31 Mayıs 2010 Pazartesi

Stephen King'den Acıların Kadını

Dolores, benim için tüm Stephen King kitaplarından ayrı bir yerdedir. Hepsinden farklıdır.

Tabi ki 16 yaşındaysanız Hayvan Mezarlığı, Şeffaf ve firestarter daha çok hoşunuza gidecektir ancak King'in traş bir yazar olmadığını, aksine iyi bir anlatıcı ve gözleyici oldugunu gösteren bir kitap arıyorsanız dolores derim. Gerçi King tüm kitaplarında  hiçbirimizin dikkat etmediği ufak ayrıntılardan iğrenç sonuçlara varmayı iyi bilir. -ruhlar dükkanı mesela- Ama yine de dolores başka...Burada bence king insan psikolojisine de "ben kralım" demiş :)

hikayeye gelirsek; dolores acıların kadınıdır. berbat bir hayatı vardır. kendi başına gelen herşeyi kabullenmiştir. Kocasının seneler önceki ölümü yaşadıgı küçük kasabada merak konusudur. Bir gün hizmetçilik yaptığı kadın - vera - ölünce, Dolores in gerçek hikayesi çıkar ortaya...

cidden incelikli bir hikayedir Dolores Claiborne'nunki. Stephen King in doğa üstü'nü en az kullandığı kitaplarından biridir muhtemelen..

Ah bu arada, kitabın kapagını -ki bendeki kitap budur- çizen arkadaş sanırım ya hikayeyi okumamış ya dayak yememiş... Pek de şekilde görüldügü gibi seksi, yırtmaçlı dekolteli bir hatun değil çünkü Dolores..

Ayrıca kitabın, Bir adet filmi de mevcut. Zaten S.King herhalde kitapları en çok senaryolaştırılan  yazarlardan biridir.

Bence King sevmiyor olsanız bile bu kitaba bir şans verin. Dolores'in hayata karşı katılığı, kızının kırılganlığı... Kadın olmak üzerine bir bakış açısı sonuçta, hem de erkek bir yazardan.

Okumaya değer.

on üzerinden puanım: 7

Riverton Malikanesi | Kate Morton

Kolaylıkla tahmin edilebilir bir sonu olsa da okuması keyifli bir kitap Riverton Malikanesi.

Kitapta ana hikaye ikinci dünya savaşından önce ingilterede geçiyor.
Odak noktamız Grace ise günümüzde yaşlı bir kadınken, ana hikayede ise bir hizmetçi..

Bir film yapımcısı Grace'i bir zamanlar çalıştığı riverton malikanesi ile ilgili sırları açıklamaya ikna etmeye çalışmaktadır.

Okuyucu olarak biz de bu "sır"lara sayfaları çevirdikçe vakıf oluruz olmasına ama başta da dediğim gibi tahmin ediliyor hepsi..

Yine de başarılı buldum, oldukça sürükleyici bir roman.

hikaye biraz titanic'i andırdı bana, orada da kadın yaşlıydı ve gençliğini anımsıyordu. belki bu da sinemaya uyarlanır kimbilir! bence film olmaya oldukça uygun bir konusu var.

bu arada hafta sonu Kate Morton'un yeni bir kitabını daha gördüm, sanırım yazarın diğer kitapları da türkçeye çevriliyor..
iyi okumalar!

on üzerinden puanım: 7,5

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Kitaplardan Uyarlama Diziler



Şimdi tanıtmak istediğim bir kitap değil, Bbc'nin klasik eserlerini mini diziler halinde çektiği dvd'ler.
Son bağımlılığım diyebilirim açıkçası. Şimdi ben bu kitapları hatmetmiş, filmlerini üçer beşer kere izlemiş biri olarak bu kolleksiyonu size tavsiyeyi borç bilirim.

Öncelikle dizi halinde oldukları için, hiçbir detayı atlamadan işliyorlar. Çoğumuzun kitap uyarlamalarında şikayet ettiği olaydır bu. Mekanlar, kostümler, oyuncu seçimleri, kurgular çok başarılı. Oyuncularda bizim çoğu yerden aşina olduğumuz isimler olunca daha hoşa gidiyor.

Jane Austen'in bütün kitapları uyarlanmış. Colin Firth ve Jennifer Ehle'nin oynadığı Pride and Prejudice en popüler Bbc uyarlaması. Bunun yanında yine Austen uyarlaması Emma'nın 2009 yapımını ben çok beğendim. Hatta şu ana kadar çekilmiş Emma'ların içinde en güzeli derim.

Jane Eyre ise gerek mekanları gerekse oyuncuları bakımından benden artı not aldı.

Charles Dickens, Elizabeth Gaskell, Charlotte Bronte şu ana kadar benim takip edebildiklerim.

Klasik kitapları okumaktan sıkılıyorsanız, güzel bir alternatif olabilir.


Kocamı Niçin Öldürdüm?

Çok uzun zaman önce okuduğum kitaplardandır kendisi. Şimdi diyeceksiniz nerede çılgın kitap var orada seni görüyoruz. Doğrudur, seviyorum enteresan kitapları.

Bir evliliği, evliliğin kadın açısından olan sorunlarını seriyor gözümüzün önüne esasen.

Kıskanç bir kadın var, kocasının eşi, metresi, annesi, kızı, sekreteri kısacası her şeyi olmak isteyen.

Ve bunu da başarıyor. Adamın çevresinde olan bütün kadınları uzaklaştırıyor. O derece hastalıklı ve psikopat bir duruma giriyor iş.

Adama gelince o halinden memnun aslında. Çünkü her işi aksatmadan görülüyor. Bir kadın hayatındaki diğer kadınlara bedel bir şekilde, onların eksikliğini aratmadan işini yürütüyor. Bu bence tüm erkeklerin hayal ettiği bir durum olsa gerek.

Ve kitabın sonunda kadın kıskançlığa ve çılgınlığa dayanamayarak kocasının yemeğine zehir koyup onu öldürüyor. Ve bu kitabı yazıyor (gerçek yaşam öyküsü değil)

Şimdi tamam kadın psikopat ciddi anlamda sorunları olan ve yalnız bir kadın. Hatta o kadar kaçırmış ki, kızını kıskanıp, onu evden uzaklaştırmasında " yok artık ablacım" diyorsunuz. Ama böyle insanlar var, kitap kurgu ama ciddi anlamda böyle insanların olduğuna şahidim ben.

Kıskançlık sorgulanacak bir konu, muhtemelen de ondan daha popüler konu olan "aldatma" kadar sorgulanacak yıllarca.

Lakin ben bu kitaptan çok şey öğrendim. Ve bunların olumlu şeyler olması sizi şaşırtmasın.
Mesela; kadın kocasının onu her sabah güzel görmesi için, adamdan önce uyanıp süslenip, hafif makyaj yapıp tekrar yatağına dönüyor ve adam onu her sabah prenses gibi görüyor. Şimdi hangimiz yaparız böyle bir şey?
Tamam bir iki gün yapsak bile, üçüncü gün mızımaya, "beni böyle kabul et dostum"lara başlarız.

Sonra sakin bir şekilde, adama söz geçirmesi takdire şayan gerçekten.

Bu kitaptan şunu da anlıyoruz, erkeklere sakin bir şekilde her istediğini yapıyor görünüp, aslında siz her istediğinizi yaptırabilirsiniz. Olayın özü budur.


Geceyarısı'nın Peşinde - Richard Zimler

Size bahsetmek istediğim üçüncü  kitap: Geceyarısı'nın Peşinde
Bir yakınımın kitaplığında görüp  yürüttüğüm üç kitaptan biri olarak hayatıma girdi. Şimdi en sevdiğim kitaplar arasında ilk sıralarda yer alıyor.
Geceyarısı'nın Peşinde’de yedi yaşındaki Portekizli John Zarco ile, Afrikalı Geceyarısı’nın masum, çocuksu arkadaşlığı büyüleyiciydi.  Şeker Portakalı’nı sevenlerin bu kitabı da çok seveceğinden eminim. Zarco ile Geceyarısı, Zeze ile Portekizli Manuel Volodores’i aratmıyor.
Portekizde yaşayan ve sıcacık bir aile olan üç kişilik Stewartlara Geceyarısı’nın katılmasıyla her birinin hayatı tamamen değişiyor, kendilerini hayal bile edemeyecekleri olayların ortasında buluyorlar.  Bize kalansa otuz yıl süren bu muhteşem hikayeyi Zarco’dan dinlemek ve keyfini çıkarmak.
Çocukların dilinden anlatılanları okumayı çok seviyorum. Onların hayata bakışlarının saflığı ve farklı gözlemleri ile kendi çocukluğuma dönüyorum. :)
Bana göre kitabın bu kadar akıcı ve sürükleyici olmasının en önemli nedenlerinden biri de Solmaz Kamuran tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olmasıdır.
10 üzerinden 10 veriyorum ve kitaptan bir cümle ile bitiriyorum: "O an cevabım bana normal gelmişti, oysa şimdi birinin diğerine okuma yazma öğretmesinin büyük bir sevginin işareti olduğunu düşünüyorum."
Keyifli okumalar

28 Mayıs 2010 Cuma

Persepolis - Marjane Satrapi



Konuk yazar olarak bahsedeceğim ikinci kitap: Persepolis.  
Kendisi otobiyografik bir çizgi roman olup çok başarılı da bir animayonu mevcut..
Herkes animasyonu biliyormuş zaten, ben sonradan öğrendim. 2007 Cannes Film Festivainde Jüri Özel Ödülü aldığını da bilmiyordum dolayısıyla.
Persepolis, Marjane Satrapi'nin henüz küçük bir çocuk olduğu dönemde İran yaşanan yeşil devrim ile başlıyor ve gençliğine kadar başından geçenleri konu alıyor.
Çizimler çok keyifli, komik ve alaycı bazen de çok hüzünlüydü...
Marji'nin gözünden önce bir çocuk, sonra yetişkin bir kadın olarak siyasi olayları, bunların ailesindeki ve ülkesindeki etkilerini görüyoruz.
Kendi adıma, burnumuzun dibindeki komşumuzun tarihine bu kadar yabancı olmama çok üzüldüm. Gerçi kitapta biraz bahsediyor İran'da yaşananlardan neden bu kadar bihaber olunduğundan.
Kültür olarak çok benzer yanlarımız olduğunu ve yeşil devrim öncesi İran'ın ne kadar modern bir şehir olduğunu bilmediğim için kendimi ayıpladım.
Marjinin, devrimin katı kurallarına karşı  dürüstçe kendini savunduğu zamanlardaki cesaretine hayran kaldım. Bir de yasemin kokulu anneannesi ile ile ilişkisini çok sevdim. Ama yine de beni en çok etkileyen bütün yaşadıklarına rağmen insanların ülkesine olan büyük sevgisiydi. 
Çizgi roman seven herkese tavsiye ediyorum. Yine bir arkadaşıma verdiğim için kontrol edemiyorum, ama 130 sayfa diye aklımda kalmış. 
Keyifli okumalar.

Shantaram - Gregory David Roberts


Bu haftanın konuk yazarı olarak bahsedeceğim kitaplardan ilki: Tanrının huzur bahşettiği: SHANTARAM
Avustralyalı kahramanımız silahlı soygundan 19 yıl ceza alır ve hapsi boylar. 
Sahte pasaportuna göre ismi Lin olan bu kahramanın hapisten kaçıp, soluğu Bombay'da almasıyla 900 sayfalık macera başlar. 
Uçaktan iner inmez tanıştığı Prabu ve onun kocaman gülümsemesi, Lin'in bu şehre aşık olacağına dair en büyük ipucu olur.
Kaçış rotasında sadece bir durak olan Bombay bir süre sonra Lin’in “evi” olmuştur.
Bir kaçış hikayesi olan Shantaram’da, karanlık sokakları, uzak köyleri dahil Hindistan çok iyi anlatılmış. Yazarın içtenliği, Hintlilere ve onların kültürüne beslediği sıcacık sevgi her satırda hissediliyor. Okurken çok düşündüm böyle sevgi dolu bir adam nasıl suçlu olabilir diye.
Kitabın akıcı ve sürükleyici diline ve yazarın anlatım kabiliyetine hayran olmaktan başka elimden birşey gelmiyor. 
Bir solukta okudum. Olaylar öyle gerçekçi, kanlı canlıydı ki, bazı yerlerinde  kendimi fazla kaptırıp ordaymışım gibi hissettim. Prabu sağolsun yüksek sesli kahkahalarla etraftaki insanların merakına sebep oldum. 
Söylemeden geçemem; güldürürken düşündürdüğü ve çok güzel mesajlar verdiği bölümler de oldu. Kaderine bırakılmış gecekondu mahallesi sakinleri, kendi adalet sistemleri dahilinde kurallarını uygularken, her ne kadar mafya babası olsa da bilge bir kişilik olan KhaderBhai hayata dair öğütler verirken "vaaaay" diyip, kalemim elimde altını çize çize okudum. 
Kitabım bende olsa size hemen bir örnek verirdim ama bütün sevdiğim kitapları yaptığım gibi onu da sağda solda deliler gibi övmeye başlayıp, bir arkadaşıma verdim. 
Şu an için sadece  kapaktaki "kader seni güldürmüyorsa, espiriyi anlayamadın demektir." i örnek gösterebilirim. 
Shantaram’da biraz Slumdog Millionaire tadı vardı bence, çok isabetli bir karar olarak filmi de yapılıyormuş. Belki o da Oscar alır kimbilir. 900 sayfayı okumaya üşenenler için başrolde Johnny Depp, KhaderBhai olarak Amitabh Bachchan! 
Daha ne olsun?
İyi eğlenceler…

27 Mayıs 2010 Perşembe

The boy who lived...

Harry Potter serisi, çocuk romanı mı, büyükler için mi, sürekli tartışılır. Ama ben bu tartışmalara girmek istemiyorum. çünkü bence, büyük bir hayalgücü destanı olmasının yanında aynı zamanda herkesin okuyabileceği bir kitap serisi yazdı Rowling.

Harry Potter benim çocukluğumla aramda kalan son ve cılız bağ gibiydi. Yedinci kitabı okurken, orada artık bu hikayenin bitiyor oluşundan çok, ben bir daha fışırdayan vızvızları veya balkonda hogwarts'a davet mektubu bulmayı hayal edemeyecek oluşuma ağlıyordum.

Kitabın içindeki pek çok karakter öylesine sıradan, öylesine senin veya benim gibi biri havasında ki, insan hayran olmadan edemiyor. Ben Harry Potter'ı seviyorum, çünkü bize ideal kahramanlar sunmuyor. Ayağı takılan, düşen, kazan patlatan, herşeyi berbat edebilen, kanlı canlı, sivilceli, dağınık saçlı insanlardan bahsediyor. Sıradan insanların hayatlarını büyünün dokusu etrafında izliyoruz, ve tanrım, eminim ki ağzı açık okuyan pek çoğumuz, Hogwarts'a gitmek istiyoruz!
Neyse benim kişisel ve son derece budala hayallerimi bir yana bırakalım artık...

Harry Potter neden sevilir?
Çünkü yazar, mitolojiden araklama yapmakla suçlansa dahi, koskoca bir dünyayı en ufak ayrıntısına ve yok denecek kadar az sayıda mantık hatası ile yaratmış olmasına şapka çıkarıyorum. Biliyorsunuz seri tamamlandıktan sonra Çağlar boyu Quidditch ve Fantastik Yaratıklar ve Nerede bulunurlar diye iki kitap daha çıktı. Aslında, yazar 7. kitaptan sonra bir de ansiklopedi çıkaracagını söylemişti ama bu konudaki gelişmeleri bilmiyorum.

Quidditch denilen ve süpürge üzerinde oynanan bir sporu icat eden Rowling, bunun yanısıra - bir kısmı mitolojide yer alsa da- hatırı sayılır miktarda kendi tasarımı olan pek çok yaratık tasarladı.

Gerek hogwarts'taki ders programları, gerek hocalar, büyünün pratik kullanımları, ve hatta Weasley'lerin evindeki bazı tuhaf eşyalar... hepsi inanılmaz bir yaratıcılık ürünü!

Bu sebeple, hayal gücüne saygısı olan, ve içindeki çocugu öldürmekten itina ile kaçınan herkesin, yer yer gülerek yer yer düşünerek okumasını rica ediyorum!  Memnun olacaksınız..

Haftanın Konuk Yazarı | Fun Stuff & Lovely Things

Merhaba Arkadaşlar,
Uzunca bir süredir Haftanın Konuk Yazarı başvurusu gelmiyordu, sonunda bir başvurumuz oldu ve dolayısıyla karşınızda... Ta ta ta taaaa... Fun Stuff & Lovely Things!

Fun Stuff & Lovely Things çok sevimli bir blog, eğlenceli, doğal! Hele son yazısını gören kitapseverler o "İzle" butonuna tıklamadan da duramayacaktır! (Yüzümü kara çıkartmayın, ühü.) Ayrıca kendisine Rafların Arasından ekibi olarak teşekkür etmeliyiz, bize çok güzel bir e-posta yazmıştı ancak ben işlerimden kafamı kaldırıp da henüz diğer yazarlarımızla paylaşamadım, üzgünüm.

Fun Stuff & Lovely Things önümüzdeki hafta Perşembe gününe kadar Konuk Yazarımız olarak kalacak ve istediği kadar (gün gelsin binlerce kitabımız olsun, iiişallaaah!) yazı yazacaktır.

Daha sonraki haftalara ilişkin Konuk Yazarlık taleplerinizi amaltheian@gmail.com'a e-posta vasıtasıyla bildiriniz. En geç iki gün içinde dönmeye çalışıyorum.

Sevgiler.
Müdüriyet.

23 Mayıs 2010 Pazar

Gerçek hayal kırıklığıdır...


Bir yerlerde Alper Canıgüz'ün güldürürken ağlatan kitapların yazarı olmak istediğine benzer birşeyler okumuştum... Kişi kendini bilirmiş ya hani, işte yazar Canıgüz de hakikatten o dileğini gerçekleştirmiş bu kitapta.

Alper Canıgüz'ü hiç okumamış biri, kitabın arkasına bakıp kahramanın 5 yaşındaki bir çocuk oldugunu görünce, boş bir kitap oldugu yanılgısına kapılabilir...5 yaşındaki bir veledin hayatı ne kadar sıradışı olabilir ki? ne gibi bir zevk verir okuyana? ama böyle düşünmeyin.. mükemmel bir kitapla karşı karşıyasınız.

Alper Kamu 5 yaşındadır ancak 35 yaşında gibi düşünür, konuşur ve davranır. Alper Kamu'nun hayat ve insanlar hakkında eşsiz gözlemleri vardır ve herbir kelimesine kadar haklıdır da...

Biz hayatın acı tadıyla 5 degil de 25 yaşında tanışırız belki de, artık milyonlarca noktanın içinde bir noktadan fazla bişey olmayacak oldugumuzu, hayatın mucizeler getirmeyecegini idrak ederiz..Ama Alper Kamu bunu anasının karnından doğdugu gün biliyormuşcasına bezgin...

Kitap alabildiğine komik de aynı zamanda. kahramanımızın tespitlerinin yanı sıra, kişilerle -mesela komiserle- diyalogları epey güdürüyor!

şiddetle tavsiye ediyorum. Bence Canıgüz, kadri kıymeti çok bilinmeyen bir yazar, onu baştacı etmeliyiz, kapısına çiçekler koymalıyız, evinin önüne I LOVE YOU yazmalıyız ki, bu kısacık, incecik ama içi dolu turşucuk kitaplarından daha bol bol yazsın!

bu arada yazımızın başlıgı da, kitabımızın pejmurde kahramanlarından birinin ağzından dökülmüştür efendim.. iyi okumalar!

on üzerinden puanım: 9

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Torunlar- Fethiye Çetin, Ayşe Gül Altınay


Ermeni sorunu gündemin en sıcak konularından. Hrant Dink'in ölümü arkasından yaşananlarla, daha da çok konuşulur, tartışılır hale geldi aslında.

Bize öğretilenler, söylenmeyenler, saklananlar... Herkesin farklı bir görüşü, inancı var. Ben her olayda olduğu gibi bilginin, bir değil farklı bir kaç yerden geldiği durumlarda kendimi daha güvenli hissediyorum.

Okulda öğrendiklerimiz ve etrafımdan duyduklarım zaten cebimde diyerek, bir arkadaşımın önerisiyle bu kitabı okumaya karar verdim.

Kitap, 1915 döneminde Türkiye'de yaşayan Ermenilerin, torunlarının anlattıkları.
Bazıları, Fethiye Çetin'in Anneanne adlı kitabını okuduktan sonra aile içinde bilinen ama üzerine hiç düşünülmeyen bu konuları deşmeye başlamış, zor da olsa bir şeyler öğrenmişler.
Kimisi adını vermekten kaçınmış, kimisi kimliğini saklama gereği görmemiş. Bir tanesi konuştuktan sonra son anda geri çekilme kararı almış.

Türk aileler tarafından sahiplenilen, aile içine alınan çocukların yaşadıkları hikayeleri buluyorsunuz kitapta.

O dönem bir muamma. Okuyunca, hep söylenenin aksine kötü bir şeyler olduğunu hissediyor insan.

21 Mayıs 2010 Cuma

Çılgın latinler, ne içtiyseniz ben de istiyorum!

Latin Amerikanın büyülü gerçeklik anlatımlarına, gerçekle masalın iç içe geçip insanı afyon içmişe döndüren sarmal hikayelerine hastayım.

bugün sizlere, az bilindiğini düşündüğüm ama kesinlikle okunması gereken güzel bir kitaptan bahsedeceğim. Tereza Batista. Yazarı, Jorge Amado..


Ben bu kitabı  okuyalı nerdeyse bir asır oldu ve tekrar bulursam muhakkak yeniden okuyacağım.

Hikaye küçük Tereza'nın zalim bir adama seks kölesi olması ile başlar. Tereza, bu adamın elinde oyuncak olur çünkü her tecavüzde "ilk seferki gibi" dir...

Sapık herif, başka kızları da alır koynuna, kimi zaman ailelerine para vererek aldığı bu kızlar ona aşık bile olur... Kitapta beni en derinden sarsan, delicesine kullandığı kızlardan birinin, adama kör kütük ve saplantılı bir şekilde aşık oluşuydu. genç kızın hastalıklı aşkını yazar o denli etkileyici biçimde aktarmış ki, bugün bile aklımda bazı kelimeler. ama spoil etmemek adına söylemeyecegim, hem zaten oldukça belden aşağı...

Tereza büyür, fahişe olur. Aşık olur, yaşar...

Gerçekten dramatik ve dokunaklı bir kitap. Zaten gerek Gabriel Garcia olsun, Isaballe Allande olsun, bu latin yazarların hepsi delicesine okumalık, oranın havasında mı var artık suyunda mı, ne içtilerse biz  de istiyoruz değil mi, sevgili kitapseverler!

16 Mayıs 2010 Pazar

Tatlı Rüyalar - Alper Canıgüz


Daha önce şurada yazdığım gibi Alper Canıgüz'ün Gizliajans romanını hem sevmiş hem de sevmemiştim.
Evet, zaman zaman oluyor böyle çelişkiye düşüyorum, kitaplar konusunda.
Sevdiğim şey, kitabın sürükleyiciliği iken; sevmediğim tarafı ise biraz zorlama gelmesiydi.

Ama yine de söz vermiştim diğer kitaplarını da okuyacağıma. Tatlı Rüyalar, bana çok daha güzel ve okunası geldi. Kurgusu, absürdlüğü, sürükleyiciliği ve bağlantıları ile bir çırpıda olmasa da zevkle okudum. Psikoloji, macera, kurmaca her şey mevcut kitapta.

Hangisi rüya, hangisi gerçek? Kim kimin rüyasında başrolde?

Alın okuyun derim.

Bir Dinozorun Anıları/Mina Urgan

Bir kadın düşünün elinde sigarası, makyaj nedir bilmeyen, kominist, ateist ve son derece şahsına münasır.

Bu kadın ki, öyle bir çevrenin içersinde yaşamıştır, kıskanmamak, imrenmemek elde değil. O zamanlarda, o sanat çevresinde yaşamak isterdim kendi adıma.

Onun bu otobiyografik romanını bir çırpıda okursunuz, sonra tekrar okumak istersiniz.

Çok iyi bir öğretmen ve çevirmen olmasının yanı sıra, hür ve modern bir kadın olarak her kadının örnek alması gereken bir insan olduğunu görüyorum.

Bu kitabın çok satıldığını gördükten sonra "sanırım kötü bir kitap yazmışım" der. Aksine bizler için önemli iki eser yazmıştır.

Kitapta bol bol Sait Faik, Abidin Dino, Halide Edip, Necip Fazıl olması insanın keşke o dönemde böyle bir çevrede olsaydım diye dedirtir. Öyle bir çevredir ki, şimdiki sanat çevresinin samimiyetsizliği yoktur onlarda.

En çok etkileyici bölümlerinden birisi, bir gün Mina Urgan yurt dışında trende bir rahiple karşılaşır. Tabi ki, ateist olduğundan rahiple bu yönlü bir tatlı sert tartışmaya girerler.
Rahip ona; "umarım bir gün Tanrıya inanmak zorunda hissetmezsiniz" der.

Ve yıllar sonra oğlunun ölümünde rahibin bu sözü aklına gelir. Dua etmek ister lakin çaresizdir.

Necip Fazıl, " sen bir gün ipe gideceksin, sonun bu olacak" der Mina Urgan'a. Ve Mina kendine Urgan soy adını öyle alır.

O dönemlerden güzel bir otobiyografik roman okumak istiyorsanız, bu samimi ve güçlü kadını kesinlikle öneririm.


15 Mayıs 2010 Cumartesi

Gitar | Michel del Castillo



İsmiyle insanı cezbeden bu kısa roman, çirkin ve dışlanmış bir insanın topluma karışma çabasını anlatmakta. Konu itibariyle Patrick Süskind'in Koku'suna da benzeyen Gitar'da başrol bir cücenin. Varlıklı bir çiftçinin tek varisi olan cüce, emrinde çalışan insanlara bile görüntüsüyle korku salmaktadır. Bu yüzden hizmetçisi Gaixa dışında kimseyle temas kurmamakta, toplum içine çıkmadan bütün gününü kitap okuyup hayal kurarak geçirmektedir. Babasının ölümüyle birlikte çiftliğin sahibi olan cüce, emrinde çalışan işçilerle tanışıp onların ihtiyaçlarını tamamlamak ister fakat işçilerinin karşısına çıkmaya çalıştığı her an kendisine "Canavar! Canavar, ucube!" çığlıklarıyla saldırıldığını üzüntüyle fark eder. İşçiler ve köyün diğer sakinleri onun geceleri civar topraklarda dolaşıp genç kızlara tecavüz ettiğini, hayvanları öldürdüğünü kulaktan kulağa fısıldamakta ve çirkinliği yüzünden ondan korkmaktadırlar. Oysa cücenin tek amacı işçilerine iyilik yapmak, onlara kendilerini güvende hissettirmek ve iyi bir toprak sahibi olmaktır. Çirkinliği yüzünden bir gün insanlar ona saldırıp yüzünü yaraladıklarında insanlara yapmak istediği iyiliği doğal yollarla yapamayacağına, toplum içine dışgörünüşü yüzünden giremeyeceğine karar verir. Cüce bu düşüncelerle doluyken karşısına çıkan çingene gitarist, aklına mükemmel bir fikir getirecektir.

Michel del Castillo'nun okuduğum ilk romanı Gitar, aslında uzun bir öykü sayılır. İspanyol bir yazar olan Castillo, bu kitapta İspanyolca'nın birkaç güzel kelimesini de bize kazandırıyor. Mesela "morrina" sadece İspanyolca'da olan, sonsuz hüzün, çaresiz mutsuzluk anlamına gelen bir kelime, romanın girişinde bu kelimenin cüce için anlamını okuyoruz. Ve her şanssızlığına rağmen insanlara yardım etmek isteyen, onlarla buluşmak isteyen İspanyol cüce, İspanyolca'da "umut" ve "beklemek" kelimeleri için tek kelime kullanıldığını anlatıyor bizlere.

Kesinlikle vurucu bir hikaye, üstelik Can Yayınları baskısında bu roman için yazarın önsözü ve sonsözü de eklenmiş, yazar önsözde yazmanın kendisi için neler ifade ettiğine kısaca değinip, hepimizin cüceyle olan benzerliklerimize dikkat çekmiş, insanların belirsizlikleri ve çelişkilerini anlatmış. Sonsözde ise bu roman basıldıktan sonra eleştirmenlerin "Romanın anlatıcısı olan cüce aslında sizi mi temsil ediyor, siz o cüce misiniz?" sorusuna güzel bir cevap vermiş ve yazarların romanlarındaki kahramanlarla olan ilişkilerini anlatmış. Okumayı düşünürseniz Can Yayınları'ndan okumanızı tavsiye ederim.

Cumhuriyet Kitap Eki



Merhaba sevgili Rafların Arasından okurları. Biz bu bloğu raflarımızdaki kitapları okudukça sizlerle paylaşmak için açtık ve sizlere okuduğumuz kitapların konularını, tarzlarını anlattık. Okumadığımız kitapları anlatmayı tercih etmediğimiz için, yeni çıkan kitapları da anında paylaşamıyoruz. Oysa her hafta, hatta her gün onlarca yeni kitap basılıyor ve bunları da okuyup okuyup buralarda paylaşmayı çok istiyorum ancak henüz kendi raflarım dolu.

Yeni kitaplarla ilgili meraklarınızı karşılamakta zorluk çektiğim için, kendim yeni kitapların konularını öğrendiğim bir kaynağı sizlerle paylaşmak istedim. Sadece yeni çıkan kitaplar değil bu derginin içeriği, yazarlarla röportajlar, şiirler, denemeler, öyküler, eleştiriler, incelemeler ve makaleler de sizleri bekliyor her hafta. Cumhuriyet gazetesinin perşembe günleri verdiği Kitap dergisi tüm bunların yanında kitapseverlerin ilgi duyacağı etkinlik tanıtımları, Vitrindekiler köşesiyle yeni çıkan kitapların reklamları ve incelemeleri, edebiyata ilişkin kimi karikatürler ve ünlü yazarların hayat öykülerini de her hafta sizlerle paylaşıyor. Eğer evinizde küçük bir kardeşiniz ya da çocuğunuz varsa, çocuk kitaplarının incelendiği iki sayfa da onları bekliyor. Ben de o çocuk kitaplarından kendime yeni kitaplar seçerken şimdi tüm dergiyi okuyorum, yılların ne çabuk geçtiğini de gözüme sokuyor bu dergi şu an.

Kitap dergisi, her perşembe Cumhuriyet gazetesiyle birlikte. Bir kitapsever olarak, bu bloğun amacına uygun olduğunu düşündüğüm bu dergiyi tanıtmak istedim, bizim burda eksik bıraktığımız her şey bu dergide çünkü. Raflarınızda bu dergiye de yer ayırmaya ne dersiniz?

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Sword of Truth neden efsane olamadı? Yanıtı burda.


sevgili terry,

Wizard's First Rule'u okuduğumda, o kadar büyük bir heyecan ve mutluluk duymuştum ki, bilemezsin. Uzun zamandır ilk kez, önümde, gelecek vaadeden, sürükleyici, yenilikçi, iddiali bir fantastik macera vardı. Üstelik 11 kitap yazmıştın Terry!! Beni mest etmiştin.

İlk 4 kitap  fırtına gibiydi. Sürükleyici, kusursuz. Bir okuyucu olarak senden daha ne isterdim ki!

İşte bunun yanıtını, 5. kitaptan sonra anladım Terry.

Kendini tekrarladın, aynı olayları tekrar tekrar okuttun bize. Önümüze hiç tanımadığımız, ana karakterlerden bile daha derinlik verdiğin tek kitaplık kahramanlar atmaya başlamıştın. Anlam veremedim bu yaptığına.

Örneğin, 7. kitap yani Pillars of Creation da ne Richard vardı ne de Kahlan. Jennsen isimli bir kızı anlattın durdun bize. Peki sonra ne oldu Terry? Sonraki kitaplarda sıkılmış olmalısın ki, Jennsen'i yine figuran ettin göründüğü yerlerde.

Ona bile tamam derdim, göz ardı ederdim... Ancak dostum, Chainfire Triology diye yazdıgın felaketi nasıl kabullenebilirdim? Bu serinin sonu böyle mi bitmeliydi, Terry.

Zedd nasıl bir first Wizard ki işlevi bir sineklikten daha fazla değil. Prelate olacak Ann, nasıl bir sorceress ki hiçbir şeyi anlamlandıramıyor. Peki Six nasıl bir cadı ki, herkesi, herşeyi aşıyor büyü gücüyle?

Sihirin gerçek dünyada pratiği olmadığı için, tüm bunlar zaten fantastik ögeler, hepsi olabilir diyenler olabilir, ancak bence olmadı. İlk 4 kitapta kurduğun imparatorluğu, ondan sonra gelen her kitapta kademe kademe yıktın bence! keşke SOT serisi, Temple of Winds ile bitseymiş diyorum, Jagang'ı o kitabın sonunda alt ederek.

Sana mektubumdur Terry, kendin yaptın kendin bozdun. Ama beni memnun edemedin!

Neyse sevgili okuyucularımız için, ilgilenen olur diye ilk 6 kitabı tek tek yazmıştım. Ama 7,8,9,10 ve 11. kitapları tek post halinde yayınlayamayacak kadar soğudum serdien..

7. kitap: The Pillars of Creation
Bu kitapta Richard ve Kahlan sadece 20 sayfada var. Gerisi Jennsen  adında bir kızdan bahsediyor. Bu kız Darken Rahl'ın büyü gücü olmayan piçlerinden biri, Darken Rahl'ın öldüğünden bile habersiz dağda bayırda onlardan saklanıyor. Açıkçası bu kitabın neden yazıldığını bile anlayamadım ben, Terry Abimizin kafasındaki sona hazırlık olsun için desem de koskoca kitap yahu, yazılır mı! Kaldı ki Jennsen in bu kitaptan sonra göründüğü sayfa sayısı 50 yi geçmez!

8. kitap: Naked Empire
Bu kitapta az biraz aksiyon var: Jagang ve Sisters of Dark, eski büyülerle yapılması yasak olan haltları karıştırıp, Nicholas the Slide isimli bir yaratık /insan yaratıyorlar. Bu kişi, Richard'ın başına epey bela oluyor,  bu kitapta Richard ve Kahlan ayrılmasalar da(hayret), başları dertten kurtulmuyor! sonu son derece sıradan, kitabın da hiçbir özelliği yok. Richard gene sayfalarca söylev çekiyor, önceki kitaplarda okuduklarımızı, embesile anlatır gibi tekrar tekrar anlatıyor.

9. kitap: Chainfire
İşte zurnanın zırt dediği yer. Kahlan ve Richard yine ayrı düşer,  Kahlanı kimse hatırlamaz. Zedd , Ann ve Nicci gibi İbibikler hatırlamadıkları gibi, bunun büyü ile yapılmış olabileceği ihtimalini de kabul etmezler. Bu oldukça saçma, bir kişinin tamamen unutturulabildiğini zaten ilk kitaptan beri okuyoruz, yapan da bizzat Zedd ama gelin görün ki bu kitapta "richard oglum ne kahlan'ı kafanı mı vurdun sen bir yere" gibi bir tutum içinde kendileri. bir de bu kitapta yine Richard'ın başına "the beast" denilen bir iblisvari yaratık musallat oluyor, Richard büyüsünü kullandıgı anda ensesinde bitiyor..

10. kitap: Phantom
Bu kitap biraz daha Kahlan orijinli. hala ayrılar ve kavuşamıyorlar da! insanı kanser edersin sen Terry!Zedd, Ann, Nicci gibi çok güçlü büyücüler maymuna dönüyor. Six isminde bir cadı çıkıyor karşımıza, mantıksız derecede güçlü, herkesi aşıp orden kutularından birini çalmayı başarıyor. Prenses Violetle yine karşılaşıyoruz ve tabi ki kupon olarak Rachel ile de..

11. Kitap Confessor

Bu son olmamalıydı... Neyse, Richard büyü gücünü yitirmiş, Kahlan'dan hala ayrı, ve daha da kötüsü Imperial Order askerlerine yakalanmış durumdadır...Nicci richard'ı Orden kutularının oyununa sokar..
Aslında Richard'ın düşman hattı içerisinde, kimliği gizli biçimde saklanması cidden cezbedici idi. Fakat kitabın sonunda herşeyin toparlanışı,  Jagang ın ölümünün ve yakalanışının o denli denyoca ve basit olması, orden kutularının Sisters of Dark'ın elinde patlaması, Richard'ın gene büyü kullanmayı dahi bilmeden "Dear Spirits, now i understand..." diye diye içine doğması herşeyin, koskoca bir dünya yaratması!!

adama yuh derler be Terry...

Geç bulmuş tez yitirmiş gibi oldum ben Sword of Truth okuyunca, ama gene tavsiye eder miyim, eh fantazi seviyorsanız okuyum tabi. Ama çok şey beklemeyin 5. kitaptan sonra.


Umarım Terry Goodkind gibi yazarlar, "800 sayfa doldurmak zorunda değilim" diye düşünerek yazarlar bundan böyle! Yoksa biz aynı "şu bakkal da peyniri bozdu" diyen amcalar gibi, çemkiririz böyle, yapacak birşey yok...

Bizim Prom Night'ımız neyim olmadı ki...- Prom Nights from Hell

"Cehennemden Balo Geceleri" ini ile türkçeye çevrilmiş bu kitabı orjinal dilinde okumayı tercih ettim. Kitap 5 kadın yazardan 5 doğaüstü hikaye sunuyor, hikayeler ve yazarları şu şekilde: 


Meg Cabot, THE EXTERMINATOR'S DAUGHTER
Lauren Myracle, THE CORSAGE
Kim Harrison, MADISON AVERY AND THE DIM REAPER
Michele Jaffe, KISS AND TELL
Stephenie Meyer, HELL ON EARTH


Hikayelerin hepsi, amerikan gençlerinin en önem verdikleri gece olan -PROM denilen- mezuniyet balolarının etrafında şekilleniyor.Benim Favorim yaratıcılık konusunda diğer dört hikayeyi açık ara farkla aşan Madison Avery and the Dim Reaper oldu. Stephenie Meyer ve Lauren Myracle hikayeleri ise en sevmediklerimdi..


1. Hikaye, The Exterminator's Daughter, Mary isimli bir kızın etrafında dönüyor. Mary'nin en yakın arkadaşı, Sebastian Drake adında bir çocukla çıkmaktadır, Mary Sebastian'ın göründüğünden farklı biri olduğunu bildiği için arkadaşı için endişelidir ve harekete geçer. Bu hikaye kesinlikle sıkıcı değil, akıcı, ancak hiçbir yeniliği yok ve pop-corn olmaktan öteye gidemiyor ne yazık ki.

2. hikaye, The Corsage, kitabın en kısa ve hüzünlü hikayesi denebilir...Hikayenin daha başından neler olacağını anlıyorsunuz ve bu da biraz can sıkıcı olabiliyor. Zaten yazar da "monkey's paw" isimli başka bir hikayeden esinlenerek yazdığını açıklamış. "ne dilediğine dikkat et" mottosu etrafında  ilerleyen hikaye, çabucak bitiveriyor.

3. hikaye, Madison Avery and The Dim Reaper; Madison Avery isimli bir kızın başından geçenleri anlatıyor. Kostümlü bir prom'a gitmiş olan MAdison halinden memnun değildir, onu prom'a getiren çocuğa kızdıktan sonra Seth isimli yakışıklı ile baloyu terkeder, ve başına gelmedik kalmaz! Özellikle, White-Black Reaper olayı ve kolye meselesi, bence çok yaratıcıydı ve kitaptaki en iyi hikaye ödülü açık ara Kim harrison'a gitmeli.

4. hikaye Kiss and Tell, kitabın bence en iyi ikinci hikayesi. Bazı özel güçleri olan Miranda isimli bir kızın etrafında dönen hikaye, sıkıcı başlasa da ilerledikçe toparlıyor ve aksiyon dozu yükseliyor. Miranda hem öğrenci hem de part-time şoförluk yapmaktadır, birgün taksisine binen Sibby isimde tuhaf bir kız onun hayatını değiştirecektir. Gerisini okuyun :)

5. hikaye, meşhuur Stephenie Meyer'dan Hell on Earth. Kusura bakmayın ama, konu olarak en "dandik" hikaye buydu.  Sheba,  bir prom gecesinde, herkesi birbirine düşürmekten, sevgilileri ayırmaktan, insanları kıskançlıkla cinayete zorlamaktan zevk alan ve katliam yaratmayı amaçlayan iblis bir mahluktur. Bildiğin şeytandır yani! Fakat olaylar karışıp hikaye ilerledikçe, Sheba kendisi de zaaflarının olduğunu farkedecektir. Yapma Stephenie, yapma gözünü seveyim. Vampirleri liseye gönderdin ses etmedik ama cehennemden gelme şeytanların ne işi var lisede, sevmiyorum seni!



Özetle, boş kafaya okunabilecek, çıtır çerez bir kitap var karşımızda.
Amerikanın bu yeni nesil, gençlik kitapları yazarlarına ben ısınamadım sevgili okuyucularım. Vampir, büyü, güzel kızlar, yakışıklı erkekler, idealize kahramanlar.. bunlar bize ters.


Biz kusurları olan, etten kemikten kahramanları tercih ediyoruz kendi aramızda :) Çünkü hayatın kendisi de kusurludur, ve hayat insanlar gibi, kusurları ile güzeldir!

Hipokrat yemini yoktu bir zamanlar: Hekim

Hekim, orjinal adı ile "The Physician" Amerikalı yazar Noah Gordon'ın romanı..
Yazarla ilgili hiçbir fikrim yoktu kitabı okurken.
Üstelik kitabın kapağı da çok iticiydi, ilgi çekici gelmemişti bana.

Ama başladıktan sonra elimden bırakamadım.

herşeyden önce, çok sürükleyici bir roman. Geçmişi büyük bir maharetle anlatıyor, 11. yüzyılı bütün haşmeti, görkemi, dehşeti ve sefaleti ile gözlerimizin önüne döküyor. Gitmiş, yaşamış, gezmiş görmüş gibi oluyorsunuz, yazar çok okuyan mı bilir çok gezen mi sorusunun yanıtını değiştirecek kadar özenli anlatmış herşeyi.

Kitapta kahramanımız Rob, önce ailesini kaybeder, sonra da hepsi teker teker evlatlık verilen kardeşlerinden kopmak zorunda kalır. Fakat şansı yaver gider ve bir berber-cerrah'ın yanına çırak olur.  (Eskiden berberlerin aynı zamanda tıbbi bilgisi olan ve köy kasaba dolaşarak türlü hastalıkları iyi etmeye çalışan, diş çeken, çıban patlatan vs. vs. kişiler oldugunu da bu kitaptan öğrendim)

Rob, mesleğe gönül verir ve gerçek bir hekim olmak ister, ancak o yüzyılda, bilim batıda değil doğudadır, batıdaki hekimlerin hemen hepsi yahudidir. Yurdunda gidebileceği bir okul bulunmayan Rob'un hekim olma arzusu onu iran'a, İbni Sina'nın talebesi olmaya kadar götürecek, ona tehlikeli ama fedakarlıklar ve zaferlerle dolu bir mücadele yaşatacaktır..

Kitap adeta bir genel kültür hazinesi. Avrupa'dan başlayıp İran'a kadar uzanan hikayede, değişik kültürler ve coğrafyalarla ilgili pek çok ayrıntıya yer verilmiş. Özellikle yahudilerin ibadetlerinin, müslümanlarınkine olan inanılmaz benzerlikleri beni hayrete düşürdü. aynen bizdeki sabah namazı gibi onların da sabah duası bulunuyormuş.

Beni en çok etkileyen kısımlar, Rob'un kedisinin başına gelenler, İran'daki maraton koşusu ve Rob'un yasak çalışmalarının olduğu bölümlerdi...O dönemin yoksunlukları, alışkanlıkları  ve dönemin Avrupası ve İran'ına ait atmosfer de çok becerikli biçimde aktarılmış.

Hekim kesinlikle, tavsiye edilecek, okunası bir kitap. Kitapla ilgili illa ki kötü birşey söyle derseniz, Rob karakterinin Noah Gordon tarafından yaratılmış, tarihsel gerçekliği olmayan biri oluşu derim. Çünkü ben nedense, Rob gerçekten varmış gibi okudum kitabı ve öyle birinin aslında hiç yaşamadığını idrak ettiğimde biraz hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Aslında böyle kararlı bir mücadeleyi, belki de kimsenin başarması mümkün değildi o zaman, çünkü sadece ingiltere'den irana gitmek dahi 2 sene sürüyormuş!

On üzerinden puanım: 9

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Araba Sevdası | Recaizade Mahmut Ekrem



Bir Türk klasiği olan Araba Sevdası, aslında bir yanlışlıklar komedisidir. Frenk diye tabir edilen Avrupalılara duyulan özen sonucu Osmanlıca - Türkçe ve Fransızca karışımı bir dil konuşmaya çalışan, eski zengin, şimdiki mirasyedi Bihruz Bey'in, fakirliğe doğru ilerlerken zengin zevklerinden de vazgeçememesi, kendine yine kendisi gibi soylu olduğunu düşündüğü bir kızı beğenmesi üzerine düşündükleri anlatılır.

Bihruz Bey babasının ölümü üzerine annesiyle birlikte yaşayan, Fransızca eğitimi alan, her yere arabasıyla giden fakat borçları babasının ölümünden sonra biriktikçe biriken, babasından kalan mirasın eridiğinden de haberi olmayan bir gençtir. Yeni açılan mekanları ilk deneyenlerden biri olan Bihruz Bey, bir parkın açıldığı gün de ordadır. Orda çok güzel bir arabadan inen Periveş Hanım'ı gördüğü anda ondan çok etkilenir. Derhal ona açılmaya karar verir, tekrar buluşabilmeleri için tek yolu ona bir mektup vermektir. Kendince çok dokunaklı bulduğu bir dörtlüğü de notuna iliştirip mektubu Periveş Hanım'a veren Bihruz Bey'in ne Periveş Hanım'ın gerçek kimliğinden ne de yazdığı dörtlüğün ne anlama geldiğinden haberi yoktur.

Zamanına göre çok iyi bir hikaye olan Araba Sevdası, elbette günümüzün şartlarında içerdiği komedi unsurlarından bağımsız olarak da komik kalmakta. Kimse yüzünü bir kez gördüğü bir kadını iki ay boyunca aramıyor ya da iletişim büyük bir problem değil evet ama o dönemin duygularını hissetmek de pek güzel geliyor bu kitabı okurken. Vakit buldukça eski dönem Türk romanlarını da okumayı severim, Araba Sevdası da okunması gereken güzel romanlardan biri.

Silahlara Veda | Ernest Hemingway


Savaş zamanlarında yazılmış romanlar normalde pek ilgimi çekmez, savaşlar, silahlar, aksiyon pek bana göre değildir. Aranızda benim gibi düşünenler de mutlaka vardır. Ancak ismiyle sağ gösterip, içeriğiyle sol vuran bir eser Silahlara Veda.

Henry Tenente*, gönüllü olarak İtalyan ordusunda görev yapmakta olan bir Amerikandır, içinde bulunduğu savaşı anlamsız bulmakta, silah arkadaşlarıyla güzel vakit geçirmek, güzel bir şişe şarap içmek gibi önceliklerini cepheye gitmek kabusunu aklından silmek için kullanmaktadır. Arkadaşlarından birinin aracılığıyla Catherine Barkley adında güzel bir İngiliz hemşireyle tanıştığında da savaş ortamında birkaç gün güzel vakit geçirmekten başka bir şey düşünmemekte, bu kadınla ilgili herhangi bir gelecek planı kurmamaktadır. Savaş ise kimsenin planını ve önceliğini göz önüne almadan sürmektedir ve Tenente önce cepheye gönderilir ve dizinden yara alır. Neyse ki yaralandıktan sonra gönderildiği hastanede Catherine Barkley'in görev yaptığını öğrenir. İlişkileri Tenente iyileşene kadar ciddileşir. Tam birbirlerine duydukları hisler ciddileşmişken bu kez Tenente başka bir yere cepheye gönderilir, iyileştiği için gönderildiği yere gitmezse savaş suçlusu sayılacak olan Tenente ile Barkley'in tek istedikleri aşklarını dilediklerince yaşayabilecekleri, kendilerine ait minik bir evdir. Henry'nin tam cepheye gönderilmeden önce öğrendiği sürprizle birlikte, savaş, askerlik, cephe, silah kelimeleri onun için artık çok anlamsızdır.

Ernest Hemingway, çoğumuzun çocukken okuduğu Yaşlı Adam ve Deniz adlı kitapla hatırladığı bir Amerikan yazar. En önemli ayırt edici özelliği de durağan anları bile tüm hisleriyle anlatabilmesi ve basit dili. Bu romanda da savaşla ilgili hiçbir fikri olmayan bir gönüllü askerin, günler geçtikçe ve aşık oldukça savaşın anlamsızlığını sorgulayışını okuyacaksınız, emin olun bu roman sizi çok kolay içine alacak.

*Düzeltme: Yazıyı 2010'da yazmışım, 2013'ün Şubat ayında Goodreads'ten gelen bir mesaj sayesinde bir düzeltme yapmak istedim.

Henry Tenente diyerek bahsettiğim baş kahramanımızın adı ve soyadı Frederic Henry imiş. Bana gelen mesajda bu, şu şekilde düzeltilmiş, ben de birebir buraya kopyalayayım:
"Henry Tenente" yazmışsınız, fakat "Tenente" orduda bir rütbe, bizdeki karşılığı tam olarak olmasa bile teğmen denilebilir. Karakterin adı "Frederic Henry".

Yabancı filmlerden ve dizilerden "tennant, lieutennant" kelimelerinin askeriyeyle ilgili rütbeler olduğuna aşinaydım oysa ama kitapta hiç de şüphelenmedim, belki çeviriden dolayı böyleydi bilmiyorum ama yanlış bir şekilde kalmasın burada da...

Gertrud | Hermann Hesse


İlk Hermann Hesse deneyimim Gertrud'la oldu, müziğe olan düşkünlüğüm sayesinde elimden bırakamayacağımı sandığım bu romanı ne yazık ki kitapçıdaki hevesle okuyamadım. Ancak yine de aklımda epey yer etti şimdiden.

Kısaca konusuna değinmek gerekirse, çok sevdiğiniz şeyler yükümlülük, iş haline geldiğinde tahmin ettiğiniz gibi olmadığını görürsünüz hani, Gertrud'da da romanın anlatıcısı olan baş karakter Kuhn müzik aşığı bir genç. Bu yüzden müzik dışında herhangi bir meslekle uğraşamayacağını düşünerek ülkesindeki en iyi müzik okullarından birinde eğitim almaya başlar. Ancak derslerinin ağır gelmesiyle birlikte mezun olamayacağını, mezun olsa bile en fazla bir orkestradaki herhangi bir kemancı olacağını, ancak geçimini idare ettirebilecek kadar bir para kazanabileceğini, ünlü olamayacağını, müzisyenliğin hayallerindeki gibi olmadığını düşünmeye koyulur. Birkaç kez okulu bırakmaya karar verse de müzik dışında da herhangi bir seçeneğinin olmadığına kanaat getiren Kuhn, okuldaki en haylaz gençlerle arkadaş olur ve okulu ite kaka devam ettirmeye başlar. Haylaz arkadaşlarının, üzerindeki kötü etkilerini ancak bir bacağını sakatladığında fark eder ve bir hışımla okulu bitirir. Sonrasında da birtakım opera şarkıcılarından oluşan ünlü bağlantılarını doğru bir şekilde kullanan Kuhn'un müzik dünyasına attığı adımları ve romana da ismini veren, ona hayatının eserini besteleten Gertrud'la tanışmasını ve aşktaki ümitsizliğini okuruz.

Siddhartha ve Bozkırkurdu'nun çok iyi kitaplar olduğunu duymama rağmen, nedensiz bir ısrarla kitapçıda Gertrud'u ilk olarak okumak istemiştim Hermann Hesse kitaplarının içinden, sanırım başlamak için doğru eser değilmiş, ağdalı dili ve olay örgüsünün ağırlığı biraz uzattı benim okuma süremi. Kitap hakkında "Hermann Hesse, sözcüklerle bir beste yapıyor bu kitapta." diye bir cümle okumuştum, o konuda hiç şüpheniz olmasın ancak o besteyi dinleyebilecek kadar eğitimli bir müzik kulağınız yoksa biraz sıkıcı olacaktır okuma süreci.

H.G. Wells | Zaman Makinesi


H.G. Wells bir bilim kurgu sever olarak uzun süredir okumak istediğim bir yazardı. Zaman Makinesi, Dr. Moreu'nun Adası, Görünmez Adam ve Dünyalar Savaşı filmlerinin aynı isimli Wells kitaplarından uyarlama olduğunu duyunca filmini zevkle izlediğim bu kitabı okuma listeme eklemiştim.

Açıkçası Zaman Makinesi filminin uyarlandığı bu kitapta, filmle yakından uzaktan hiçbir alaka yok. Tek ortak nokta zaman yolcusu ve makinesi. Ben de kitabı filmdeki maceraya okuyarak katılacağım beklentisi ile okuduğumdan olsa gerek, kitaptan çok da tat alamadım. 

Kitapta Zaman Makinesini icat ettiği iddiası ile arkadaşlarının karşısına geçen Zaman yolcusunun maceralarını dinliyoruz. Bahtsız adam, ne kimseyi inandırabiliyor, ne de zamanda yaptığı yolculuklardan memnun olabiliyor.  Zaman içinde gittiği yerlerde yaşadıkları onu mutlu edemiyor, umduğunu bulamıyor diyelim.

Eğer eğlenceli, yüksek tempolu bir kitap okuma beklentisi ile okumazsanız yine de size farklı bir macera sunuyor. Zaten kitap çok kısa olduğu için her hangi bir sürükleyicilik sorunu yok. 

H.G. wells 19. yüzyılın başında güzel düşlemiş, iyi yazmış, kitabın pekçokları için bir klasik olduğunu da es geçemeyiz sonuçta.

On üzerinden puanım: 6

Yeşil Karanlık | Anya Seton

İndirimde bulup 7 tl ye aldığım kitaplardan biri ile karşınızdayım. Kitapların fiyatları düşük olunca, insan daha agresif alıcı olabiliyor. Düşünsenize, 25 tl verip de berbat bir deneyim yaşamak var işin ucunda.

Anya Seton'a  ait bu kitap bana ilk bakışta oldukça şaibeli geldi, gerek kapak tasarımı, gerek yine üzerinde "new york times best seller" yazısı bulunması "acaba yine şu dandik aşk romanlarından mı?" diye düşündürmedi değil. Ama şimdi eğri oturup doğru konuşayım, kötü de çıkmadı hani.

Burada daha önce, Zebani isminde bir kitap tanıtmıştım. Yeşil karanlık pek çok yönden Zebani'ye çok benziyor. Ortada yine geçmiş ve gelecek arasında bulanık biçimde yaşanmaya çalışılan bir aşk var.

Celia ve Richard birbirlerini severek evlenmiş olmalarına rağmen mutsuzdurlar. Celia nın ruhsal durumu giderek kötüleşirken, bir doktor ona alternatif yöntemler deneyerek tedavi olma şansı sunar. Böylece, taa Kral Edward zamanının ingilteresine yollanırız Celia ile beraber. Richard bir rahip, Celia ise hizmetçi olmasa da, hizmetçiliğe yakın konumda fakir bir kızdır..Aşkları imkansıza yakın görünmektedir yani.  geçmişte kalan bu bunalımı çözmeden, günümüzde mutlu olamayacakları hissettirilir okuyucuya.

İşte böyle bir aşk-fantastik-macera çizgileri ile sınırlandırabileceğimiz bir kitap yeşil karanlık. Hızlı başlayıp tempolu devam ediyor ancak hikayeye can veren noktalarda makul açıklamalar yok. Yani geçmiş ve gelecek arasındaki bağ iyi kurulamamış gibi geldi bana. Celia'nın birden bire girdiği bunalım, karı kocanın arasındaki mutsuzluk, yapılan kötülüklerin elle tutulur bir motivasyonu olmayışı..vs. çok yüzeysel ele alınmıştı.

Bunlara rağmen, rahatlıkla okunabilen bir kitap yeşil karanlık, sürükleyicilik sorunu yok.  yalnız bence bu çok feminen bir kitap, erkek okuyucuların hoşuna gitmeyebilir, benden söylemesi.

10 üzerinden puanım 6.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Mutfak Çıkmazı - Tahsin Yücel


Nereden geldi aklıma da bu kitabı aldım, okumaya başladım hatırlamıyorum. Bir günde de bitirdim, zevkle ve sürüklenerek.

Tahsin Yücel, soylu bir aileden gelen başarılı, akıllı ve tam istenilen evlat olarak görülen şanssız İlyas Divitoğlu'nun, toplumdaki yargılar, mahalle baskısı, insanların ikiyüzlülüğü nedeniyle yaşadığı sıkıntılı hayatı anlatıyor. Birbirimize nasıl önyargılarla baktığımızı, kendi çıkarlarımız söz konusu olduğunda nasıl insanlığımızdan, dürüstlüğümüzden vazgeçebileceğimizi yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.

İlyas, kız arkadaşından ayrıldıktan sonra kendini bulduğu boşluğun içinde; birden delice bir tutku haline gelen yemek yapmayı; Hukuk eğitimine, ailesine, diğer her şeye tercih ediyor ve bunun da bedelini acı bir şekilde ödüyor.
Kitabı okurken, nasıl iştahım açıldığını anlatamam. Normalde yemek istemeyeceğim yemekleri bile İlyas'ın malzeme alışverişinden başlayarak, öyle güzel anlatmış ki yazar, kendimi mutfakta kendi çıkmazımda bulmamak için zor dayandım.

Kimya Hatun - Saide Kuds


Elif Şafak'ın Aşk'ı, Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar'ından sonra bu kitabı da okumak istedim. Olaylara bir kadının gözünden bakmak, haremden yorumları da görmekti amacım. İtiraf edeyim, ilk başlarda iyi başlasa da sonlara doğru kitaptan sıkıldım.

Burada resmedilen Şems'i Tebrizi'yi sevmedim, bu da etkili olmuş olabilir kitaba karşı olumsuz duygular beslememde. Mevlana'nın üvey kızı Kimya Hatun'un çocukluğundan başlayıp, Mevlana'nın hareminde son bulan hikayesinde heyecanlanıp, meraklandığım yerler oldu mu?
Evet. Ama hikayenin son kısımlarının gereksiz uzatıldığını ve kahramanların kafamda kalmasını istediğim hallerinden uzaklaştıklarını düşünüyorum.

Kitapta, bir yandan kadına bakış ve verilen değeri görmek insanın içini acıtıyor. Kimya'nın kadının değerini hayatının daha başlarında erkek kardeşi doğduğunda benimsemesi ve bir nevi savunma mekanizması geliştirmesine tanık oluyorsunuz. Kitabın belki de bana en gerçek gelen yönü bu idi.

Ayrıca kitabı kim redakte ettiyse; ona da selam yolluyorum. O kadar fazla imla hatası vardı ki okurken, gözüme batıp durdu hatalar ve konsantre olmakta zorlandım.

Neticede bu kitabı alın okuyun, diyemiyorum.

7 Mayıs 2010 Cuma

Ape and Essence - Maymun ve Öz | Aldous Huxley

Huxley benim gözümde en karizmatik yazarlardan biri. Öngörülerine ve yarattıpı dünyalara hayranım. 
Ape and Essence veya Türkçe adı ile Maymun ve Öz'de Huxley, yine bir distopya ile karşımızda.

İki sinema yapımcısının eline, William Tallis isimli birinin Maymun ve Öz isimli senaryosu geçer. Bu kişiler Tallis'in peşine düşedursunlar, biz de senaryoyu okumaya başlarız.

Gelecekte, 3. Dünya savaşı sonrası dünya nükleer saldırılardan zarar görmüştür.. Yeni Zelanda'dan bir ekip, Amerika'ya keşif gezisine gider. Yeni Zelanda stratejik önemsizliği nedeni ile savaştan zarar görmemiştir!

Amerika ise mahvolmuş durumdadır. Zalim, şeytana tapan, radyasyondan dolayı anormal doğan insanları şeytan'ın işi sayıp öldüren (!) çelişkiler içinde akılsız bir topluluk vardır California'da...

Yeni Zelanda'dan giden ekibimizin içindeki bir şahsiyet, Dr. Poole bu medeniyetin içine karışacaktır.. Bundan sonrası için kitabı okumanızı tavsiye ederim :)

Özellikle Şeytan Vekili ve Poole arasındaki konuşmalar, Cesur yeni dünyada Vahşi John ile medeni olan insanlar arasındaki diyaloglara çok benziyor..

Kitaptaki şiddet, ürpertecek kadar gerçekçi yazılmış ancak aşırı değil. Düşünmeyen insanları yönetmenin ne kadar kolay olduğunu gösteriyor bize Huxley. Koşulsuz inanmanın kitleleri nerelere sürükleyebilecegini anlatıyor. 

Maymun ve Öz, sıradışı olayları anlatıyor olabilir, ancak günümüz dünyasına paralelliğinin yadsınamayacağı da bir gerçek.  Cesur yeni dünyadaki soma,  maymun ve öz de ise DİN olarak karşımıza çıkıyor. Kişisel görüşüm dinin insana özel, mahrem bir kavram olduğudur, bu yüzden bu kitabı zevkle okudum. İnsanları dinle sürüklemek ve yönetmek, hiçbir topluluğa hayır getiremez bence..

Neticede, okunulası, değişik bir kitap. yarım yüzyıl önceden günümüz dünyasının şekillerine, yöntemlerine, farklı bir kurgu..

On üzerinden puanım: 7

6 Mayıs 2010 Perşembe

Cep Dostu Cep Boy Kitaplar

Kitaplarımı paylaşamam ben, başkasından aldığım bir kitabı da okuyamam. O nedenle devamlı kitap satın alma haleti ruhiyesi içindeyimdir. Orijinal almaya özen gösteririm, orijinali fazlasıyla cep yakan cinsindense "defolulara" yönelirim.

Defolu kitapları genellikle korsanlarla aynı fiyata satıyorlar, bu nedenle korsana karşı kişiler bunların da illegal olduklarını düşündüğünden es geçiyorlar. Lakin durum öyle değil. Defolu kitaplar genellikle ilk baskılardan çıkıyor, bir yerde mürekkep dağılması, çokça imla hatası olması, araya boş sayfa basılması gibi yanlışlıklardan dolayı defolu statüsüne alınıyor ve sokak arası kitap evlerinde ya da stantlarda daha ucuz satılıyorlar.

Neyse, asıl konumuza gelelim:)

Geçtiğimiz günlerde Migros'a gitmiştim, bir de kitap reyonuna bakayım derken karşımda cep boy kitaplardan oluşan bir stant gördüm. İlk görüşte aşk oldu bizimkisi:) Cep boy kitaplar çok sayıda avantaja sahip benim gözümde, ucuzlar (en pahalısı 9 TL, ancak Kitap Yurdu gibi sitelerden 6 TL'ye yemin edilebiliyor - arama kutusuna "cep boy" yazınız, efendim), orijinaller, küçük olduklarından benim gibi dev çanta taşımayı sevmeyenlerin minik çantalarına bile kolaylıkla girebiliyorlar, hacimli olduklarından çantada sağları solları kıvrılmıyor, kitap sayfaları ile savaşmaya gerek kalmıyor, vs, vs.

Benim gibi "ulan aklım nerdeymiş daha önceleri, aynı kitaba 30 TL neden vermişim" diye kafanızı dağlara taşlara vurmak istemeyeceğinizi düşünerek bir bilgilendirme geçeyim dedim. Sonuçta aynı meblağa beş kitap alabilmek varken neden sadece bir tane alalım, değil mi?

Sevgiler.

Not: Migros'tan aldığım ilk cep boy kitabım "Kutsal Kemikler". Kendimden geçerek okuyorum, ve umuyorum bir iki gün içinde burada da paylaşacağım.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Ben Joe'nun kudurmuş öd kanalıyım

Binlerce yıldır insanoğlu bu gezegendeki her şeyin içine etmiş, herşeyi boka çevirmişti ve şimdi tarih benden herkesin pisliğini temizlememi bekliyordu. Boş konserve kutularını suyla çalkalamalı ve yassıltmalıydım. Kullandığım her benzin damlasının hesabını vermeliydim. Ayrıca, nükleer atıkların, gömülmüş mazot tanklarının ve ben doğmadan bir kuşak önce atılmış çöplerin oluşturduğu zehirli yığınların faturasını üstlenmek zorundaydım..
işte böyle kopup gidiyor Chuck Palahniuk..
hayatta bir yerlere gelmiş ama nasıl ve neden geldiğini bilmeden yaşamış, kutuların içinde hapsolmuş, jackler, joelar, ahmetler, mehmetler,ayşeler, fatmalar için.

başkahramanımız, sahip oldukları tarafından hapsedildiğine inanan, mutsuz, ne istediğini bilmeyen ve hayatından memnun olmayan biri. kendini iyi hissetmek için kanserli hastaların birbirlerine destek olmak için oluşturdukları,  neşeli isimli terapi gruplarına gider, ölüme mahkum insanlardan güç alır. bu gruplardan birinde marla singer adında bir kadınla karşılaşacaktır. marla da onun gibi, hasta olmamasına ragmen ölmeye mahkum insanların arasında gezmekte, cenazecilerde çalışmaktadır..."nefes aldıgına mutlu olmak için"

derken kahramanımızın yolu tyler durden isimli düzen karşıtı, hiçbir stereotype a sığmayan bir adamla kesişir ve film bu noktadan sonra kopmaya başlar...

dibe vurdugunuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz!

gene kitaptan bir alıntı ile bitiriyorum yazımı:
Gözlerim Microsoft tan Walter a takılıyor . genç bir adam, kusursuz dişleri pürüzsüz bir cildi ve mezunlar derneğine bildirme zahmetine değecek kadar değerli bir işi var.Bir savaşa katılmış olamayacak kadar  genç olduğu açık. çocukken ana-babası eğer boşanmamışsa babası hiçbir zaman evde olmamıştır. Ama işte karşımda oturmuş suratıma bakıyor, yarısı sinekkaydı traş edilmiş yarısı pis pis sırıtan morluklarla kaplı olarak karanlıkta saklanan suratıma. dudaklarımda parlayan kana. ve belki de walter, geçen hafta sonu gittiği, eziyet karşıtı etsiz bir yemekli toplantıyı düşünüyor. belki de hayvanlar üzerindeki acımasız deneylerin sona ermesine yerkürenin ne kadar acilen ihtiyaç  duydugunu ya da ozon deliğini ; ama muhtemelen bunların hiçbirini düşünmüyor... 
Related Posts with Thumbnails