geçirdiği zamanlarda anlatacağı daha fazla şey olmaya başlar. Çalıştığı fırındaki arkadaşları dışında hiç tanıdığı olmayan, ailesinden uzakta yaşayan Charlie'nin klinikteki yeni arkadaşı Algernon adındaki bir deney faresidir. Charlie'nin içinde olduğu araştırmayı gerçekleştiren doktorlar, tüm ilaçları, tüm zeka egzersizlerini önce Algernon'da denemekte, sonra Charlie üzerinde uygulamaktadırlar ve Algernon'un zekası gözle görülür şekilde gelişmektedir. Standart deney farelerinden çok daha zeki olan Algernon, pek çok testte Charlie'den daha iyi sonuç alabilmekte, çözümlere Charlie'den daha kolayca ulaşabilmektedir ve Charlie bu duruma içerler fakat Algernon'u kıskanmaz, Algernon onun arkadaşıdır ve kendine bir söz verir. Tüm egzersizlere daha çok odaklanacak, ilaçlarını zamanında alacak, günlüğünü düzenli bir şekilde tutacak ve zeka egzersizlerinde sonuca Algernon'dan daha erken ulaşacaktır.


Roman, Charlie'nin günlüğünden oluşuyor. İlk başlarda imla hatalarıyla, anlatım bozukluklarıyla dolu bölümler var çünkü Charlie kendini ifade etme yeteneğinden yoksun. Gitgide, Algernon'la yarışmaya başlamasıyla birlikte imlasına dikkat etmeye başlıyor. Yapılan araştırma, zeka ilerletme deneyi büyük bir başarı gösteriyor. Önce Algernon bu deney sayesinde bir fareden beklenmeyecek tepkiler ve sonuçlar vermeye başlıyor ve toplama yapabilen, problem çözebilen bir fare haline geliyor. Sonra Charlie de gerizekalı bir fırıncı çırağı olarak başladığı deneyden, fizik problemleri çözebilen, üniversite profesörleriyle sanattan konuşabilen, olağanüstü bir zekayla çıkıyor. Tabi deneyi yapan klinik, Charlie ve Algernon da ülkenin en ünlü isimleri oluyorlar, inanılacak gibi değil yarattıkları şaşkınlık...

Ta ki Algernon'daki ilerleme önce durup sonra gerilemeye başlayana kadar...



Bir romanın türünü belirlemek benim için genelde zordur, okuduğum kitapları etiketlemek, kategorize etmek işin en zevksiz kısmıdır ve çok zaman ne okuduğumu önceden bilmeden okurum. Algernon'a Çiçekler'i okurken gözyaşı da döktüm, sevindim de... Ama bu romanın bir bilimkurgu romanı olabileceği önceleri hiç aklıma gelmemişti. Bu kitabın bir bilimkurgu romanı olduğunu düşünürsek (romanda hatrı sayılır derecede bilimsel araştırmalar yer alıyor, bir deneyin aşama aşama ilerlemesini izliyoruz), okuduğum en duygu yüklü bilimkurgu romanı diyebilirim. Yok çok satan olması için yazılmış bir kitap olduğunu düşünürsek de en özenle çalışılarak yazılmış çok satan roman diyebilirim.

Bu kitaptan yapılan bir film de var, Charlie...

Kitabı kesinlikle tavsiye ederim. İyi okumalar.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Cinayetler Oteli | Agatha Christie


Polisiye romanlar kraliçesinin aslında pek el üstünde tutamayacağımız kitaplarından biri Cinayetler Oteli... Olaylar ve fikirler her zamanki gibi harikülade lakin Cinayetler Oteli kısa kesilmiş bir kitap izlenimini veriyor. Sanki asıl üzerinde durulması gerekenler yerine yan hikayeler fazlasıyla vurgulanmış gibi...

Kitap, kitaba adını veren uzunca bir öykü ve nispeten kısa bir öyküden oluşuyor. İlk öykü Cinayetler Oteli, ikincisi ise Greenshow'un Deliliği... Her öyküde de Christie'nin ana kahramanlarından biri olan saygıdeğer Jane Marple ön planda. Miss Marple yine gözlem yeteneğini konuşturuyor ve yine kendini bir anda cinayet soruşturmalarının ortasında buluyor!

~~~~~~~~~~

Cinayetler Oteli 1960'lı yıllarda Londra'daki Bertram Oteli'nde geçiyor. Bertram öyle bir otel ki çay içilen porselenlerden, konuklarına, dekorundan, çalışanlarına 1900'lü yılların başlarını yaşatıyor. Çocukken bu oteli ziyaret eden Marple, yeğenlerinin teyzelerini bir tatile gönderme planları üzerine kendisini yıllar boyunca hiç değişmeden kalmış gibi görünen Bertram Otelinde buluyor. Otel çok pahalı, çok elit bir kesmi misafir ediyor ancak yolunda gitmeyen birşeyler var... Soygunlar oluyor, Marple aslında önemsiz gibi görünen konuşmalara kulak misafiri oluyor ve sonunda bir cinayet işleniyor... Ve kahramanımız Marple her zamanki gibi kendisini yine bir cinayet soruşturmasının ortasında buluyor!

Greenshow'un Deliliği ise binbir mimari tarzın bir araya getirilip oluşturulduğu dehşetli bir ev! Miras, para, malikane, mirasta gözü olanlar, üç zanlı, cinayet ve Marple... Bu sefer Marple doğrudan hikayenin içinde değil lakin yine de işlenen cinayeti ustalıkla çözmeyi beceriyor!

~~~~~~~~~~

Cinayetler Oteli okumadan ölmeyin diyebileceğim bir kitap değil ne yazık ki! Ancak Agatha Christie severlerin seriyi tamamlamak üzere okumaları gereken ve Christie'nin yazınının gelişimini çok da iyi bir şekilde gözler önüne seren bir kitap.

Elimdeki kitabın çok eski basım olmasından kaynaklandığını düşündüğüm bazı sorunları da yok değil... İmla hataları, bazen Jane yerine Joan demeler, bazı yerlerde yanlış çevrilmiş ve bir türlü anlamını kavrayamadığım cümleler, vs...

~~~~~~~~~~

Kitap hakkında yazmak üzere birkaç gün önce kitabı elime aldığımda aslında Bertram Otelinin tasvirlerinden başka hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim ve üzerine yazabilmek adına yeniden okudum. Siz de okuduğunuzda ve üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra muhtemelen benimle aynı şeyleri hatırlıyor ve olayın aslında ne olduğunu unutmuş olacaksınız!

Her ne kadar diğer kitaplarının yerini tutamasa da yine de Agatha Christie'nin hatrına okunması gereken ya da en azından saygı duyulması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum Cinayetler Oteli'nin...

~~~~~~~~~~

Yazarı- Agatha Christie
Adı- Cinayetler Oteli
Orijinal Adı- The Bertrams Hotel
Çeviren- Gönül Suveren
Sayfa Sayısı- 176
Tür- Öykü / Polisiye

Kaç günde okudum- 2 gün
Kaç kuruş- 8,80 TL (@ kitapyurdu.com)
Öneririr miyim- Agatha severseniz okuyun, efendim. Yok, Agatha'ya yeni başlayacağım diyorsanız polisiye kraliçesinin tarzına giriş açısıdan yanlış bir kitap olacağı görüşündeyim.

Şeytanın Sağ Eli | John Saul


Şeytanın Sağ Eli ile Migros'ta tanesi 5 liraya satılan kitapların arasından bana göz kırpması ile tanıştım. Dikkat ederseniz, kitabın kapağında herşeyden üstte, New York Times Bestseller oldugu belirtiliyor. Ve işte bu kitap, benim bestsellerlara olan alerjimi iyice pekiştiren bir deneyim oldu.

Korku-gerilim edebiyatı, hep üvey evlat gibi görünüp  ciddiye alınmıyorsa bu gibi kitaplar yüzünden olabilir. Aslında, Stephen King ve Dean R. Koontz'u eleştirilenlere okutulması gereken bir kitap bu.  Hayal gücü yok, konu son derece klişe, anlatım dili hiç sürükleyici değil. Kısaca, karakterler yüzeysel, hikaye de bildik olunca,  sadece bitirmek için devam ettirdiğim, eziyet gibi bir okuma deneyimi yaşadım.

Bu kitap nasıl best-seller olmuş? İnanın hiçbir fikrim yok, çünkü kalite olarak çok daha alt seviyelerde. Hani eski kitapçılarda, zamanın hürriyet ve milliyet gazeteleri tarafından verilen "kocam aslında bir cesetti" vs. gibi fi tarihinden kalma kitaplar olurdu. Artık çeviri kurbanı mıydı, yoksa cidden çöp niteliğinde miydi onlar bilemiyorum ama bu kitabın inanın onlardan farkı yok. (ki simit fiyatına satılan o kitaplardan da bol bol okumuşluğum vardır)

Kitabın yazarını biraz araştırınca, Stephen King ile kıyaslandığını da gördüm internette.İnanın kıyaslamak komik olur. Stephen King romanlarının sürükleyiciliği, karakterlerin derinliği, olayların detaylarla işlenmesi, kısaca "desen" kıyaslanamaz bile. Örneğin bir King kitabı sizi asla sadece kapıya çivilenmiş bir kedi ile korkutmayı denemez. korku edebiyatının ünlü kahramanlarından biri olan Palyaço Pennywise, bu eseri görse ve misal "O" ile kıyaslandığını duysa, kıyaslayanı çiğ çiğ yerdi.

Sanırım hiçbir kitabı bu denli yerin dibine sokmamıştım. Ama üzgünüm, kapağına best seller yazmakla kitap iyi olmuyor, olamıyor.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 4
Yazarı- John Saul
Adı- Şeytanın Sağ Eli
Orijinal Adı- The Right Hand of Evil
Çeviren- İlkin İnanç
Sayfa Sayısı- 505
Tür- Roman/ Korku-Gerilim

Kaç günde okudum- 1 hafta (ağır aksak ve hatta zorla)
Kaç kuruş- 4,5 TL (@ ilknokta)
Öneririr miyim-  okumamak hiçbir şey kaybettirmez

16 Şubat 2010 Salı

Cehenneme bir selam: Zebani

Zebani'de ilk dikkatimi çeken daha evel Nip-Tuck in sezon tanıtımlarında kullanılan bu güzel kapağı oldu. Aslında kapağının üzerinde "New York Times Bestseller" yazan kitaplara karşı belirgin bir alerjim vardır. İnanın bir kitabın kapağında NewYork times bestseller olduğu, adından daha görünür şekilde yazılmışsa, o kitaptan koşarak uzaklaşmak gerekir. Bu tatsız deneyimi, en son "şeytanın sağ eli" isimli, başarısız bir kitapta yaşadım, onu da ayrıntısı ile yazacağım. Ancak Zebani, bir yazarın ilk kitabıydı ve amazondaki okurların verdiği yüksek puan da aklımı çeldi. Kitabı dün bitirdim. Hakkında söylenebilecek çok şey var aslında, ama henüz beğenip beğenmediğimden emin değilim. Belki de bu yazının sonunda kararımı vermiş olurum! Kitaptaki ana kahramanımız, bir pornocu. Kitabın başında korkunç bir kaza geçiriyor ve bu kazanın sonucunda bedeni feci şekilde yanıyor. Bu kaza sonrasında muhteşem güzelliğini yitiren adam, intihar etmeyi düşünüyor fakat hastanede tanışacağı şizofreni hastası güzel bir kadın, onu bu fikrinden vazgeçiriyor. 
Zebani, kesinlikle kötü denebilecek bir kitap değil. Fakat, olmaya çalıştığı kadar iyi mi, asıl sorunu bu. Kitapta Dante'nin Inferno'sundan oldukça fazla bahsediliyor. Hatta kitabın bir yerinde, onu koruyan kahramanımızın göğsünde kitabın şeklinde bir iz bile oluşuyor... Okurken, yazarın pek çok gönderme yapmaya  çalıştığını düşündüm sık sık, ve dürüst olmak gerekirse pek çoğunu da anlayamadım. bu da bende bir sıkıntı oluşturdu. Özellikle Marianne Engel'in deliliğinin anlatıldığı kısımları ve onun anlattığı minik öyküleri çok beğendim. 

Tüm kitap birinci tekil şahıs tarafından anlatılıyor. Anlatıcı bazen ana kahramanımız (kitapta sadece 1 yerde adı geçiyor, onu da şimdi anımsayamıyorum) ve Marianne Engel oluyor. Ana olay örgüsü, kahramanların biri günümüzde, biri geçmişte ilerleyen hikayelerinden oluşuyor ve paralel ilerleyişi oldukça akıcı. Yani kitapla akıcılık yönünden hiçbir derdiniz olmayacaktır. Fakat kitabın sonuna doğru çizgide belirgin bir düşüş oluyor. Pek çok kitap vardır, heyecanla, son sayfasına gelmek için yarışarak ilerlersiniz. Ancak zebani'de, tam tersine bir noktadan sonra, hatta açıkça yazayım Marianne Engel'in 27 kalbin kaldığından bahsettiği kısımdan sonra, heyecanda belirgin bir düşüş oluyor. Kitabın sonunda ne olacağını bilerek ilerliyorsunuz. 

Kitapla ilgili en önemli derdim iki ana kahraman. Örnegin, herşeyini kaybetmiş erkek kahramanın umutsuzluğunu tam olarak hissedemiyorsunuz. Yani yazar ciddi bir çaba harcamış gibi de gelmedi bana, çok robot gibi anlatmış yanan adamın duygularını. güzelliğini ve erkekliğini yitirmiş bir adamın düşünceleri çok daha depresif olmalıydı! 

Peki ya, zırdeli Marianne Engel'e ne demeli? Rahibe Marianne ile Günümüz Marianne i arasında en ufak bir benzerlik yoktu. engel'in delirmesini ne kadar sağlam hayal edebildiysem, araba kullanmasından market alışverişi yapmasına kadar, normalliğini o kadar az hayal edebildim. Yine de anlattığı minik öyküler enfesti. Favorim Sei'nin öyküsü. 

Kitabın sonu ise, çok sürprizli değil, tahmin edilebilir cinsten, ancak oldukça makul. yazarın bırakmak istediği noktaya varıyorsunuz cidden.

Zebani'yi size tavsiye eder miyim? Hemen gidin alın, okuyun diyemem inanın. Ama bulursanız okuyun, zevk alacaksınız. Üzerinde emek vererek yazıldığı belli bir kitap. Ne yazık ki, yazanın Hayal Gücü kadar olabilmiş. Yani sanki yazar hayal gücünden çok, okuyup araştırdıklarından oluşturmuş hikayeyi. 

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 6
Yazarı- Andrew Davidson
Adı- Zebani
Orijinal Adı- The Gargoyle
Çeviren- Bahar Çelik
Sayfa Sayısı- 468
Tür- Roman/ Fantastik-Macera

Kaç günde okudum- 4-5
Kaç kuruş- 11,4 TL (@ ilknokta)
Öneririr miyim-  bulursanız okuyun



15 Şubat 2010 Pazartesi

Bunny Munro'nun Ölümü | Nick Cave


Kitabın yazarı Nick Cave olduğu için, hakkında yazmaya başlamadan önce derin bir nefes çekiyorum ki Nick Cave hayranlığım yüzünden sayfalarca bahsetmeyeyim kitaptan.

Nick Cave'in Bukowskivari karakterinin adı Bunny Munro. Bunny seks düşkünü, orta yaşlarına yaklaşmış bir pazarlamacı. Aracına atlayıp, devamlı müşterilerine kozmetik ürünleri götürüyor, bazen de yeni müşteriler kazanmak için uğraşıyor. Epey kayıp bir karakter, her daim beynindeki vajina imajı günlük hareketlerini yönlendiriyor, sevişmenin kendisi için bir ihtiyaç olmadığı zamanlarda bile fahişeler tutuyor, işi gereği yollarda oldukça, aracının içinde bile mastürbasyon yapıyor... Ve evinde kendisini dokuz yaşındaki çocuğu Bunny Jr. ile sevgili eşi Libby bekliyor!

Bir aile babası olmayı beceremeyen Bunny Munro, bu bunalımla kendisini daha da kaybetmeye başlamış. Libby de Bunny'nin kendisine olan sevgisinin bittiğinin farkında, aldatıldığının da farkında ve o da evde bunalımda. Roman şöyle başlar, Bunny işi gereği şehirdışındayken, yol üzerindeki ucuz bir otelde bir fahişeyle beraber olurken cep telefonu çalar. Arayan Libby'dir ve Bunny'e televizyonda gördüğü bir seri katilden ölesiye korktuğunu, eve gelmesini istediğini söyler. Bunny geçiştirir. Eve gittiğinde Libby'nin bunalımıyla ve korkularıyla baş edemediği için kendisini astığını görür. Aynı anda hem kurtuluş hissini duyar içinde... Hem de artık Bunny Jr. onunla birlikte yollarda olmak zorundadır, evde ona bakacak kimse kalmamıştır.

Roman bir bakıma bir yol hikayesi. Libby'nin ölümünün ardından henüz olayın travmasını yaşayamayan, şok olmuş, babasına hayran, babasının uzakta olmasına alışmış ve şimdi devamlı birlikte olacakları için çok sevinen Bunny Jr. ile oğlunu seven, onu hayalkırıklığına uğratmak istemeyen, içindeki endişeler gitgide büyüyen, seks manyağı, ne yapacağını bilemez, kafası karışık Bunny'nin hikayesi. Bir yandan devamlı arabanın radyosundan dinledikleri seri katilin hikayeleri, diğer yandan Bunny Jr.'ın gözlerindeki iltihaplanma okudukça içinizi sıkacak, Bunny'nin de içini sıktığı gibi. Ve Bunny bu sıkıntıların neden olduğunu hiçbir zaman anlayamayacak fakat siz kitabın başlığından dolayı neden olduğunu tahmin edebileceksiniz: kendi ölümüne bilmeden gitgide yaklaşan bir adamın iç huzursuzlukları bunlar...


Nick Cave, hisleri karşısındakine yansıtmakta çok başarılı bir sanatçı, müzisyen yönüyle de bunu çok güzel başarıyor, yazar/şair yönüyle de. Nick Cave & The Bad Seeds ile ilgili yazdığım yazıya da şurdan ulaşabilirsiniz: Nick Cave ile Kötü Tohumlar. Bir süredir bu kitap ile ilgili bir şeyler yazmak da aklımdaydı, çoklukla Nick Cave dinlediğim şu sıralar bu kitabı tanıtmak için iyi bir zaman bence.

Sonuç olarak, Bukowski okurlarına ve Nick Cave hayranlarına şiddetle tavsiye ederim. Okurken yer yer içiniz neden olduğunu bilmediğiniz bir şekilde sıkılacaktır, Nick Cave'in kitabın geneline yaymak istediği duygu da bu zaten. Ancak her zaman güzel romanlar okumak zorunda değiliz, hayat sevinci aşılayan, hayata pembe gözlüklerle baktıran romanlardansa ben bu romanları daha çok seviyorum zaten, siz de benim gibi düşünüyorsanız buyrun, Nick Cave albümlerini de koyun müzikçalarınıza...

Amerikan Sapığı

Ne olduğu hakkında hiçbir fikri olmayanların aklında hemen çağrışacak olan "Amerikan Pimapen, Amerikan Salatası, Amerikan Traşı" ve Amerikadan bilerek veya bilmeden ülkemize getirdiğimiz, kullandığımız herşeyden çok farklı, aslında alışkın olduğumuz bir tadın birkaç yüz doz arttırılarak sunulmuş hali, Amerikan Sapığı.

Kitaba, tüketim toplumununun sadece kendine yaşayan  mikrop/virüs tabiatlı insanlarını eleştiren- va hatta yerin dibine sokan- eserlerden biridir demek bir haksızlık olabilir. Yer yer,  yazanda bir psikolojik bozukluk olduğu düşüncesine kapılacağınız kadar rahatsız edici, yazar tarafından adeta bir zehrin kusulması gibi kaleme alınmış gayet acı bir eser var karşımızda. Aslında kusulmuş demek hafif olur, Ellis adeta nöbet geçirir gibi anlatmış olayları. Kişilere, durumlara, markalara, statülere; insanı bencil ve içi boş bir tüketici yapan herşeye duyduğu nefreti hissettiğimi düşündüm okurken.

Bir yandan da insan düşünmeden edemiyor, her gün " çok özel" alışveriş sitelerinde falanca kampanyalar başladı diye  kapışan, haftasonları cep telefonlarına gelen envai çeşit "indirim başladı" fermanı ile alışveriş merkezlerine koşan, marka bağımlısı bir kitleyiz sonuçta. Amerikan Sapığında anlatılan,  hasta ruhlu bireye dönüşmemiz çok mu imkansız, ya da tam tersine çok mu olası?

Kaçımız arkadaşlarımızla sidik yarıştırmadığımızı iddia edebiliriz?
Hangimiz daha iyi markalar giyiyoruz, daha iyi tatillere gidiyoruz, daha çok eğleniyoruz? Birbirimizden "daha fazla" olduğumuzu kanıtlamak için canhıraş bir çabanın içinde değil miyiz? başta sosyal paylaşım siteleri olmak üzere, teknoloji de emrimize amade. Sosyal hayatın içinde durduğumuz nokta, aynen amerikan sapığının en büyük derdi olduğu gibi, bizim de en büyük karın ağrımız.

Aslında, kitabın internet teknolojisinden sonra alacağı hali görmek eğlenceli olabilirdi, ancak 90 larda geçtiğinden dolayı, bize ancak o günün popüler markaları ve tv programları ile selam verebiliyor. Günlük hayatın içindeki o korkunç aptallıkları, umursamazlıkları bir bir suratımıza vururken anlıyoruz: Satın alabildiğimiz kadar varız. Kazanabildiğimiz para kadar yaşayabiliyoruz. Korkmayın, yazımın sonunu içinizdeki manevi boşluğu gelin falanca dinle/inançla doldurun diye bitirmeyeceğim! Hem zaten, inanç bile bir popülerlik-kimlik bulma nesnesi/aracı değil mi günümüzde?

Amerikan Sapığının elinde tuttuğu bıçakta, kendi aksimizi görmemiz bence çok yakın. Sevgilisinin çıplak fotoğraflarını çekip şantaj yapan, yolda köpek ezip arabası pislendi diye üzülen, arkadaşını işten attırmaya çalışan, eline fırsat geçse birbirini boğazlayacak insanlar, sağımızda, solumuzda, aramızda. Kitap bu noktada ürpertici. Birbirini  tanımak zorunda olan ama aslında hiç tanımayan insanlarız çünkü biz.

Hergün el sıkışıp tanıştığımız insanların verdiği "afili " kartvizitler masaların kenarlarında unutuladursun, zaman hızla akıp geçiyor ve yeni nesil dünya sapıkları, Ellis'in bu kitapta haykırdığı bütün travmaları geçirerek aramızda yetişiyorlar.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 7
Yazarı- Bret Easton Ellis
Adı- Amerikan Sapığı
Orijinal Adı- American Psycho
Çeviren- Fatih Özgüven
Sayfa Sayısı- 522
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 10
Kaç kuruş- 18,48 TL (@ kitapyurdu)
Öneririr miyim-  Şiddetten rahatsız olmuyorsanız, evet

14 Şubat 2010 Pazar

Görünmeyen | Paul Auster


İşte heyecanla beklediğim ve okuduğum son romanı Paul Auster'ın. Her zamanki gibi tadı damağımda kaldı ama olsun o yazsın da kalıversin tadı bende.

Roman, genç bir adamın aniden karşısına çıkan gizemlerle dolu bir profesörle tanışması ve bu tanışmanın hayatını nasıl etkilediği üzerine.

Romanda; aşk, edebiyat, tabular, ilkeler, şaşırtmacalar ve kitabın sonunda çözülen-çözülmeyen düğümler var.
Detaya girmiyorum mutlaka alın, okuyum diyorum.

Okumuş olanlara bir soru:
Sizce bu genç adamın, ablası ile ilgili yazdıkları hayal mi yoksa gerçek miydi?
Ben, gerçek olduğuna inanıyorum.



Foto: Yazinotlari.blogspot.com

Sycorox | Kimileri sıcak kanlı doğar!


Genç kız kendisi için arkadaşları tarafından düzenlenen doğumgünü kutlamasından eve yeni dönmüştü. Alkolün de etkisiyle her şey ona çok güzel görünüyordu, hayat güzeldi, gencecikti, yapmak istediği, yaşamak istediği çok fazla şey vardı ve hepsini yapabilecek gücü de vardı. Müziği seviyordu, sinemaya ilgisi vardı, kitap okuyordu, yazılar yazıyordu, hayattan zevk alıyordu... Ve doğumgünü aslında yeni başlamıştı... Ve o gün aslında hayatı için bir dönüm noktasıydı. Fakat o bunu daha bilmiyordu...

Geri kalanı için spoiler vermek istemiyoruz ve bu kitap hakkında daha fazla yazmaktan çekiniyoruz bu yüzden, en iyisi mi siz alıp okuyun. Sade kahve kıvamında bir hayatın, sıcacık hikayesi bu.

Doğumgünün kutlu olsun Sycorox! :)


Sweet Leaf & Amaltheian

13 Şubat 2010 Cumartesi

Tarihçi | Elizabeth Kostova


Twilight türevi ergen vampir hikayelerinden hoşlanmıyor da tadından yenmeyecek, sayfalar arasında nefesinizi kesecek, gerçek ile kurguyu karıştırmanıza, çevrenizdeki insanlara kuşku ile bakmanıza neden olabilecek bir vampir hikayesi arıyorsanız Tarihçi tam size göre!

On altı yaşında biz kızın babasının kütüphanesini karıştırmaya başlaması ile başlıyor kitap. Gizemli, davetkar, kenara köşeye saklanmış ancak insanı insanlığından çıkaran bir kitap buluyor. Ve bir tomar da mektup... Bir ardıla ithaf edilmiş mektuplar...

Ve şüphe duygusu kendini gösteriyor. Ardından yolculuklar başlıyor... On altı yaşındaki kızımız aslında güven içinde sürmesi gereken hayatının pek de güvenli olmadığını, vampirlerin aslında var olduğunu anlıyor...

Yolculuklar devam ediyor, Transilvanya'ya, Bulgaristan'a, Türkiye'ye... Kont Drakula'nın peşinden!

~~~~~~~~~~

Her zaman olduğu gibi kitabın içeriği hakkında pek bilgi vermek istemiyorum. Ağzımdan aslında okurken görüp de nefesinizi kesmesi gereken bir detayı kaçırırım diye korkuyorum!

~~~~~~~~~~

Bu kitap bana kalınca bir kitap aralığı kullanmam gerektiğini öğretenlerden... Gözüm yanlışlıkla sonraki cümlelere kaçmasın diye! Bir de bu kitabı okurken birinin arada nefes almam gerektiğini hatırlatması gerekiyor, üç defa okudum, üçünde de kitabı kapatıp göğsümün üzerine koyup nefes almaya çalıştığım çok olmuştur.

Abartma demeyin, abartmıyorum. Babam bir keresinde elimden almaya kalkmıştı kitabı, şimdi kriz geçireceksin diyerek!

Çünkü...kitap aslında gerçek bir hikayenin, gerçek belgelerin, mekanların, kişilerin azıcık hayalgücü katılarak canlandırılmasına dayanıyor. Cidden vampirlerin gerçekliğini sorgularken buluyorsunuz kendinizi!

~~~~~~~~~~

Tarihçi, Elizabeth Kostova'nın ilk kitabı. Film hakları Sony tarafından satın da alınmış lakin filmini ne zaman çekecekleri konusunda belirli bir bilgi mevcut değil. Elizabet Kostova ikinci kitabını 10 Ocak 2010 tarihinde yayınladı ancak henüz Türkçe'ye çevrilmedi.

Dili çok yalın, uzun cümlelerden arındırılmış, birinci kişi diliyle anlatılıyor. Okurken zaman kavramını kaybedebiliyorsunuz. Lakin ben keşke sadece zaman kavramımı kaybetseydim! Neredeyse kendimi kaybediyordum, yahu!!

~~~~~~~~~~


Yazarı- Elizabeth Kostova
Adı- Tarihçi
Orijinal Adı- Historian
Çeviren-İdem Erman
Sayfa Sayısı-648
Tür- Ne desem ki! Macera, gerilim, ben, sen, o!

Kaç günde okudum- 7 gün
Kaç kuruş- 23,60 TL (@ kitapyurdu)
Öneririr miyim- Çevrenizde bir kitapçı filan varsa, üşenmeyin, pofidiklerinizle bile atın kendinizi sokağa, alın, ve derhal başlayın okumaya! Derhal!

Not: Supernatural izleyenler, bu kitabı kahramanlardan birinin elinde gördünüz;)

12 Şubat 2010 Cuma

Yıldız Tozu | Neil Gaiman


Neil Gaiman çok büyük bir yazar. Tim Burton ve Hayao Miyazaki ile beraber, hayal gücüne delicesine hayran olduğum sanatçılardan biri. Yıldız Tozu da beni Neil Gaiman'la tanıştıran kitap.

Aslında çok uzun bir masal bu kitapta anlatılan, roman diye kategorize edilse de, Gaiman bizlere bir masal anlatıyor. Masalın konusu da aşk. Üstelik de fantastik diyarlarda, cadılarla, büyücülerle, hayaletlerle, içiçe olan bir aşk masalı bu.

Tristran Thorn, Duvar köyünde yaşayan bir delikanlı. Duvar köyü öyle bir köy ki, hemen bitişiğinde yer alan büyülü ülkeden sadece bir duvarla ayrılıyor. Köyden duvarın öbür tarafına, duvardan da köye kimsenin geçmesine izin verilmiyor, duvardaki bir deliğin başında devamlı nöbetçiler oluyor. Ancak yılda bir kere giriş çıkışa izin veriliyor, o da büyülü diyarın panayırına gidilebilmesi için. Yıllar önce Tristran Thorn'un babası panayırda tanıştığı bir cadının kölesiyle birlikte olmuş ve köle Tristran'ı dünyaya getirdikten sonra Duvar köyüne bir sepet içinde göndermiştir bebeği. Büyülü bir yanı olduğunu, annesinin duvarın ötesinde yaşadığını bilmeyen Tristran, köyde normal delikanlılar gibi yaşamakta, devamlı iş değiştirmekte, kimi zaman bakkalın çıraklığını, kimi zaman kasabın ayakçılığını yapmakta ve ailesini geçindirmektedir. Gel gelelim Tristran'ın sıradan hayatı, aşkı uğruna atılacağı maceradan sonra çok değişecektir.

Victoria Forese adlı zengin, birçok zengin talibi olan köyün güzeline kalbini kaptıran Tristran, bir akşamüstü tüm cesaretini toplar ve Victoria'ya evlenme teklif eder. Victoria ise cilveli bir şekilde Tristran'a kendisi için neler yapabileceğini sorar, mesleğini, konumunu küçümser ve Tristran'ın "senin için her şeyi yaparım" tiradından sonra o an kayan bir yıldızı görür ve Tristran'dan onu kendisine getirmesini ister. Eğer Tristran, doğumgününe kadar o yıldızı getirirse onunla evlenecektir.

Böylelikle Tristran Thorn'un duvarın arkasına olan yolculuğu başlamış olur. Kendisinin "oralı" olan tarafı bu yolculuğun beklediğinden daha kolay geçmesini sağlayacak olsa da, karşılaşacağı sürprizler yine de onu zorlayacaktır. Öncelikle, yıldızı bulduğunda yaşadığı şaşkınlıktan bahsetmek gerekir zira yıldız düşündüğü gibi bir kaya parçası değil de güzel bir kadındır. Yıldızı bulduktan sonra bileğine geçirdiği bir zincirle onu "yakalar" ve Victoria'ya götürmek için eve doğru yola koyulurlar. Ancak asıl macera bundan sonra başlayacaktır çünkü o diyarlarda dünyaya düşmüş bir yıldızı canlı canlı ele geçirmenin sayısız faydası vardır, gençlik, itibar ve hayat elde etmek isteyen birçok kişi de yıldızın kaydığını gördükleri andan beri peşindedirler. Tristran hem kendini, hem yıldızı korumak ve Victoria'nın doğumgününe kadar yıldızı ona ulaştırmak zorundadır.

Fantastik romanlardan, Neil Gaiman'dan, masallardan hoşlanan herkese tavsiye ederim. Bir filmi de var bu romanın, Stardust, romandan biraz daha farklı çoğu olay, daha kısaltılmış bir senaryosu var. Ama yine de filmi de tavsiye ederim, film de çok eğlenceli.

11 Şubat 2010 Perşembe

Kolera Günlerinde Aşk

Aşk hastalık mıdır? Öldürmez de süründürür mü? Bu sorular dünya tarihinde aşıklarca ve aşık oldum sananlarca durmadan sorulmuştur herhalde. 

Eğer Gabriel Garcia Marquez ile ilgili bir yazı yazmasaydım, sanırım taş olurdum. Dünyayı, bildiğimiz dünyayı, sıradan olayları zihninde  döndürüp efsunlayarak yazan bu adama 15 tane nobel ödülü verilse az bence. Aşk'ı aşk gibi, ama bir yandan da hastalık gibi, nöbet gibi, görev gibi, nereye gittiğini şaşırmış bir ok gibi, anlamını arayan bir sözcük gibi anlatmış işte bu kitapta da. Bu romanı okuyanlar eminim ikiye bölünecektir. Bir grup "böyle aşk mı olur!" derken, diğer grup "vay be, aşka bak!" diyecektir.

İnanın, bu duygu, kitabın hangi ana karakterinin pabuçlarından girip baktığınıza göre değişecek. Fermina'nın  ve Florentino'nun   zihni, aşkın bambaşka iki tarifi ile oynaşırken, yazarın cümleleri, tarifleri, diyaloglarını adeta soluyacaksınız. Detay vererek okuma zevkinizi etkilemek istemiyorum, ancak kitaptaki karakterlerin sarfettiği o kadar güzel cümleler var ki, diyaloglara dikkat ederek okuyun derim ben.

Kitap ilerledikçe, bir yandan aşkın sadakati üzerine düşünürken, bir yandan da aşkın korkunç ve kötücül bencilliğine şahit oluyor okuyucu. Aşk hepimize o kadar yakın bir duygu ki, ister istemez kendi yaşadıklarımızla ve düşüncelerimizle kıyaslamaya başlıyoruz. cinselliğin aşkın eşliği olmadan ve aşkla beraber  yaşanışını gözümüze sokuyor yazar.

Benim bu kitapla ilgili en ilginç bulduğum şey, her ne kadar hikaye iki ana karakter üzerine dönse de, kitaptaki en etkileyici ve en akılda kalıcı cümlelerin, yan karakterler tarafından söylenmiş/dile getirilmiş olmasıydı. (Misal, Florentino'nun annesi..)

Kitabın bir de filmi var. Filmin tagline'ı  "how long would you wait for love?" yani aşk için ne kadar beklersin? Fakat sizi ben baştan uyarayım, aşk için değil ama film için bekleyin.  kitabı okumayı bekleyin, okumadan izlemeyin. Ben filmi eleştirildiği kadar kötü bulmadım, ellerinden geleni yapmışlar gibi geldi. Herkes filmi "komik" ve karikatür gibi, eğreti bulmuştu genel olarak. Ancak sizce, bu yazarın, arızalı insanlarla dolu dünyası nasıl karikatürize olmadan somutlaşabilir ki? Adamın anlattığı herşey bir tuhaf. Onun dünyasını çizmeye kalksan, salvador dali tablosu çıkar meydana!

Bu yüzden filmin çok üstüne gitmeyelim, ancak kitabı okumadan izlemeyelim, birşey anlamayız. Gabriel Garcia 'nın bana göre Yüz Yıllık  Yalnızlık'tan sonraki en güzel kitabı bu. Şiddetle tavsiye ederim.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 7
Yazarı- Gabriel Garcia MarquezAdı- Kolera Günlerinde Aşk

Orijinal AdıEl Amor en Los Tiempos del Colera
Çeviren- Şadan Karadeniz
Sayfa Sayısı- 388
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 4/5
Kaç kuruş- 17,2 TL (@ kitapyurdu)
Öneririr miyim-  Evet

8 Şubat 2010 Pazartesi

Bilgilendirmedir.

Konuk yazar olmak için Amaltheian'a başvuran değerli okuyucularımız cevap almadıkça ya da konuk yazar olmadıklarını gördükçe üzülmüş ya da kızmış olabilirler diye bu bilgilendirmeye gerek gördük, Amaltheian'ın internetinde bir sorun olduğu için kendisi bu konuyla şimdiye kadar ilgilenememiş fakat bu haftaiçi konuk yazar başvurularını değerlendirebilecekmiş...

Haftaiçi ilk konuk yazarımızı da burda ağırlamak üzere, görüşürüz.

7 Şubat 2010 Pazar

Doyma Noktası | Sema Kaygusuz


Sema Kaygusuz'un kısa öykülerden oluşan bu kitabı, beni hüzün, insanın yalnızlığı ve çocukların acımasız gelen dolaysızlıkları üzerine düşündürdü.

Tüm öykülerde ölüm bir şekilde yer alıyor ve kitabın geneline yayılan hüzün de sanırım biraz buradan geliyor.

Öyküleri sevdim. Bazıları hiç bitmesin isterken bazılarını okumakta zorlandım. Uzun betimlemeler ve kelimelerle oynama çabası beni okurken yoruyor ve usandırıyor. Bunu hissettiğim anlar da oldu. Keşke zorlamadan basit cümlelerle yazılsaymış dedirtti bana zaman zaman. Ama bu beni okumaktan alıkoymadı ve her öyküye bir öncekinin ağzımda bıraktığı güzel tat ile başladım. Bu sefer beni neler bekliyor acaba, diyerek.

Her bitiş sonunda düşüncelere dalma ve sonrasında yeni bir maceraya atlama yaparak bu incecik kitabın sonuna geldim.

Yazarın, kısa öykülerinin ardından yazdığı ilk romanını da okuyacağım: Yere Düşen Dualar.
Onu daha iyi tanımak, yazma eyleminin arkasındakileri görmek istiyorum. Kendimce bir sonuca varacağım gibi geliyor.

Bakalım varabilecek miyim?

5 Şubat 2010 Cuma

Delilik bu kadar matah mı?

Siz de kendinize ara sıra bu soruyu soruyorsanız 1- ergenlikten çıkmışsınız demektir, ya da 2- aklınızın sınırlarını dert edinmişsiniz demektir.

Hep denir ya “ay o çok manyak bi insan”, “bu kız çok deli”, “şu sanatçıya hayranım, psikopat!”, Adam Phillips bize "Akıl Sağlığı Üzerine" adlı eserinde şunları soruyor: Deliliğin (ya da muhtelif açılımlarıyla otantikliğin, dengesizliğin, tekinsizliğin, sanatçı ruhun) bu kadar çekici ve yaratıcı, akıl sağlığının ise sıradan ve sıkıcı algılanmasında bir tuhaflık yok mu? Ya da deliliğin binbir tane tanımı oluyor da akıl sağlığı dendi mi niye tık yok! Oysa “Çağdaş mutsuzluğun vardığı ciddi boyutlar dikkate alınacak olursa, makul bir yaşamın neye benzeyeceği hakkında hiçbir açıklamanın bulunmaması, üzerinde düşünmeye değer bir konu” diyor Phillips.

Kitap önce uzun uzun deliliğin tanımlarının bir tarihçesini veriyor. Daha sonra ise neden akıl sağlığını özenilecek bir şey olarak görmediğimize dair başlıyor içimizi deşmeye! Cinsellikten giriyor, paradan çıkıyor, bam tellerimize bam bam dokunuyor. Zira kendisinin de belirttiği gibi “deliliği etkileyici bulmayanlarımızın önünde şaşırtacak kadar az seçenek yer alıyor.” Kitap boyunca akıl sağlığını, bizi kendi karakterimize ve seçimlerimize dair yüzleşmeye zorladığı sorular üzerinden değerlendirmeye davet ediyor. Son bölümde ise tam bir aklıselim şöleniyle ödüllendiriyor okurunu. Tekrar tekrar okunası, hayata dair anlamdan anlama koşulası tanımlarıyla bir bardak soğuk su gibi ferahlatıyor, “yalnız değilim ve de şükürler olsun ki aklım fikrim yerinde” dedirtiyor.

Psikanalize meraklı olanlar kadar, hiç ilgisi/bilgisi olmayan ancak bir başlangıç yapmak isteyenlere de tavsiye ederim bu kitabı. Adam Phillips genel olarak okunması kolay bir psikanalist/yazar. Büyük cevaplar almak için değil de, beyninizi ve kalbinizi rendeleyen büyük sorular sormak için doğru bir isim. Ee cevaplar zaten sizden çıkacak bebişler!

Yine bir alıntıyla bitirelim: “ İnsan, davranışları başkalarını acizleştirdiğinde, deli olarak tanımlanır. Diğer bir deyişle, başkalarının çaresiz hissetmesine neden olmamak sağlıklıdır.”


Yazarı: Adam Phillips
Adı: Akıl Sağlığı Üzerine
Orijinal Adı: Going Sane
Çeviren: Emre Ağanoğlu (çeviri hiç fena değil)
Sayfa Sayısı: 165
Tür: Düşünce
Kaç günde okudum:  valla ben 1 aya yaydım yüzsüzce, elimde başka kitaplar da vardı.
Kaç kuruş: arkasında 12 TL yazıyor ama alalı oldu epey
Öneririr miyim:  düşünmekten sıkılmıyorsanız mutlaka


4 Şubat 2010 Perşembe

Murat Menteşe! pardon, Menteş : "Korkma, ben Varım!"

"öldürdüğüm insanlarla iyi arkadaş olacağımızı düşünmüşümdür hep"

Eğer benim gibi, ilk kez Murat Menteş okuyorsanız, kitabın arkasındaki bu satırları okuduktan sonra "Alper Canıgüz??" diye kocaman bir soru işareti belirebilir kafanızda. Alper Canıgüz'ü anmadan Murat Menteş yazamadım, üzgünüm! Tarzlarını inanılmaz benzetmekle beraber, hangisi daha iyi sorusuna cevapsız kalıyorum. Çünkü Korkma Ben Varım hakikatten mükemmel bir kitap. Canıgüz ve Menteş'in çok iyi birer arkadaş olduğunu ve Afili Filintalar isminde bir blogda yazdıklarını da söküleyim hemen.

Korkma Ben Varım, okumaya başladığınız ilk andan itibaren, şu pek muhterem psiko-absürd komedi tadı ile, sizi içine çekecek bir kitap. Hiçbir şeye gülmeseniz dahi, Murat Menteş'in ciddiyete büyük bir sadakatle  uydurmuş olduğu şahane isimlere gülmeden edemeyeceksiniz. Hayati Tehlike, Müntekim Gıcırbey, Abidin Dandini, Şebnem Şibumi ve Atom Bombaciyan karakterlerden sadece birkaçı... İşte bu muhteşem saplantılı isim sevdası yüzünden Menteş'in kitabı neden Murat Menteşe yerine orjinal soyadı ile bastırdıgına şaşırdım, bence şık bir hareket olurdu Murat Menteşe olarak yayınlamak!

Kitaba dönersek yine, elimizde sırayla değişik insanların ağzından anlatılan olaylar var. Yani gavurların "multiple perspective" dediği yere varıyoruz. Okudukça inanılmaz zevkli bir hale geliyor, çünkü sıra ile o olay hakkında Müntekim'in, Şebnem'in, Hayati'nin, X'in ve Y'nin neler düşündüğünü delice merak ederken buluyoruz kendimizi.

Arada inanılmaz zekice espriler var; kimisi kelime oyunları , kimisi absürd olaylar zincirlemeleri ile şekil buluyor ama her koşulda gülümsetiyor, güldürüyor. Ben serviste okuduğum için arada kendimi tutamayarak kıkırdadığım yerler oldu, bu yüzden evde tek başınıza okumanızı tavsiye ederim. Aslında, vaktiniz varsa 2 veya daha fazla kişi ile sesli okumayı da deneyebilirsiniz, güzel bir deneyim olur bence.

Kitapla ilgili minik bir süpriz de, konuk sanatçı etiketi ile Ersin Karabulut'un çizimleri ile hikayeye minik bir katkısı nın bulunuyor olması. Sevenleri memnun kalacaktır...

Afili Filintalar'dan daha çok kitap okumak dilekleri ile, gönülden tavsiye ederim efendim.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 8
Yazarı- Murat Menteş
Adı- Korkma Ben Varım
Orijinal Adı-
Çeviren-
Sayfa Sayısı- 424
Tür- Absürd-Komedi-Macera

Kaç günde okudum- 2
Kaç kuruş- 15,6 TL (@ kitapyurdu)
Öneririr miyim-  mizah duygunuz varsa kesinlikle kaçırmayın

3 Şubat 2010 Çarşamba

Grotesk | Natsuo Kirino


Natsuo Kirino, hukukçu bir Japon yazar. İlk romanı Çıkış da Türkçe'ye çevrilmiş, ikinci romanı Grotesk de Türkiye'de de dünyada olduğu gibi büyük bir heyecan yaratmış. Sadece iki romanı olan Japon bir yazarı ne bu kadar ilgi çekici ve popüler yapıyor acaba diye düşünebilirsiniz. Kirino, tam anlamıyla bir karakter yaratma ustası diyebilirim. Aldığı hukuk eğitimiyle de cinayet romanlarıyla ilgili kurgu yaratmakta çok zorlanmadığı her satırından belli oluyor.

Grotesk bir cinayet romanı ve bu romanı güzel bir roman haline getiren en büyük özellik, romanda cinayetlerden öte, karakterlerin hayatlarına, kişiliklerine yer verilmesi.

Japonya'da bir süre arayla iki kadın, apartman dairelerinde öldürülürler. Biri Yuriko, diğeri Kazue adında olan bu iki kadının birbiriyle bir alakaları olmadığı düşünülse de ufak bir araştırmayla ikisinin de aynı yıllarda Q Lisesi'nde okudukları açığa çıkar. Dahası, biraz araştırma daha yapıldığında ikisinin de fahişelikle geçindikleri de... Kitap birkaç bölümden oluşuyor, önce Yuriko'nun ablası, Kazue'nin de sınıf arkadaşının ağzından okuyoruz olayı, okul yıllarında bir Japon - İsveçli melezi olan Yuriko'nun ne kadar güzel ve popüler; Kazue'nin ne kadar çirkin ve ezik olduğunu öğreniyoruz. Yuriko'nun ablasının bile Yuriko'dan güzelliği yüzünden nefret ettiğini anlıyoruz. Grotesk; kelime anlamıyla aynı zamanda hem güzel, hem korkutucu; hem komik hem ağlama isteği uyandıran demek. Yuriko'nun güzelliğinin grotesk olduğu gibi, Kazue'nin ezikliğini yenme çabalarının ve okuldaki popüler kızlara özenişinin groteskliğini fark ediyoruz... Kitabın ikinci bölümünde Yuriko'nun günlüklerini, sonra cinayetlerin zanlısının savunma dosyalarını, sonra Kazue'nin günlüklerini ve son olarak Q Lisesi hocalarından birinin mektuplarını okuyoruz, bir çok karakterden hikayenin farklı yerlerini, farklı versiyonlarını dinlediğimiz bir roman.

Ben bu romanı özel olarak çok sevdim, içinde Japon kültürüyle ilgili o kadar ayrıntı var ki... Dahası, bir cinayet romanında daha çok aksiyon ve gizem beklediğimiz halde, romanın daha başında zanlının belli olması, buna rağmen karakterlerin olayları farklı anlatışları sayesinde olayın heyecanının yitmemesi de çok güzeldi. Lise yıllarındaki güzellik ve popülerlik takıntısının zararları, hırsın kaybettirdiği insanlık, aile ilişkilerine çok acımasız yorumlar ve fakirliğin verdiği acıyla arada hiç süslü kelimeler olmadan, birebir, en sade şekilde karşı karşıya kalacaksınız bu romanda.

Cinayet romanı sevenlere tavsiye ederim, Japon kültürüyle ilgilenenlere de, çok karakterli romanları sevenlere de...

Yalnız kitap 664 sayfacık... Bir başladığınızda pek fark etmeyeceksiniz ama neredeyse 700 sayfa okuduğunuzu.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Önyargının Ve Gurur'un Hikayesi;Pride and Prejudice

Jane Austen hayatında gerçek anlamda yaşayamadığı aşkını, kitaplarında karakterlerin kavuşması sonucunda ayakta tuttu belki. Her izlediğimde, okuduğumda Darcy ile Elizabeth'in kavuşmasında aklıma Jane Austen gelir ve biraz burulurum açıkçası.

Bu kitap ise en sevdiğim, birçok kişinin olduğu gibi. Güçlü tasvirler,realist bir şekilde Austen'ın karakterlerle dalga geçiyormuşçasına anlatımını seviyorum.

Kitaptaki en insanı eğlendiren karakterler Mr. And Mrs. Bennet'lar ve Bay Collins bence. Onların karakterlerinin içine ironi yerleştirerek yazar kitabı tam anlamıyla romantizm pembeliğinden çıkararak realizme sürüklemiştir.

O dönemdeki kızlar'ın meziyet olarak piyano çalması,resim yapması ve nakış işlemesini yerer Jane Austen. Bu aslında onun içinde olan kadınların sadece meziyet olarak bunlara sahip olmadığı, başka alanlarda da onların bi fiil faal olabileceği isyanının Elizabeth tarafından dillenmesidir bir yerde.

Ve küçük kardeşlerin evlilik merakı ile o dönemdeki kızlarla bu şekilde bir anlamda kafa bulur. Ve Bay Collins'le evlenen Elizabeth'in en yakın arkadaşı ile evlenecektir. Bu evlilik de o zamanki genç kızların bir panaroması sayılır. Hiçbir çaresi kalmayan, yaşı geçmiş genç kız en sonunda mantık evliliği yapar.

Jane ve Bay Bingley ise tam birbirlerini bulan ama aksilikler ve ailenin ironik ve yersiz davranışları yüzünden sekteye uğrayan aşklarını sonunda açarlar birbirlerine.

Kitabın baş karakteri Elizabeth Bennet ise;akıllı,neşeli,eğlenceli ama önyarılarının sesine kulak veren,kendi halinde bir genç kızımız. Darcy'e hep önyargılarla ve kulaktan dolma bilgilerle yaklaşan ve onunla hep çekişen ve kitabın başında Darcy'i yeren, onu soğuk, küstah ve gururlu gösteren bir kişiliktir. Sonra yaşadığı yanlış anlamalar sonucunda kitabın sonunda önyargılarından kurtulur ve Darcy'i daha net görmeye ve onun ne kadar düşünceli ve kibar bir adam olduğunu görmeye başlar ve ona aşık olduğunu anlar.

Tabi onları uzaklaştıran bay Wickam unsurunu da es geçmemek gerekir. Önce Elizabeth'in kafasını söylediği yalanlarla karıştırır,sonra ortadan kaybolur ve Lizzie'yle kaçar, Darcy sayesinde evlenmek zorunda kalır. Elizabeth sonradan onun Darcy'nin kardeşi'nede zarar verdiğini görecektir.

Darcy karakteri benim için önemli bir karakter,beni tanıyanlar bilirler. Onun soğuk,gururlu,ukala tarafına baktığımız zaman Elizabeth'e hak vermemek elde değil. Lakin duvarlarını yıkmayı başaran Darcy, son derece naif, derin ve çok düşünceli bir adam. Elizabeth bu adamla gerçek anlamda tanışınca önyargılarından kurtulup, ona kendini rahat rahat açabiliyor.

Kitabın sonunda Lidya Bay Wickam'la evleniyor olaylı bir şekilde, Bay Bingley sonunda Jane'e evlenme teklifi ediyor. Aile tam bunların şaşkınlığını atlatmadan, birden Elizabeth ve Darcy'de evleneceklerini açıklıyorlar. Böylece mutlu sonla bitiyor hikayemiz.

Elizabeth ve Darcy önyargıları ve gururu bırakıp, birlikte olmayı seçiyorlar.

Tüm Austen romanlarında olduğu gibi bu romanda birçok kere beyazcam'a yansıdı...

1940 yılında Greer Garson,Lurence Oliver tarafından,sonra 1995 yılında Bbc yapımı olarak, Jennifer Ehle ve Colin Firth ile(ki en sevdiğim uyarlamadır) 2005 yılında ise Keira Knightley ve Mattnew Mcfadden ile uyarlanmıştır.

Kitabı okurken 2005 yılındaki uyarlamasında yer alan notalar fena gitmez hani.



Dario Marianelli imzasıyla insanı dinlendiriyor.

Kitabın adı;Aşk ve Gurur
Orjinal adı;Pride and Prejudice
Yazar;Jane Austen
Çeviren;Nihal Yeğinobalı
Sayfa Sayısı;422
Yayınevi;Can Yayınları
Etiket Fiyatı-24 Ytl

Anastasya | Çınlayan Sedir 1 | Vladimir Merge


Sizlere bu yaz hayata bakış açımı tamamen değiştiren bir kitabı paylaşmak istiyorum.

Vladimir Megre, yani kitabın yazarı, aslında bir iş adamı. Birgün 1994 yılında çok yaşlı bir adam ona Sibirya'nın Tayga ormanlarında yetişen sedir ağaçlarının spritülelliğinden bahseder. Bu özel ağaçtan yapılan kolyeler, birçok hastalığa ve bedene şaşırtıcı etkiler veriyor, ruhu hafifletmeye iyi geliyordu. İş adamı Sibirya Sedirleriyle ilgili uzun çaplı bir araştırmaya girişti. Ağacın yağının mucizevi bir şekilde iyileştirme tedavisinde etkili olduğunu öğrendi, lakin bu bilgiler tamamen kaybolmuştu.

Ticari bir şekilde bu yağı araştırmak için keşif gezisine çıkan Megre, orada hiç beklemediği olaylar yaşayabileceğini hiç bilemezdi tabiki...

Karşısına münzevi kılıklı bir kadın çıkar,ona yardım edebileceğini söyleyerek Tayga ormanlarına götürür. Elbiselerini çıkarınca inanılmaz güzel ve genç bir kadınla karşılaşır. Kadının kendine has bir ışığı vardır. En önemli ayrıntı da, kadın ormanda yaşıyordur. Orada yatıp kalkıyor, besleniyor, hatta bazen giysilere bile ihtiyaç duymuyordur.



Kadınla konuştukça önce ona hayret eder. Yıllarca bu ormandan hiç çıkmamış kadının beş dil biliyor olması, dünyadaki birçok olaydan haberinin olması, ve spritüel anlamda inanılmaz yeteneklerinin olması ile öncelikle ona bir kaçık gözüyle bakmıştır. Ama onda öyle birşey vardır ki, zamanla ona inanmaya başlar ve daha çok konuşmasını, anlatmasını ister. Dünyada aslında çok basit ve kolay bir hayat yaşayabileceğimizi lakin bunu insanlığın zorlaştırdığını anlamaya başlar Megre. Ve Anastasya'ya gitgide çok saygı duymaya başlar. Bu süre zarfında Anastasya ile beraber olurlar, Anastasya'nın isteği ile olur bu ve hamile kalır. Çocuğu ormanda büyütmek ister ve bu zaten Çınlayan Sedir serisinin ikinci kitabının konusu.

Baktığımız zaman masal gibi gelen bir konusu var. Ama Merge gerçek bir şahsiyet, bütün bunları yaşadığını ve yaşadıklarını kitaplaştıran bir adam. Bunu ondan Anastasya istemiştir, insanlığın basit ve spritüel yaşamı daha iyi anlayabilmesi için...

Anastasya olayı çığ gibi büyür ve insanlar onu görmek, tanımak isterler, Tayga ormanlarına gidenler bile olmuştur lakin Merge onun ormanda rahat yaşaması için gerekli önlemler almış sanırım.

Dünyada birçok insan onun hikayesini okuyarak,ona birçok şiir yazmış,şarkılar bestelemişler... Ve Sedir kolyeleri,yağları satılmaya başlanmış. Ben açıkçası o kolyenin methini duyup, öyle edinmiştim kitabı. Kolye satılmıyordu aldığım yerde, ama kitabı ciddi anlamda merak etmiştim ve iyi ki de öylece bırakıp gitmemişim..

Sedir ağacının spritüelliğine gelirsek;sizi yayınevine yönlendirmek isterim. Daha ayrıntılı bilgileri burada bulabilirsiniz.

Ayriyetten bu da benim Anastasya'yı ilk okuduğum zamanki yazdığım blog yazısı,ona da bir göz atın bakın bakalım:)

Ama bu kitabı okuyunca Anastasya'ya hayran kalıp, dünyada çok boş şeylere kafa yorduğumuzu, basit ve güzel bir hayat yaşayabileceğimizi görebiliyoruz.

Aynı zamanda Çınlayan Sedir Serisi'nın ilk kitabı. Ben okudukça burada yer vereceğim, konuk edeceğim Anastasya'yı...

Bu arada ben açıkçası Şebnem Ferah'ın "Benim Adım Orman" albümünde Anastasya'dan izler buldum baya baya.Onun için bu kitabın yanında bu şarkılarıda dinleyin derim ben...

Eski

İnsanlık
Related Posts with Thumbnails