27 Mayıs 2014 Salı

[Blog Tur] Kan Şarkısı / Anthony Ryan | Kitap Yorumu + Kitabın Yayınlanma Hikayesi



Kitap: Kan Şarkısı (Kuzgunun Gölgesi #1)
Yazar: Anthony Ryan
Orijinal Adı: Blood Song (Raven Shadow #1)
Çeviri: Barış Tanyeri
Yayıncı: İthaki Yayınları
Tür: Epik, Fantastik
Sayfa Sayısı: 664
Puanım: 5


"Pek çok adı vardı. Daha otuz yaşına gelmemiş olmasına rağmen, tarih ona bol unvan ihsan edilmesini layık görmüştü: Onu bize eziyet etsin diye gönderen deli kralın karşısında Diyar'ın Kılıcı, savaşlar boyunca onu izleyen adamların yanında Genç Atmaca, Cumbraelli düşmanlarına karşı Karanlıkkılıç ve sonradan öğrendiğime göre Büyük Kuzey Ormanı'nda yaşayan esrarengiz kabileler arasında da Beral Shak ur adıyla anılırdı, yani; Kuzgun Gölgesi. 

 Ama benim insanlarım onu tek bir isimle tanırdı ve onu iskeleye getirdiklerinde aklımda dönüp duran da bu isimdi: Umut Katili. Yakında öleceksin ve ben de bunu göreceğim. Umut Katili.

"Vaelin Al Sorna, annesinin ölümünün yarattığı üzüntüyü henüz üzerinden atamamışken, kendisini İtikad'ın koruyucusu Altıncı Nişan'ın kapısında, Kral'ın Savaş Lordu olan babası tarafından terk edilmiş olarak bulur. Nişan'a adım attıktan sonra ise artık hayatı eskisi gibi olmayacaktır. Bu inanç koruyucusu savaş okulunda ölümcül sınavlarla boğuşurken, dövüşmenin yanı sıra kardeşliği, sadakati, karanlığı, ihaneti ve hayatta kalmayı öğrenir. Diyardaki kardeşleri ise onun tek ailesidir. On yaşında o kapıdan adım atan çocuk, genç bir adam olduğunda, Diyar'ının en tanınmış figürlerinden biri haline gelmiştir. Krallarla pazarlık yapar, ordular yönetir ve Diyar'ın kâbuslarından Karanlık'la başa çıkmaya çalışır. Artık sadece Diyar'ının değil, tüm dünyanın kaderi onun ellerindedir. Her şeyden öte, Vaelin'in zorlu hayatında böylesine yükselmesini sağlayan gizli ve karanlık bir gücü vardır: Kan Şarkısı."


Merhaba, İthaki yayınlarının desteğiyle 18 bloggerın katılımıyla gerçekleşen Kan Şarkısı turunda bugün bize konuksunuz. Açıkçası blog olarak  ilk defa çok fazla bloğun olduğu bir turda yer alıyoruz. Onun için heyecan yaptım biraz..

Öncelikle bu kitaba tek kelimeyle ba-yıl-dım! Epikçiymişim de haberim yokmuş. Son zamanlarda bunu iyiden iyiye fark ediyordum zaten. Kitap bittiğinde devamı ne zaman gelecek, bu tarz başka ne okuyabilirim diye panik oldum, yeni kitap listesi yaptım kendime. Ve kılıç alma isteğim daha bir pekişti. Onu alamasam bile bari kılıç mektup açacağı alayım!

Kitapta ilk önce Vaelin Al Sorna'nın yakalandığı zamanla başlıyor. Onu Verniers'in kaleminden okuyoruz.

Sonra geriye gidiyoruz ve annesinin ölümüyle ünlü savaş lordu babasının onu Altıncı Nişan'a bırakması ve oradaki hayatıyla devam ediyoruz. Vaelin'e geçiyor hikaye ve neler yaşamıyor ki, biçare, öksüz gibi girdiği yerde tam bir savaşçı olarak yetişiyor, o çocuklarla aile oluyorlar. Bir yandan babasının onu bıraktığına içerleniyor, ondan nefret ederek büyümeye devam ediyor. Bir süre sonra babası onu almak istese de hem bir yandan içindeki kinle, hem de artık kendini oraya ait hissetmesiyle Altıncı Nişan'da kalıyor.

Altıncı Nişan'a giren çocuklar ailelerini ardında bırakıyorlar ve Nişan'a ait oluyorlar. Lakin köle gibi değil kendi istekleriyle giriyorlar oraya. Ve bazen kendi istekleriyle, ya da sınavlarda başarılı olamayınca ayrılıyorlar. Dövüşmeyi, savaşmayı ve ölene kadar İtikad ve Diyar'ın düşmanlarını öldürmeye devam etmek zorundalar. Ailelerini, hayallerini ve isteklerini ardında bırakıyorlar. Eğitimden ve on beş yıllık hizmetten sonra kişiye kendi egemenliği veriliyor ya da geri dönüp eğitmen olarak devam ediyor. İşte böyle bir zorlu hayat.

Vaelin Al Sorna açıkçası son zamanlarda okuduğum en favori karakterlerimdendi. Onu Jon Snow'a benzetmiş olabilirim, hep aklımda onun gibi canlandırdım. Neredeyse Altıncı Nişan'ı da Duvar'a benzettim. Onun mantıklı ve akılcı tavırları, ürkek bir çocuktan güçlü bir savaşçıya dönüşümünü yazar çok iyi yansıtmış.

Altıncı Nişan'da usta Sollis onları resmen bir demircinin kılıcı dövdüğü gibi dövüyor, sertleştiriyor. Düşünün bir süre sonra onun dayakları hafif geliyor ve sonra fark ediyor ki, o aynı şekilde hatta biraz daha fazla dövse dahi onlar artık güçlüler ve sertler.  Açıkçası çoğu kitapta bu tip çalışma durumlarını üstünkörü anlatırken, bu kitapta nasıl çalıştıklarını, ne zorluklar yaşadıklarını an be an onlarla birlikte yaşadık. Kimi arkadaşları zor sınavları atlatamadı, onların yokluğu ile daha çok bilendi Vaelin.

Bir yandan da babasından dolayı olan ünü her zaman onu takip etti. Bu durum kral Janus'un da dikkatini çeker tabii. Ona verdiği söz yüzünden hiç hoşlanmadığı görevler karşısına çıkar. Savaştıkça kendini, kaderini buluyor.

Özellikle bu kadar uzun bir kitabın bir çırpıda bitmesi şaşırttı beni. Akıcı anlatımı ve çok iyi çevirisi ile zorlanmadan okuyorsunuz. Yazar olayları öyle bir örgü ile anlatıyor ki, karıştırmadan ilerliyorsunuz.

"Vaelin yayını çekmiş halde arkasına döndü...çok geç kalmıştı. Kaslı bir şey tarafından yere yığıldı ve yayı düştü. Bıçağına ulaşmaya çalışırken bir yandan da tekmeler savuruyordu ama havayı dövdü. Ayağa kalktığında acı ve dehşetle atılan çığlıklar duydu. Suratına ıslak bir şey sıçradı, gözlerini yaktı. Yalpaladı, kanın sert yakmasını hissetti ve hızlıca gözlerini ovuşturmaya başladı. Görüşü bulanıktı ve kampa doğru baktığında orada kimsenin olmadığını gördü. Kırmızıya bulanmış kamp yerinde iki sarı göz parlıyordı. Göz göze geldiler, kurt bir kez gözünü kırptı ve sonra ortadan kayboldu."

 Sadece kitapta sevmekle sevmemek arasın gidip geldiğim yer kapağı. Beğendim aslında ama keşke yüzü olmayan bir kapak kullanılsaydı. Yüzü olan kapaklarda insanın aklı  ister istemez kapaktaki karaktere gidiyor. Gerçi benim için Jon Snow'du ama neyse.

Bu seri'yi Buz ve Ateş'in şarkısına benzetenler var. Onlardan biri de benim Jon Snow'dan ötürü ama o seriyi halen okumadığım, sadece izlediğim için ayrıntılı bir kıyaslama yapamayacağım. Lakin kitap bitince ister istemez içimden, keşke o tarz büyük bütçeli bir yapımla ekranda görsek dedim.



O Uzun Gece – Anthony Ryan 

Yayıncılık dünyasında bir tür acemi olsam da en kalıcı efsanelerden birinin tek gecede gelen başarı kavramı olması beni fazlasıyla etkiliyor. Meşhur hikâyeyi hepimiz duyduk: ilk kitabı basılan romancı, en çok satan listelerine hükmetmeden önce muazzam bir avans alır. Ardından bir melekler korosunun altındaki paradan oluşan yüzme havuzunun içinde yuvarlanır ve mutlu mesut yaşar. Her efsanede olduğu gibi bu anlatıda da bir tutam gerçeklik payı var. Önceden tanınmayan bazı yazarlar, yazdıkları ilk iş için büyük meblağlar kazanırlar. Fakat bu hikâyelerin geniş çapta bilinmesinin sebebinin, istisnai olmalarından kaynaklandığını hatırlamalıyız. Çoğu yazar yalnızca ilk romanını teslim etmek için hayatının önemli bir parçasını harcar. Yayıncılar ve temsilcilerden gelen ret mektupları onların gelecek uzun yıllar boyunca duvar kâğıdı ihtiyaçlarını karşıladığı için azaltılmış dekorasyon masraflarının keyfini sürerler. Fakat hikâyenin en önemli yanı sıklıkla unutuluyor. Bu basit gerçek tek gecede başarı kazanan her yazarın en başta bir şey yazması gerektiği oluyor. Bizim gibi önemsiz faniler için güzel yazmayı öğrenmek yıllar alıyor.

 Kendim için konuşursam yirmili yaşlarımın erken dönemlerinde şu anda oldukça berbat bir gangster suç destanı olarak gördüğüm işi yazdım. Aldığı tüm retleri kesinlikle hak etmişti. Bu kısmı şu anda ne kadar hayal kırıklığıyla ansam da beni daha iyi bir yazar yapmaktaki değerini kabul ediyorum. Aynı zamanda onların zamanını almaya değecek bir şey üretene kadar yayıncılık endüstrisini bir kez daha rahatsız etmeme kararlığını doğurdu. Sonuçları ne kadar kötü olursa olsun yazma deneyimi yazarı hayal kırıklığı yaratmayan bir ürün verdiği sürece günümüze yaklaştırıyor.

2010 yılında epik fantazya romanım Kan Şarkısı’nı tamamlamamla beraber sonunda elime bir şey geçtiğini hissettim. Kitabı yazmanın altı buçuk yıla mal olmasının bu hissi doğurmuş olabileceğinin farkındaydım. Bu yılların boşa harcanmış olmasını istemiyordum. Asıl yazma süreci istikrarsızdı. İyi bir haftaysa günde üç yüz ya da dört yüz kelime yazıyordum. Bu, tam zamanlı iş ve yarı zamanlı tarih eğitimin gereklikleri altından kalkılamaz bir hal aldığı zamanlara göre daha fazlaydı. Böyle zamanlarda onu bir kenara koymalı mıyım diye düşünüyordum. Fakat Vaelin Al Sorna’nın Altıncı Nişan’daki kariyerinin hikâyesi ve Birleşmiş Diyar’ın sayısız entrikaları beni sürekli olarak yazmaya itti. Kitaba bir sonum olduğunu bilmenin can simidini kendime vermek için bir sayfalık özeti kaleme alarak başlamış olsam da, Vaelin ve onun dünyası hakkında bilmediğim çok şey vardı. Bu keşif süreci ne kadar uzun sürmüş olsa da pürneşe geçti. Son düzelti nihayet tamamlandığında yayıncılık endüstrisinin benim hayal gücümün ikramiyesini almaya bir kez daha hazır olduğuna karar verdim.

Bir önceki hayal kırıklığından dolayı tüm bu süreç hakkında bir şekilde hala isteksiz ve kuşkucu olmama rağmen 2010’un gelmesiyle beraber taslağı bir temsilciye gönderdim ve sonuçları beklemeye başladım. Bu aşamadan sonra hikâyemin tek gecede başarı efsanesiyle uyuşmaya başladığını belirtmek istiyorum. Aynı ay içinde yüklü bir çeke eklenmiş heyecanlı bir övgü mektubu geldi desem bu büyük bir yalan olurdu. Bir sonraki yıl boyunca Birleşik Krallık Yazarlar ve Sanatçılar Kitapçığında fantazyayla uğraşan her bir temsilciyle görüşene kadar ardı ardına retler birbirini takip etti. Tüm retler standart form mektupları değildi. Birkaçında övgü bile vardı. Fakat bunlar hâlâ ret olarak duruyordu. Ne kadar alışmış olursanız olun reddedilmek her zaman koyuyor.

 Bu süreç boyunca e-kitapların gitgide artan önemi hakkında daha fazla okuyordum. Trende günlük yolculuğumu yaparken kindle (başka e-okuyucular da mevcut) okuyan insanların sayısının artmış olduğunu gördüm. Aynı zamanda giderek daha yaygın olarak geleneksel yayıncılık endüstrisine başvurmadan elektronik formatta kendi kitaplarını yayınlar hale geldiler. Birçok yazar gibi, kendi kitabını yayınlamaya ihtiyatlı bakmıştım. Bunu, çaresizlerin ya da ahmakların ilgi alanı olarak görüyordum. Yeni yazarların ya ucuz ya da kolayca ücretsiz olarak ulaşılabilen redaksiyon ve pazarlama hizmetleriyle büyük meblağlara buluşmasına dair hikâyeler hala azımsanmayacak sayıdaydı. “Bedava” sözcüğü tüm bunları denemeye karar vermemde kilit bir rol oynadı.

 Kan Şarkısı’nı 2011’in Temmuz ayında Smashwords’te yayınladım. Bu, kendi Kindle mağazasını işleten Amazon’un dışında çoğu büyük e-kitap bayilerine dağıtım yapan ücretsiz bir çevrimiçi hizmet oluyor. Bir kez daha bu noktadan sonra uzun süredir beklenen tek gecede başarımın gerçeğe dönüştüğünü düşünen herkesi hayal kırıklığına uğratmam gerekiyor ancak bu olmayacak. 2011 Temmuz’dan Aralık’a kadar Kan Şarkısı ‘nın Smashwords’te sadece beş kopyası satıldı. Bu süreçte hakkında hiç eleştiri yazılmadı. Onu 2012’nin Ocak ayında Kindle mağazasında da yayınlamaya karar verdiğimde oldukça düşük beklentilere sahiptim.

 İlk aylardaki satışlar çoğu standarda göre pek etkileyici değildi ancak önceki deneyimime nazaran gözle görülür bir gelişme vardı. 20 kitap satıldı ve iki adet çok güzel eleştiri yazıldı. Bir blog yazmaya başladım ve okuyuculardan bazı memnun edici yorumlar aldım. Bunların arasında çokça duyacağım “devamı ne zaman?” sorularının ilki de vardı. Bir sonraki ve bundan sonraki ayda satışlar iki katına çıktı. O zamana kadarki aldığım ilk telif hakkı ücreti çekimi edindiğim güne geldim. Sevindiriciydi ve yazdıklarımın onaylandığını görmüştüm ancak hâlâ yapmam gereken bir iş vardı. Artık belli olmuştu ki devamını yazacaktım. Tam zamanlı yazma hırsımı korusam da sevdiğim bir işi yapıyordum. Faturalarımı ödemekte sorun çekmiyordum ve tavan arasında açlıktan ölme fikri hiçbir zaman hoşuma gitmemişti. Yemeyi bunu yapamayacak kadar çok seviyordum. Yazı yazmaya temelde küçük ancak hoş bir ek gelir getirecek bir ek iş olarak baktım. Fakat bu Washington DC’deki Politics and Prose Kitabevinde çalışan Lars Townsend’in Kan Şarkısı’yla kişisel yayıncılığa dayalı e-kitap seli içinden değerli bir şeyler çıkarmayı hedefleyen birebir okuma projesi kapsamında karşılaşmasıyla değişecekti. Lars, kitaptan onu tanıdığı bir Penguin temsilcisine aktaracak derecede etkilenmişti. O da kitabı Penguin’in Bilimkurgu/Fantazya yayıncısı olan Ace/Roc’taki baş editör Susan Allison’a iletmişti. 2012’nin Mayıs ayında Susan’dan konuşmak için müsait olup olmadığımı soran bir e-mail aldım.

Ardından sabah oldu, değil mi? Uzun gece bitmişti. Aslında, pek öyle değil. Teklif için bir süre düşünmem gerekti. Kişisel yayıncılığın olumlu olduğu kadar olumsuz yönleri de vardı. Satışlarım artık mali nasihat gerektirecek noktaya gelmişti. Hepsini reklam ve profesyonel düzeltinin avantajlarından uzak başarmıştım. Ayrıca, garip bir coşku ve düş kırıklığı karışımıyla ilginç bir başarı hikâyesi olmak adına hayat boyu sürdürdüğüm bir arzuyu tatmin etmiştim. Hep istediğim şey artık benimdi ancak hayat hâlâ devam ediyordu. Melekler korosu ya da hemen oluşan para dolu yüzme havuzları yoktu. Hâlâ günlük bir işim ve yazmam gereken iki çok uzun kitap vardı. Bu işi tam zamanlı yapma arzusu belirleyici oldu. Eğer yazı yazarak para kazanacaksam büyük bir yayıncının desteğinin olması gerektiğini hissettim. Kitapçılarda olmalıydım. Dış satışlara ihtiyacım vardı.

 2012’nin Temmuz’unda Ace ile üç kitaplık bir anlaşma imzaladım. Yaz boyunca e-kitap satışları istikrarlı bir şekilde arttı. Dış satış haklarına dair anlaşmalar gelmeye başladı. İşverenimi yıl sonunda istifa edeceğim yönünde bilgilendirdim. Artık tam zamanlı bir yazar olarak yeni işimin keyfine varacaktım ancak diğerlerinde olduğu gibi onun da yeterince moral bozucu ve sorunlu yanları olduğunu keşfettim. Fakat her zaman yapmayı istediğim işi yapmaktan ileri gelen bir günlük memnuniyet düzeyi de vardı. Hâlâ melekler korosu ya da paradan oluşan yüzme havuzları yoktu. Eğer bana tek gecede başarı hikâyesi deniliyorsa sabahın gelmesinin uzun bir süre aldığını söylemeliyim. Ancak geldiği için memnunum.

Hüso'yu özlediniz mi? Beraber okuduk onunla :)

Eveet yazarımızın kitabını yayınlama hikayesi böyle.

Siz de epik, fantastik severseniz doğru yerdesiniz. Kitabın fiyatı biraz tuzlu ama açıkçası o fiyata da değecek bir hikayesi ve muhteşemliği var.

Turu takip etmek, turla ve kitapla ilgili daha çok bilgi  için Facebook sayfasına gelin.

18 bloggerlı bu turda bu harika kitap 4 şanslı kişiye gidecek. 

Bunun için ne yapacağınızı biliyorsunuz. Çekilişe katılmayı unutmayın, bizi takip edin ve şansınızı deneyin.





İyi Okumalar

-Sycorox- 

22 Mayıs 2014 Perşembe

Gökyüzü Kütüphanesi


Merhaba, blog yazarlarımızdan Aslı Dağlı geçen hafta Soma'daki olaylar ilk cereyan ettiği sırada Danimarka televizyonu ile beraber oradaydı. Olanları, gelişmeleri an an Aslı ile takip ettik ve en objektif bilgileri ondan alıyorduk. 

The Reading Lady bloğu ise Aslı'nın durum güncellemelerine yer verdi. 

O süreden beridir ne yapılabilir diye kararsızdık. Çoğumuz çok zengin değiliz. Ama hepimiz kitaba para ayıran, okumayı seven insanlarız. En büyük zenginliğimiz kitaplarımız. 

Şimdi o zenginliğimizi çocuklarla paylaşma zamanı!

Ondan yola çıkarak Rafların Arasından ve The Reading Lady öncülüğünde Gökyüzü Kütüphanesi isimli bir kampanya başlattık.

Sizden isteğimiz bize destek olmanız, çocuklar için bizimle kitaplarınızı paylaşmanız. 


Konu ile ilgili bilgi almak isterseniz facebook adresini takip edebilir,
 gokyuzukutuphanesi@gmail.com adresine mail atabilirsiniz. 


Tanıtım Yazımız;


Soma’da, Soma’nın karanlık madenlerinde yüzlerce can yitirdik. Yüzlerce çocuk, babasını, ağabeyini, dayısını, amcasını kaybetti. Onlar, hem sevgileri hem de kazançlarıyla o çocukların ışığıydı. Şimdi, ülke olarak
ayağa kalkma ve madencilerimizin bize bıraktığı mirası aydınlığa ulaştırma zamanı. Sizlerin de yardımıyla o küçücük çocukların karanlıktan aydınlığa kitaplarla ulaşmasına yardımcı olacağız. Karanlık madenlere değil, gökyüzüne baksınlar diye…

Gökyüzü Kütüphanesi, Rafların Arasından ve The Reading Lady bloglarının öncülüğünde başlatılan bir kitap kampanyası. Amacımız, Soma’daki çocuklar için kocaman bir kütüphane oluşturmak. Elinizdeki kitapları gönderebileceğiniz gibi, İnternet üzerinde çok cüzi fiyatlara satılan çocuk ve genç kitaplarını satın alıp kargoyla bize göndererek de kampanyamıza destek olabilirsiniz. Tek bir kitap, bir hayatı değiştirebilir. Hele, bahsettiğimiz bir çocuğun hayatıysa ona, sayfalara baktığında harfleri değil, gökyüzünü görmeyi öğretebiliriz. Belki kaybettiklerini ona getiremeyiz ama o küçücük çocuğun, bir kitabın sayfalarında kendisini bulmasına ve ayakta kalmasına yardımcı olabiliriz.

Kitapseverler, yayınevleri, kitapçılar, sahaflar, öğrenciler, bloggerlar ve hatta en son dokunduğu kitap Cin Ali olanlar! Şimdi destek zamanı!


Kampanya İle İlgili Bilgi: 

Gökyüzü Kütüphanesi’ni kurmak uzun bir süreç olacak, amacımız binlerce kitap toplamak. Hatta bir değil, on kütüphane kurabilmek. Süreç şu şekilde işleyecek: Kitaplarınızı kargoyla iletişim adresimize göndereceksiniz; bizler ise gönderdiğiniz kitapların indeksini hazırlayacak ve kütüphanenin fiziki ortamı hazırlanana kadar depolayacağız. Hazırladığımız indeksi düzenli aralıklarla paylaşacağız. Bu şekilde, bir kitabın daha önce gönderilip gönderilmediğini de görebileceksiniz. 

 Sizlerden ricamız, kütüphanenin hedef kitlesinin çocuklar olduğunu unutmamanız. Onlara okumayı sevdirecek, zihinlerini temizleyecek, yaşlarına uygun kitaplar sunmalıyız. Bağışlayacağınız kitaplara ilişkin tercih yaparken lütfen bunu unutmayın. 

 Belki de aylar alacak kampanyamız boyunca, Gökyüzü Kütüphanesi’ni çevrenizdeki herkesle paylaşmanızı diliyoruz. Web siteleri, sohbetler, Facebook, Twitter, Blogspot… Elimizdeki kaynakları en iyi şekilde kullanarak mümkün olan en çok sayıda insana ulaşmalı ve dev bir kütüphane kurmaya yetecek sayıda kitap toplayabilmeliyiz. 

 Web sitesinde Gökyüzü Kütüphanesi ile ilgili bilgi paylaşmak isteyen arkadaşlar bize, gokyuzukutuphanesi@gmail.com adresinden ulaşabilir. 

Gerekli tüm görselleri ve tanıtım bilgilerini geciktirmeden paylaşacağız. Biliyoruz; o çocuklar için üzülüyorsunuz. 

Ama artık onlar, “o çocuklar” değil; onlar, bizim çocuklarımız. 

Onlara el uzatan biz olmazsak kim olacak? 

Sevgiler. 

#gokyuzukutuphanesi #soma

21 Mayıs 2014 Çarşamba

[Blog Tur] Idhun Günlükleri #1 / Direniş - Laura Gallego Garcia | Ön Okuma


                                                                                                                                                                            Kitap : İdhun Günlükleri #1 - Direniş 
Yazar: Laura Gallego Garcia
Orijinal Adı: Memorias de Idhún 1- La Resistencia        
Çeviri: Pınar Gökpar
Yayıncı: Pegasus Yayınları
Tür: Genç Yetişkin, Fantastik
Sayfa Sayısı: 527
Puanım: 4,5
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      
"Üç ay ve üç güneşin diyari Idhun'da, karanlık büyücü Ashran hâkimiyeti ele geçirir.
Yaşadiklari dünyadan kaçan bir savaşçı ile büyücü, yeryüzünde yaşayan Jack ve Victoria'yı da aralarına alarak Direniş'i kurar.

Amaçlari kanatlı yılanlarin hâkimiyetini sona erdirmektir ama Ashran'ın bu iş için özel olarak görevlendirdiği genç ve acımasız katil Kirtash buna izin vermemeye kararlıdır."





Merhaba yeni blog turumuz İdhun Günlüklerinin ilk gününü bizimle açıyoruz. 

Öncelikle söyleyeyim ben kitabı çok sevdim. Özellikle son günlerin karanlık ve üzücü olaylarından bu kitaba sığındım. 

Kitabımız Kirtash ve büyücüsünün Jack'i öldürmeye çalışması ve Vanissar tahtının veliaht prensi Alsan ve büyücü Shail'in onu kurtarması ile başlıyor. Jack bir anda ailesini kaybediyor evinden oluyor, gözlerini bambaşka bir yerde açıyor. 

Alsan ve Shail Jack'i sınırdaki eve yani Limbhad'a getiriyorlar. Bu ev Idhun ve dünya arasındaki uzay-zaman ölçeğinde bir yer. Limbhad'da zaman yok sadece gece. Buraya sadece Idhunlu bazı büyücüler ulaşabiliyor, o yüzden güvenli. Jack Limbhad'da kendisi gibi Kirtash'dan saklanan Victoria ile tanışıyor. Onunla neredeyse aynı yaştalar. 

Jack bir süre yaşadıklarına inanamıyor, alışmaya çalışıyor. Sonra Idhun'un geleceği, Alsan'ın ve direniş üyelerinin durumlarını görünce oda elinden geldiğince direniş'e destek olmaya başlıyor. 
Alsan'dan kılıç kullanmayı öğreniyor. Diğer yandan Victoria'da Shail'den büyü dersleri alıyor. 

Idhun'da bundan birkaç yıl önce ejderhalar yaşar, ormanlarda tek boynuzlu atlar yaşarmış. Lakin Ashran'ın kanatlı yılanları Shekler onları yok etmiş. Ejderhalarla başa çıkacak ve onları yenebilecek en güçlü yaratıklar onlarmış çünkü. 

O dönemde Alsan bir tane yavru ejderhayı dünyaya kaçırmayı başarabilmiş. Shail'de bir tane yavru tek boynuzlu at bulabilmiş. Lakin ikisi sonra onları kaybetmişler. Ama Idhun'un kaderi o ejderha ve tek boynuzlu at'ta gizli. 

Kitabın iç  sedefli kapağı. Ben bayıldım :)

Tabii kahramanlarımız bir yandan katil Kirtash'ı öldürmeye çalışırken diğer yandan Idhunu kurtarabilmek için Ejderha ve Tek Boynuzlu At'ı arıyorlar. 

Kitap başında Jack'in alışmaya çalışması olaylarından dolayı sıkıcı ilerliyor olabilir. Ama sonra elinizden düşürmüyorsunuz. 
Ben gerçi hiçbir yerinde sıkılmadım, çok kalın inşallah yetiştiririm derken bir bakmışım bitmiş. Başları Harry Potter tadında ilerliyordu. Jack ve Victoria gözümüzün önünde büyüdüler, yetiştiler. 
Kitapta gıcık olduğum sevmediğim bir karakter olmadı, hepsini ayrı ayrı sevdim, kötü karakter Kirtash'ı bile. 
Hele o acayip havalıydı hehe.

Karakterlere şöyle bir bakarsak;

Jack: Ailesini kaybeden, gözlerini hiç bilmediği bir dünyada açan, tüm yaşamını bir gecede geçirmek zorunda kalan bir çocuk için çok normaldi hissettikleri ve düşündükleri. Sonlarda ise artık genç bir adamdı, daha kararlı ve ayakları yere sağlam basan biriydi. Jack'in en sevdiğim tarafı karşılıklı empati kurma yeteneğinin gelişmiş olmasıydı. Victoria'yı çok sevmesine rağmen, onun mutluluğu için ezeli düşmanına bile boyun eğmesi, kabullenmesi ciddi anlamda takdirlikti. 

Victoria: Büyükannesiyle Madrid'de yaşayan, dış dünyaya içine kapanık sadece aklı Limbhad'da olan, ağaç kovuklarında uyuyan, sevimli bir karakterdi. Özellikle Kirtash ile aralarındaki çekimden dolayı birçok kere yaşadığı suçluluk duygusunu yazar çok iyi yansıtmış. 

Kirtash: Adama söylenecek tek şey "çok havalıydı ya!" 
Buz bakışları, rocker tavrı, aynı zamanda melankolik havasıyla tam bir Ville Valo'nın ilk çıktığı zamanları desek abes durmaz. Onunla Victoria'nın bölümlerini okurken sanki arka fonda Join Me  In Death ve The Funeral of Hearts çalıyordu. Şimdi benim gibi eskiden -hatta bazen halen- bir Ville Valo fanı olan biri Kirtash'a bayılmasa olmazdı. Eşyanın tabiatına aykırı bir kere! O yüzden kendimi team Kirtash'ta buldum bir anda.

Alsan: Vanissar tahtının veliaht prensi kendisi. Kaderini geri almak istiyor ve Direnişi kuruyor. Jack'i yetiştiriyor. Shail'in de dediği gibi "Korku içinde bir çocuğu Idhun'un yeni kahramanı haline" getiriyor.
Alsan'ın yaşadıkları tabii hüzünlü, hele aradan geçen yıllardan sonraki hali üzücüydü. Bu yaşadıkları onu Alexander haline getiriyor. Oda büyüyor tabii.

Shail: Kitaptaki en sevdiğim karakter. Idhun'dan kaçan, Tek Boynuzlu At'ı bulan büyücü. Sonlarına doğru onun sayesinde gözyaşı döktüm baya.

Kitabın ilk sayfasından itibaren büyülü bir dünyaya giriyorsunuz. Üç güneş ve üç ayın olduğu, ejderhaların, tek boynuzlu atların, kanatlı dev yılanların olduğu bu dünyadan çıkmak bile istemeyeceksiniz. Açıkçası ben kapağını kapattığımda ikinci kitap ne zaman çıkacak? diye hayıflandım. Umarım Pegasus Yayınları çok bekletmez bizi.

Ciltli kapak hakkında ise ne desem az çok beğendim. Hele cildin altındaki sedefli kapağa hayran kaldım. Kitap o denli etkiledi ki beni hemen tek boynuz yaptım.

Kitaptan tadımlık bir ön okumayı da buraya iliştirelim.



Bu turda bize destek olan Pegasus yayınlarına teşekkür ederiz, size de çekilişle iki kitap düşecek onun için

Kitap Oburlarını 2 şanslı kişiye İdhun Günlükleri kitabını hediye ediyor. Çekilişe katılmak için facebook adresine tıklayın ^^


Tur Takvimi:


21 Mayıs | raflarinarasindan.blogspot.com | Ön Okuma
21 Mayıs | mirielenda.blogspot.com | Kitap Yorumu
22Mayıs | segesegese.blogspot.com | Yazar Tanıtımı
22 Mayıs | kutsalyorumcu.blogspot.com | Kitap Yorumu
23 Mayıs | sssuigenerisss.blogspot.com | Kitap Kapakları
23 Mayıs | sohbetedecekkimseyok.blogspot.com | Kitap Yorumu
24 Mayıs | thcodex.blogspot.com | Kitap Yorumu
24 Mayıs | pinucciasbooks.blogspot.com | Alıntılar




İyi Okumalar

-Sycorox-

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma

Lanet olasi bir gune uyandik. Aslinda cogumuz uyumadik bile..

Su an Soma yolundayim. Danimarka Ulusal Televizyonu icin iki gun boyunca orada olacagim. Dolayisiyla her seyi kendi gozlerimle gozlemleme sansim olacak. Hos... Bu gercekten bir sans mi? Bilemiyorum. Su etapta hepinizin manevi destegine ihtiyacimiz var. Dualara, enerjilere, iyi dileklere... Bir kazaya degil, cinayete kurban gitmis yuzlerce insan ve arkalarinda biraktiklari bizden bunu bekler cunku...

Cesitli sekillerde yardimci olmak isteyenler bana amaltheian@gmail.com adresinden ulasabilir. Herhangi bir ihtiyac olmasi halinde yeniden yazacagim.

Daha fazla can kaybetmememiz ve olayin sorumlularindan hesap sorulmasi dilegiyle,
Amalth.

11 Mayıs 2014 Pazar

Çekiliş Sonucu | Bir/Her Kadının Hikayesi - Gökçe Dölek


Merhaba, öncelikle bütün annelerin bu özel günü kutlu olsun. 
Ve Bir/Her Kadının Hikayesi çekilişimizin kazananları belli olduğunu müjdelemek isterim. 

Kazananlar lütfen 48 saat içinde amaltheian@gmail.com adresine bilgilerinizi, adres ve telefon numaralarınızı ulaştırın.

İyi okumalar. 


9 Mayıs 2014 Cuma

[Blog Tur] Kötü Çocuklar - M. Leighton | Yazar Tanıtımı


Bir kız, iki erkek ve bir aşk üçgeninin ateşli hikayesi...

Kitap: Kötü Çocuklar Soluk Soluğa (The Bad Boys #1)
Yazar: M. Leighton
Orijinal Adı: Down To You
Çeviri: Banu Belgi
Yayıncı: Optimum Kitap
Tür: Erotik
Sayfa Sayısı: 299
Puanım: 4 

"Olivia Townsend özel biri değildir. Okul ücretini çıkarmak için çalışan, babasının işlerini yürütmesine yardım eden sıradan bir kızdır. Babasını terk edecek ikinci kadın olmamaya kararlıdır, kendi hayatını askıya alması gerekse bile… 
Olivia için, yapması gereken şeyler bellidir. 
Fakat, Cash ve Nash Davenport ile tanıştıktan sonra her şey karmaşık hale gelir. Onlar kardeştir. Hem de ikiz. 
Cash, onun bir erkekte istediği her şeye sahiptir. Tehlikeli ve ne olursa olsun onu yatağa atmayı isteyen seksi, kötü bir erkektir. Olivia'yı baştan çıkarır ve tek bir öpücükle, kötü olduğunu unutturur. 

Nash, onun bir erkekte ihtiyaç duyduğu her şeydir. Başarılı, sorumluluk sahibi ve son derece tutkulu bir erkektir. Ama o, Liz'in zengin ve güzel kuzeni Marissa ile birliktedir. Yine de bu, Olivia'nın ona baktığında erimesini durdurmaz. Tek bir dokunuşla, neden asla birlikte olamayacaklarını unutturur. Olivia, onların bir şey sakladığını öğrenince, siyah beyaz olan her şey grileşir. 
Olabildiğince hızlı bir şekilde kaçmasını gerektiren bir şey… 

Ama kaçmak için çok geçtir. Olivia artık olayların içindedir. Ve aşıktır. İkisine de. 

İki kardeş de Olivia'nin kalbini titretir. İki kardeş de Olivia'yı heyecanlandırır. 
Olivia ikisini de ister. 
Ve onlar da Olivia'yı. 

Peki, Olivia nasıl bir seçim yapacak?"

Merhaba, erotik tarzı olan Kötü Çocuklar ile blog turlarımıza devam ediyoruz. Optimum kitap'ın desteğinde yaptığımız bu turda şimdiye kadar pek girmediğimiz erotik romanlara da el attık.

Öncelikle söylemem gerekirse ben pek ümitli değildim kitaptan. Hatta sevmeyebilirim'e şartlamıştım kendimi. Kitap ise beni ters köşe yatırdı.

Kitap çok eğlenceli, komik bir dille yazılmış. İnsanı boğmuyor, baymıyor. Elinize aldığınızda ister istemez ne olacak diye okumaya devam ediyorsunuz, meraklandırıyor. Ben enfeksiyonlu, yormamam gereken gözümle okudum düşünün. Elimde değildi merak ediyordum.

Şimdi elimizde birbirinin aynısı iki adam var. Biri tam anlamıyla "Kötü Çocuk" , diğeri ise "İyi-Kötü Çocuk"

Cash; gece klubü sahibi, motor kullanan, son derece eğlenceli ama bir o kadar alnında resmen "ben kalbini kırarım" yazan çılgın adam. Bu özelliklerle tabii onu Kötü Çocuk statüsüne yükseltiyor doğal olarak

Nash ise; tam Olivia'nın annesinin onaylayacağı, düzgün, Avukat stajını birkaç ay sonra verecek, geleceği parlak olan Cash'in ikizi. Olivia ile aralarında büyük bir çekim var ama kuzeni Marissa'nın nişanlısı olmasından dolayı bu onu "İyi-Kötü Çocuk" statüsüne yükseltiyor.

Olivia bir anda kendisini ikizlerin arasında bocalar buluyor. Peki bu nasıl başladı?

Bir akşam kız arkadaşının bekarlığa veda partisinde Cash'i striptizci sanıp soymaya kalkmasıyla başlar. Barın sahibi olduğunu fark edince yerin dibine girer tabii.
Ertesi sabah gözünü açtığında aynı adamı evinin mutfağında takım elbise ile bulur. Kafası çorba olur. Akşam Cash ile sabah Nash ile tanışır. Cash ve Nash bizde olsa Can ile Cem gibi -sulandırmasam olmayacaktı eheh-

Cash ne kadar uçarı serseri ise Nash bir o kadar samimi, nazik ve onun tam tersi. Olivia doğal olarak bunların bir karışımı olsa çok iyi olurdu diye düşünüyor.


"Kendime engel olamıyor ve ona bakakalıyorum. Ve sanki yeterince bocalamama sebep olmamış gibi ıslık çalması bittiği an bana göz kırmıyor.
Başımın belada olduğunu tam o an farkına varıyorum. Hem de çok büyük belada." Olivia sf. 127

Kitap hem Olivia'nın, hem Cash'in hem de Nash'in bakış açısıyla yazılmış. Tek bir anlatıcı yok. Onun için erkeklerin onun hakkında ne düşündüklerine de vakıf oluyoruz.

Kitapta en sinir olduğum karakter doğal olarak Olivia'nın kuzeni Nash'ın sevgilisi Marissa. Olivia'nın da dediği gibi her yerini kağıt kesiği ile doldurmak, sonra da tuzlu suya batırmak istedim.

Ve kitap çok sürprizli bitiyor. Ben şahsen sonunu öyle beklememiştim. Ve ayrıca devam kitabını acayip merak ettirdi.

Puan kırdığım tarafı kapağı. Sevmedim maalesef. Daha farklı olabilirdi.


Şimdi gelelim Cash mi? Nash mi? kısmına.

Ben olsam kesinlikle Cash'ı seçerdim bir kere adam çok eğlenceli. Ayrıca siyah tişörtlü, motorlu, karizmatik ve komik kötü çocuklara zaafım var. Olivia gibi korkardım ondan, o ayrı. Cash bana Sons Of Anarchy'de izlediğim Jax Teller'ı hatırlattı. Onu da çok severim hehe

Şimdi gelelim Yazar Tanıtımı kısmına. 


M. Leighton Ohio'nun yerlisi. Kış aylarını çok sevmediği için Güney'e taşındı. Çocukluğundan beridir aktif bir hayal gücüne sahip olan yazar, fantastik edebiyat ile başladı. Bu tarz birçok romana imza atan yazar, son romanlarında daha yetişkin tarzda yazmaya başladı. Baktım şimdi baya bir kitabı var ve çoğu seri. 

Şimdiye kadar 
Nine Lives serisi 2 kitap
Wiccan serisi 2 kitap
The Eclipse serisi 2 kitap
The Fahllen serisi 2 kitap 
Madly serisi 3 kitap
Pretty serisi 2 kitap 
Blood Like Poison serisi 4 kitap
The Wild Ones serisi4 kitap
The Bad Boys serisi 3 kitap 

olmak üzere toplam 24 kitabı bulunmaktadır. 

Turumuz hızla devam ediyor. Kitabı merak ettiyseniz şayet sizi çekiliş sayfamıza alalım. 


Tur Takvimimiz; 

7 Mayıs | mirielenda.blogspot.com | Çekiliş 
8 Mayıs | sssuigenerisss.blogspot.com - Ön Okuma 
9 Mayıs | raflarinarasindan.blogspot.com - Yazar Tanıtımı 
10 Mayıs | segesegese.blogspot.com - Alıntılar 
11 Mayıs | thcodex.blogspot.com - Bunları Biliyor Musunuz?




İyi Okumalar

-Sycorox- 

Janne Teller | Ağaçtaki ★★★★★

Kitabı dün gece bitirdim ve yaşadığım şey; kitap bana bir sağ, bir sol gösterirken esaslısından bir aparkat yemekti. Şayet saat, gecenin üçü olmasaydı önce yazarın ve ardından yayınevinin karşısına çıkıp şunu soracaktım: "Anlamlarımdan ne istediniz?" "Şimdi Pierre-Anthon'dan ne farkınız kaldı?" 

Beni bilirsiniz; yayınevine, editöre, yazara ya da çevirmene söyleyecek bir çift lafım hep vardır. Bu defa yok! Zorluyorum; yine yok! Yazarın su gibi akan bir tarzı var, 180 sayfa civarında olan kitapta eksik ya da fazla tek bir kelime yok. Editör ise inanılmaz bir iş başarmış; tek bir imla hatası bile yoktu kitapta! Ve o çevirmen... Hain çevirmen... O da öylesine su gibi çevirmiş ki kitabın akıcılığına akıcılık katmış. Kısacası Ağaçtaki, üretim aşaması adına tam bir başarı örneği. 

Meram kısmı ise daha bir acayip! Nihilizmin bu kadar yalın bir şekilde anlatılabileceğini tasavvur dahi edemezdim.

Kitapta; bir grup öğrenci, hayatta hiçbir şeyin anlamı olmadığını ve hatta, anlamın dahi bir anlamı olmadığını iddia eden Pierre-Anthon'un hayatlarını anlamsızlaştırmaması ve onları da "hiçbir şey" gerçeğinin içine sürüklememesi için kendilerine anlam taşıyan nesneleri bir araya getirerek bir anlam yığını oluşturmanın ve Pierre-Anthon'a hatalı olduğunu kanıtlamanın peşinde. Sayfaları çevirdikçe, o küçücük çocukların anlam yığınına ekledikleri her nesnede kendilerinden bir şeyler kaybettiklerini görüyoruz. Çok ilginçtir ki, her ne kadar meramları farklı olsa da, Sineklerin Tanrısı gibi bir yere götürüyor bizi. Yer yer dehşete düşürüyor. 

"Neden bir an önce anlam ifade eden hiçbir şey olmadığını kabullenip, gerçekten var olan "hiçbir şeyin" tadını çıkarmıyorsun?"

Ağaçtaki, son zamanlarda sürekli raflarda gördüğüm ve merak ettiğim kitaplardan biriydi. Hele, İzmir Kitap Fuarı'nda, ON8 Yayınlarının ayraçlarıyla, broşürleriyle, küçük notlarıyla ne kadar iyi hazırlanmış olduğunu da görünce yayıneviyle iletişime geçtim. Ertesi gün, üç adet Ağaçtaki kapımdaydı; biri benim için, diğerleri çekilişle sizlere ulaştırabilmem için. Ama kitabı bu kadar sevebileceğimi hiç düşünmemiştim. o yüzden, diğer kitapları size VERMEYECEĞİM! HEPSİ BENİM!

Yalan tabii. Paşa paşa vereceğim. Vereceğim ki sizler de Jane Teller'la tanışın. Sizler de anlamlarınızı sorgulayın. Sizler de aparkat yiyin. Bir tek ben mi gözü mor, çenesi kaymış bir şekilde dolaşacağım ortalıkta!

Hiçlikler, anlamlar, küller,
Amalth.

Not: Ağaçtaki çekilişi çok yakında!

8 Mayıs 2014 Perşembe

Çekiliş | Bir/Her Kadının Hikayesi - Gökçe Dölek


Merhaba, yine bir çekilişimiz var. 
Yazar Gökçe Dölek'in Bir/Her Kadının Hikayesi kitabını çekilişle 3 kişiye hediye ediyoruz. 
Bu sefer çekilişimiz Pazar günü sona erecek, o yüzden kısa bir zamanınız var demedi demeyin. 


İyi Şanslar ^^ 

7 Mayıs 2014 Çarşamba

William Golding | Sineklerin Tanrısı ★★★☆

16 yaşındaydım. Her sene yaz tatili için gittiğimiz Yeni Foça'daki yazlığımızdaydık yine. Akşamları köy meydanında kurulan gece pazarına uğrar, önce birkaç kitap alır ve ardından da sadece kendi yaptığı mumları ve egzotik takıları satarak para kazanan uzun, yağlı saçlı, benden on yaş kadar büyük arkadaşımın yanına uğrardım. Tezgah başında uzun uzun sohbet ederdik. O yaz sonunda Foça'dan ayrıldı, bir daha da hiç görüşmedik. Cep telefonu bile yoktu ki o zamanlar:) Şimdi ise adını bile hatırlamıyorum. En son görüştüğümüz gün, bana Sineklerin Tanrısı'nı vermişti, "Bunu muhakkak oku ve aslında ne kadar vahşi yaratıklar olduğumuzu gör," diyerek. Okumuştum. Şimdi 30 yaşındayım. Bir kere daha okudum.

Sineklerin Tanrısı, ıssız bir adaya düşen uçaktan kurtulan çocukların hikayesini anlatıyor. Adada kendilerinden başka tek bir yetişkin yok. Başlangıçta sonsuza dek oyun oynayarak kurtulmayı bekleyeceklerine inandıkları ada, zaman içerisinde bir cehenneme dönüşüyor ve, zevk için öldüren tek canlı olan insanlar olarak, kendi cehennemlerinin zebanilerine dönüşüyorlar. Kitabın hikaye olarak çok bir ahım şahım yanı yok; aslında, hikayenin çoğumuzun bayıldığı o ünlü Lost'a temel teşkil ettiği bile söylenebilir 1954 yılında yazıldığı düşünüldüğünde. Öteki yandan, insanın toplumdan ve ahlak kurallarından azıcık uzaklaştığında nasıl ilkelleştiğini, vahşileştiğini, şeytanlaştığını gösteren başarılı tespitlerle dolu.

Hiçbir zaman çocukları seven bir kadın olamadım. Asla çocuk sahibi olmanın hayalini de kurmadım. Hatta, çocukların, insan türünün en vahşi, en acımasız hali olduğuna inandım hep. Bu kitapta okuduklarım ne yazık ki haklı olduğuma iyice inandırdı beni. Hatta bazı yerlerde kanım dondu. Evet, bir kitap üzerinden konuşuyoruz ama bal gibi biliyorum ki bu olay gerçeğe çok yakın bir örnek. Her birimizin içinde açığa çıkmayı bekleyen ilkel ve vahşi bir yan var; vahşiliğimizi topluma ayak uydurabilmek uğruna baskılıyoruz. Ancak çocuklar, henüz toplum kuralları tarafından çevrelenmediklerinden vahşiliklerini tüm gücüyle yansıtıyorlar.

Özellikle her gün kadınların, çocukların ve hayvanların sırf zevk uğruna öldürüldüğü bir ülkede yaşarken Sineklerin Tanrısı'nı okumak ne kadar akıllıca oldu, bilemiyorum. O yağlı, uzun saçlı arkadaşım bir teşekkürü mü yoksa sağlam bir küfrü mü hak etti, ona da karar veremiyorum. Zira, bu kitabı okumadan, sadece haberlere bir göz gezdirerek de içimizdeki şeytanı görmek mümkündü.

Denizkabukları, domuzcuklar, dumanlar.
Amalth.


4 Mayıs 2014 Pazar

Robin Sloan | 24 Saat Açık Kitapçının Sırrı ★★★★

"Bu raflarda aradığınızı bulmanıza nasıl yardımcı olabilirim?"

Bay Penumbra, neon ışıklar saçan bir striptiz kulübünün hemen yanındaki 24 Saat Açık Kitapçısına giren herkesi bu soruyla karşılıyor. Uzun, dar ancak üç ya da dört kat yüksekliğinde bir kitapçı bu. Tozlu raflar sanki sonsuzluğa kadar uzanıyor. En üst raftaki kitabı almak ise kimi zaman dağcılık becerileri gerektiriyor. Bay Penumbra kitapçının sahibi ve Penumbra'nın vitrindeki "eleman aranıyor" ilanını görüp gelen Clay'den çok özel bazı talepleri var.

  • Kitapçının arkasındaki raflardaki kitaplar tezgahtar tarafından asla açılıp okunmayacak.
  • O kitapları almaya gelen insanlar, kayıt defterine kaydedilecek. Ama öyle sadece müşteri numarasıyla falan değil! Giysileriyle, görünümüyle, ruh haliyle...


Nasıl bir kitabevi 24 Saat açık olabilir ki? Nasıl bir kitabevi müşterilerinin nasıl göründüğüyle ilgilenir? Nasıl bir kitabevinde günde bir kitap bile satılmaz? İşi kabul eden Clay, akşamları Oliver'dan devraldığı ve sabah saatlerinde Penumbra'ya devrettiği mesai saatleri sırasında durmadan bunları düşünmeye başlıyor. Kurcalıyor, kurcalıyor, kurcalıyor... Eh, sonunda, çarklardan birini hareket ettiriyor ve, aniden, kendini ve arkadaşlarını yüzlerce yıllık sırları kovalarken buluyor.

Bu yazıyı yazarken öylesine zorlanıyorum ki... Zira, kitaba bayıldım ancak kitabı nitelemek için seçeceğim sıfatların neredeyse hepsi çoğunuz tarafından "olumsuz" olarak algılanabilecek sıfatlar. Örneğin, 24 Saat Açık Kitapçının Sırrı tuhaf bir kitap. Evet, sanırım bundan daha iyi bir sıfat bulamam; tuhaf. Benim için, taparcasına sevdiğim Tom Robbins'in kitapları da tuhaftır mesela. Bir başka kitaplar bunlar, özel kitaplar. Hatta bence, herkes tarafından değil, sadece gerçekten kitabın altındaki meramı anlayabilecek okuyucular tarafından okunması gerekir. Mesela, Starwars izlememiş olanlar bu kitabı okumasın. Bilgisayar, IT, Google gibi konularda bilgisi olmayanlara da önermiyorum. Bu kitabı çok sevmek için biraz "nerd" olmak gerekiyor. Fantastik edebiyat sevmek ve zamanında, FRP oynamak da! 24 Saat Açık Kitapçının Sırrı da işte böyle bir kitap; aynı zamanda ironik! Hatta, adeta bir FRP senaryosu! Yüzlerce yıllık sırlar, tozlu kitaplar, şifreler, Google, teknoloji, bulmacalar, tarikatlar, daha çok Google, ejderhalar, bilgisayar korsanları, kitaplar ve bir kitap etrafında dönen şaşırtıcı, tuhaf, ironik ve sürükleyici bir senaryo...

Teknolojinin kitapların yerine geçmesinin kaçınılmaz olduğunu görmeme neden olan kitabı okurken şunu fark ettim: Teknolojinin hayatıma bu denli girmesini istemiyorum. Hayatımı ve zevklerimi neredeyse kendi zekasına sahip ekranların ellerine teslim etmek istemiyorum. Kitaplar olmalı hep; sarı saman kağıda basılmış, mis gibi kokan kitaplar. Sayfaların arasında rengarenk ayraçlar olan, yaşanmışlığı hissettiren kitaplar... E-Book'lar dünyayı fethetmesin. Kindle'lar çantalarımızdaki kitapların yerini almasın; herkesin çantasına girmesin. Lütfen girmesin! LÜTFEN!

"Hep ölümsüzlüğün yolunun insan beynini kontrol eden küçük robotlardan geçeceğini düşünmüşümdür," diyor. "Kitaplar hiç aklıma gelmemişti."

Anlayacağınız, Robin Sloan şu andan itibaren ne yazsa okurum. Dili, kelime seçimleri, kurgusu kusursuz.
Bir an önce kesmezsem sonsuza kadar sürecek olan yazıma doğrudan Robin Sloan'ın cümleleriyle son vereyim. Ne demek istediğimi anlayacaksınız.

İyi Okumalar,
Amalth.

"Sonra, diğer okuduğunuz kitaplarda olduğu gibi, benim kitabım da yavaş yavaş zihninizde yok olup gidecek, ama umarım şunları hatırlarsınız: Adamın biri karanlık ve ıssız bir sokakta yürümektedir. Hızlı adımlar atıyordur, nefes nefese kalmıştır. Bir şeyleri merak ediyor, öğrenmeye ihtiyaç duyuyor. Kapının üzerinde bir çan çalar. Kapının ardındaysa bir tezgahtar, bir merdiven, insanın içini ısıtan güneş ışığı ve işte, doğru zamanda gelen doğru kitap..."





3 Mayıs 2014 Cumartesi

Angelopolis | Danielle Trussoni


   Ve konuşmaya başladı benimle -usulcacık, yumuşacık- melek sesiyle  -Dante/Cehennem-

Kitap: Angelopolis (Angelology #2)
Yazar: Danielle Trussoni
Çeviren: Sıla Okur
Yayıncı: Doğan Kitap
Tür: Fantastik, Paranormal
Sayfa Sayısı: 249
Puanım: 4

"Evangeline Brooklyn Köprüsü'nde kaybolalı on bir yıl geçti. 

Verlaine, onu son kez gördüğünden bu yana, Melekbilim Akademisi'nin en sıkı Nefil avcılarından biri oldu. 

Şimdi ikisi birlikte, Nefiller ile Melekbilimciler arasında yüzlerce yıldır süren kanlı savaşın, Eiffel Kulesi'nin gölgelerinden St. Petersburg saraylarına, Sibirya'nın derinliklerinden Karadeniz kıyılarına kadar uzanan yeni cephelerinde yer alacaklar."

Uzun zamandır çıkmasını dört gözle beklediğim kitaplardandı Angelopolis. Daha önce ilk kitap Angelology / Asi Melekler 'i bir çırpıda okumuş ve ciddi anlamda beğenmiş, çok etkisinde kalıp baya araştırmalar yapmıştım konusuyla ilgili. Doğan Kitap'a kitabı okumam için yolladığı için ayrıca teşekkür ederim.

Kitap elime ilk geçince çok şaşırdım bu kadar ince beklemiyordum. Kapağından dolayı bir hayal kırıklılığı yaşasam da onu sonra anlatayım.

Konusu, kurgusuyla bildiğimiz meleklerle ilgili kitaplardan değil, önceki kitapta anlatmıştım. Önceki hikayede New York'da bırakmıştık kahramanlarımızı. Bu kitapta aradan on yıl geçmiş, Evangeline ve Verlaine o sürede görüşmemişler bile. Evangeline dışarıdan bakıldığında nefil özellikleri göstermiyor, sanki bir insan gibi duran biri olduğu için çabuk araya karışmış.

Tabii Grigori ailesi boş durmuyor Percival Grigori'nin ölümünden sonra Evangeline'yi bulması için en ölümcül Emim meleklerinden Eno'yu yolluyorlar. Hikaye bu şekilde hızlı hızlı başlıyor ve Paris'ten Rusya'ya uzanan puslu bir yolculuğa başlıyoruz.

Önceki kitapta Evangeline'nin anneannesi Gabrielle ve onun nefillerle olan bağlantısına baya yer vermişti. Bu kitapta ise annesi Angela Valko'nun çalışmalarına yer veriliyor ve öyle büyük bir sır var ki -tabii söylemeyeceğim- onun çalışmalarındaki sır perdesi çözülüyor.


Şimdi kapaktaki Fabergé yumurtası hikayeyle ne alaka diye düşündüğünüzü anlıyorum. 
Ünlü mücevher tasarımcısı Carl Fabergé'nin tasarımlarını yaptığı ve Romanovlara her paskalya'da hazırladığı mücevher yumurtalar çılgınlığı günümüzde de sürüyor. 

Bilindiği gibi 53 yumurtanın 45'i nerede oldukları belliyken 8 tanesi kayıptır. 
Hikayemizi yazar bu ünlü yumurtaların hikayesinden ilerleterek, Romanov'lara, onlardan da Rasputin'e kadar götürüyor. Hatta Grigori Rasputin'in Çar'ın oğlu Aleksey'in hemofili hastalığını esrarengiz biçimde iyileştirmesi olayını da içine katarak daha ilginçleştiriyor konuyu. Angela Karlov'un kızına miras olarak bıraktığı yumurtanın içinde ne gibi bir sır gizli? 


İlk kitabı okuyanlar bilirler kitabın ana hatları Nuh Tufanın'da geçiyordu.   Nuh ve oğulları bir gemi yapıp her bitki, hayvandan birer çift alıp yeni bir dünyaya yol açıyorlardı. Amaçları nefillerin yok olmasıydı lakin nefiller gemiye binmenin bir yolunu bulup, Nuhun oğlunu öldürüp onun yerine geçerek, oradan Avrupa'ya gidebilmişlerdi. İkinci kitapta yine Nuhun Gemisinin ardından ipucu bulmaya çalışıyorlar. Halen Nuhun Gemisi gizemini koruyan bir olay olduğu için, birçok araştırmacının ve meraklının  bu konuda ciddi uğraşları olduğundan ilgimi aşırı çeken bir konudur.  Kitabın sanırım en sevdiğim bölümleri bu kısımlar oldu doğal olarak. 
Verlaine ve Bruno, Vera Vargara isimli rus melekbilimci'den yardım istiyorlar. Aslında amaçları yumurtaların esrarını çözmek, ipucunu yakalamak. Ama onları ararken ellerine çok önemli bir defter geçiyor ve Vera bu konularda uzman olan Karadeniz kıyısında Hristo Azov'a gidiyor. Böylelikle hikayemizin Nuhun gemisindeki tohumlar ayağına geliyoruz. 

Nuh peygamber her bitkiden tohum alıp onları binlerce yıl saklı kalacak şekilde korumayı amaçlamış. Bu bitkilerin bazıları nefiller üzerinde önemi olan bitkiler olunca melek bilimci Azov ve ekibi onları sır gibi saklamayı görev edinmiş. Bu bitkilerin ve o defterin sırrını çözmek için ise Vera ve Azov ilk kitaptan bildiğimiz bir ismin Dr. Raphael Valko'nun kapısını çalarlar.

Peki Dr. Valko ne gibi bir sır ile onları şaşırtacak?


"Vera da bunu hissetmek istiyordu; 
tüyler ile etin birbirine sürtünmesini, kucaklayışın sıcaklığını, acı ile zevkin, korku ile arzunun sarmaş dolaş olmasını"



Kitaptaki karakterlere kısaca göz atarsak;

Evangeline artık hem insan hem nefil. İstese bile hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. O ise nefil genlerini kabul etmeden insan olmaya çalışıyor. Bu özelliği yüzünden dikkat çekiyor ve takip ediliyor.

Verlaine ise artık daha ayakları yere sağlam basan başarılı bir melekbilimci. Lakin Evangeline'ye saplantısı onun beraberinde kendisini maceradan maceraya sürüklüyor.

Dan Brown kitaplarıyla kıyaslıyorlar bu seriyi. Doğrudur çünkü Danielle Trussoni bence Dan Brown'un açtığı akımdan ilerlemeyi kafasına koyarak başladı yazmaya. Konu çarpıcı, dikkat çekici olunca yazmadan durmadı.

Dan Brown'un Robert Ludlum'u neyse Danielle Trussoni'nin Verlaine'i o. İkisi de sanat tarihçi, meraklı, maceracı. Okurlarını bir gizemden diğerine sürükleyebiliyor. Bu bağlamda kitapları Dan Brown'un kitaplarına benzetmek yersiz bir benzetme olmayacaktır.

Kitapta bir diğer dikkat çekici karakter dişi Emim meleği Eno. Hakikaten hayran kaldım ona. Kapkara kanatlarını açıp saldırı hazırlığına girince diğer karakterler gibi bende heyecanlandım. Tabii bir meleği sokakta bir uçtan diğerine simsiyah kanatlarını açmış görürseniz heyecanlanmanız çok normaldir.
Bruno'nun bu emim meleğine saplantısı ise Verlaine'nin Evangeline'ye duyduklarıyla aynı gibi.

"Cemaatte yerini kaybetmesi, adının lekelenmesi, hatta canından olması bile Eno'nun peşindeyken öenmini yitiriyordu. Eno güzel bir yaratıktı ama Bruno'nun ilgisini çeken bu değildi. Eno'nun varlığı hipnotize edici bir tarafı, yakalayabilecek olsa Bruno'ya neler yapmaya kalkışacağını bilmekten gelen tehlikesi ve heyecan duygusu vardı. Eno, Bruno'yu öldürmeyi planlarken bile ona yaşadığını hissettiriyordu."

Vera Vargara, Nadya, Azov, Sveti, Raphael Valko ise resmen kafamızı bir ton bilgi ile dolduran karakterlerdi.

Kitaba ilk başladığımda ne ince demiştim, ama bitirdiğimde yetti resmen. Lakin yine de yazar acaleye getirmiş gibi geldi. Keşke bir elli sayfa daha yazıp, koştur koştur ilerletmeseymiş. Hele sonlarına doğru artık, noluyor ya dediğim yerler oldu. Çok hızlı hızlı bağladı sonunu. Panopticon'da daha fazla zaman geçirip olayları daha ağır ağır ilerletse efsane olacaktı sonu. Ayrıca o kadar çok bilgiye boğuyor ki, bir yerden sonra kopuyorsunuz.

Geçiş kitabı olduğu, ilk kitapta kalan soruların cevabının verildiği 249 sayfa okudum. Her iki ikitabı elime aldığım andan gece yarısına kadar okuyup tedirgin ola ola -tamam gece yarısı olduğu için biraz korkmuş olabilirim- ve etkisinde kalarak sabaha değin bitirip google'da alakalı konuları araştırıp nefil kırıntısı bulduğum yerlerde "gerçek olabilir mi?" diye sormazsam olmaz zaten.
Tabii kurgusal olduğunu biliyorum, ama insan merak etmeden duramıyor. Böyle insanı deliler gibi araştırmaya iten kitapları çok severim.

Üçüncü kitapta muhtemelen artık savaş olacak. Umarım yazar bu sefer de hızlı hızlı ilerletmez de hikayeyi iyi bağlar.

Kitapta beni rahatsız eden şeylerden ikincisi kapağı maalesef. Hatta okuduktan sonra bir daha üzüldüm. Keşke orijinal kapakla hatta ciltli olanla çıksaydı. İlk kitabı merak etmemin nedeni kapağıydı. Bu kitabı ise seriyi bilmeyen almaz. Orijinal kapak ise başlı başına beni almalısın diye bağırıyor. Bizde çıkan kitabı seri'nin ilk kitabıyla yan yana getirince o kadar farklı oluyorlar, kimse onun devam kitabı demez. o yüzden oradan çok puan kaybettirdi.



İlk kitapta yazdığım gibi bu kitap öyle sevimli, meleklerle insanların duygusal hikayesi değil. Evet aşk var, tutku var ama bunu uzun uzadıya anlatmadan, yaratıkların kötücül yanlarını öne çıkararak yazmış. 
Aynı zamanda kafamızda kurguladığımız melek kavramını da gözden geçirip araştırmaya iten bir kurgusu var. 
Kapağına bakıp hemen yargılamayın, eksikleri ve olumsuz yanları da olsa dahi ilgi çekici ve güzel bir seri.

Melekler, Nefiller, Fabergé yumurtaları, Romanovlar, Rasputin ve buz gibi Sibirya atmosferinde bir akşamınızı geçirin tavsiye ederim. 

İyi Okumalar...

-Sycorox-





Related Posts with Thumbnails