2 Aralık 2011 Cuma

Şarkını Söylediğin Zaman (İnci Aral)


Hüzünlü bir roman "Şarkını Söylediğin Zaman"
Tıpkı kitaba ismini veren Münir Nurettin şarkısında olduğu gibi.

Bir Ankara romanı, 12 Eylül darbesiyle yok olan gençliğin, aynı zamanda kavuşulamayan sevda'nın yıkıntılarından doğan aşkın romanı.

Karakterlere gelirsek şayet;

Deniz, müzik bölümünde okuyan, bağımsız, devrimci bir kadın. Hayatında hiçbir adama bağımlı olmak istemiyor, lakin olaylar öyle bir gelişiyor ki, birden kendini evlenmiş, çocuk sahibi olmuş buluyor. Kendi çocukken, yolunu bulamamışken bir anda bir bebeği oluyor ve onu hiç sahiplenemiyor. Yaşadıkları, hayal kırıklılığı ve aslında her ne kadar bağımsız görünmek istese bile birine sığınma isteği onun yolunu bulamayışını gösteriyor.

Cihan ise Denizden farklı. Temiz, toy, kendi halinde sakin biri. İki Cihan var kitapta. Biri çok genç ve masum. Diğeri ise yaşını başını almış, artık hayattan ne istediğini bilen ama aitlik hissini yitirmiş orta yaşlı adam.
Denize büyük bir aşkla, dostlukla, sadakat ile bağlı o adam.

Bazı aşklar yaşanmak istese bile kendiliğinden hep engel çıkıyor. Hiçbir engel olmasa dahi. Deniz ve Cihan'ın aşkı böyle işte.

Ayşe Devrim ise kendi ayakları üstünde duran, geçmişinin acılarını örtmeye çalışan güzel kadın. Aşık olduğunu fark edince bunu söylemekten çekinmeyen, duygularını dolu dizgin yaşayan biri.

Kitaptaki siyah defter ve kırmızı defter bölümlerini sevdim. O dönemlerin Ankara'sı, Bahçelievler'i, darbenin bir gençliği nasıl bu denli etkilediği, hezeyanları, hüzünleriyle okuyucuyu kitabın sonunda hem üzüyor, hem mutlu ediyor.

Ben hem sevdim hızlıca okudum, hem de elimden bıraktığım zaman tekrar başlamak istemedim. Bu nedenle çok uzun sürede okudum. Kitaba isim veren şarkıyı da eklemek istiyorum.

İyi Okumalar...




28 Kasım 2011 Pazartesi

Vampir Akademisi Serisi (Richelle Mead)

Uzun bir aradan sonra (benim için Vampir Akademisini bitirdikten sonra) Rafların Arasından güncelleniyor.

Bu seriyi hep görüp, aman ya birde akademi çıkarmışlar başımıza diye burun kıvırmıştım. Sonra bir gün nette dolaşırken hakkında güzel yorumlarla karşılaşıp e-book'tan okumaya başladım. Ve acayip sardı beni. Lakin e-book okumayı sevemediğim için gidip hemen edindim seriyi. Ardı ardına romanları çılgınca okudum resmen.



Richelle Mead'ın kalemini, tarzını çok sevdim. Gençlik ve okulda geçen seriyi, geyik konuşan tiplerle bezememiş. Her şey gayet tadında ve dozunda bırakılmış. Sadece garip gelen, kahramanlarımızın bunca olayı bir yıl içinde yaşamış olmaları.

Vampir Akademisi dünyasında iki tür vampir var; birincisi Moroiler yani kendi halinde yaşayıp, insanlar veya dampirlerden beslenip öldürmeyen iyi huylu vampirlere deniyor.

İkinci tür yani Strigoi'ler ise kötü huylu acımasız ve güçlü vampirler. Bunlar önlerine çıkan her kişiyi öldürme potansiyelindeler.

Moroiler eğer birini öldürürlerse Strigoi'ye dönüşüyorlar, yada kendi istekleriyle de olabiliyorlar.

Üçüncü tür ise Moroi'lerin koruyucuları (gardiyanlar) Dampirler. Onlar çok uzun yıllar önce Moroiler ve insanlardan olan melez bir ırk. Moroiler gibi vampir değiller. Sadece onları koruyorlar. Moroiler ise Strigoi'lerden korunuyor.

Dampirler ya gardiyan olup hayatlarını koruyuculuğa adıyorlar yada köylerde kalıp kan fahişesi oluyorlar. Bu terim ise çok küçük düşürücü görülüyor kitapta.

Kitap akademiden kaçan Rose Hathaway ve Lissa Dragomir'in bulunup tekrar akademiye dönmeleri ile başlıyor. Rose ve Lissa çocukluklarından beri çok sıkı dostlar, birbirleriyle ruh bağı ile bağlılar. Bu kadar anlatayım. Gerisini okuyun derim.

Okurken yazar One Tree Hill hayranı olmalı diye çok geçirdim içimden. Çünkü Rose Hathaway aynı Brooke Davis. Tree Hill sever biri olarak çok hoşuma gitti bu durum. Birde yarı türk olması tabii gülümsetti. Karakterlerin yanlışları, bocalamaları, hatalarını iyi göstermiş yazar. Yani ben mükemmelim tavırlarında gezmiyorlar. Hepsinin ayrı sorunları, zayıf tarafları var. Mesela Dimitri.
Diğer gençlik serilerinde olduğu gibi sigara kötüdür, alkol içmek hoş değildir gibisinden mesajlar bu seride de mevcut.

Ben seri'nin son kitabını pek hızlı ve üstün körü geçilmiş buldum. Sanki şöyle bir yüz sayfa yazılsa çok daha güzel olacaktı. Ve Adrian için üzüldüm açıkçası. Rose ve Dimitri mutlu sonla bitmesini bende istedim ama Adrian'a yazık oldu. Yazar bunu görmüş olacak ki, yeni serisi'nin esas oğlanını Adrian yapmış.

VA 2013'de sinemaya uyarlanacak lakin cast daha belli değil. Gönül Sophia Bush ve Ben Barnes oynasın istiyor ama maalesef Sophia tekrar bir liseliyi canlandıracak kadar genç değil. Umarım onun kadar başarılı birini bulurlar da hayal kırıklılığına uğramayız.

Yani demem odur ki, isminden dolayı burun kıvırmayın güzel bir vampir serisi. Anita Blake'den sonra en beğendiğim oldu. Tavsiye ederim.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Gece Evi Serisi (P.C. Cast&Kristin Cast )

Image and video hosting by TinyPic
Gece evi serisi vampir serilerinin en ilgi çekenleri arasında yer alıyor. Gençleri hedef alan konusu ile çok satması muhtemel bir seri, ki zaten öyle olmuş. P.C Cast ve kızı Kristen Cast tarafından ortaklaşa bir çalışma ile yazılmış.

Konusuna gelirsek dertleri ve sıkıntıları ile Tulsa/Oklahama da normal bir lise öğrencisi olan Zoey'in hayatı bir gün işaretlenmesiyle tamamen değişir. İşaretlenme ile vampirlik olayına adım atıyor ve ya ölecek, yada işaretlenen gençlerin gittiği Gece Evi okuluna gidecektir. Zoey ikincisini seçer normal olarak ve Zoey Kızılkuş olarak çaylak hayatına başlar. Çaylaklar vampir olmuyorlardır, alınlarında içi boş hilalleriyle eğitimden geçiyorlar olmasına rağmen Zoey'in okula gelişi de olaylı olur. Çaylak hilali dolu ve dövmelidir. Bunun için yeni başladığı okulda da çok dikkat çeker. Onun en son istediği şey ise çok fazla dikkat çekmektir.
Klasik olarak ilk geldiği anda okulun en popüler çocuğunun dikkatini çeker ve en popüler kızlarının düşmanlığını kazanır.

Gece evi'nin ilk kitapları okul karmaşaları, çekişmelerle geçer. Zoey en çok danışmanı ve yüksek rahibesi Neferet'e güvenir. Ama zamanla bu güvenin yerini düşmanlık alacaktır.

Kendine bir grup bulur, kısa sürede çok derin arkadaşlıklar kurar. Ve kendi grubu ile elementleri (rüzgar, hava, su, ateş, toprak, ruh) kullanmaya başlarlar. Zamanla çaylakların ölümleri ve en yakın dostu toprak elementini taşıyan Steve Rae'nin ölmesi Zoey'i çok yaralar.
Bu kadar anlatayım.

Kitaplar çok hızlı okunuyor, hatta ne zaman yarıladığınızı bilemiyorsunuz. Lakin bazı yerlerinde karakterler birbiri arasında öyle geyikler yapmaya başlıyorlar ki, kitabı bırakma ve gıcık olma evresine geçiyorsunuz. Tam o durumdayken öyle bir aksiyonla hızlanıyor ki, sonunda mutlaka diğer kitabı merak ettiriyor. İyi ve kötünün mücadelesini, bunları temsil eden boğalarla, bir anlamda sembolizme de giriyorlar. Dinlerini yazar "kızılderili efsaneleriyle birlikte viccan merkezli" diye tanımlıyor, tanrıça Nyx'a bağlı karakterlerimizi sık sık "Aman Tanrıçam!" derken okuyabilirsiniz.

Ayriyeten her kitap başlangıcında bir öncekini özet geçmesi ve karakterleri yeniden anlatması gına getiriyor. Tamam seri kitapların çoğunda bu var ama tekrar tekrar aynı şeyleri okuma okuyucu ciddi sıkıyor.
Ve kitabın ana karakteri Zoey Kızılkuş bana göre İpek Ongun'un "Bir genç Kızın Gizli Defteri" serisindeki Serra karakteri kadar itici ve gıcık. Maalesef çok başarısız ve gereksiz bir karaktere süper güçler yüklemek gibi bir hata yapmışlar. Sonucunda sinir bozucu bir karakter çıkmış. Bu seriyi bir çoklarının sevmeme nedeni o bence.
Oysa diğer karakterler Steve Rae, sürekli -kaltak- diye ezikledikleri Afrodit son derece başarılılar karakter olarak.
Seride en itici ve gözüme batan bir diğer konu gay karakterlerin sürekli olarak -onlar gay- modunda tekrarlanması. Kötü bağlamda ifade edilmese de, sanki bambaşka türlermiş gibi gösterilmesi bir yerden sonra homofobik bir hal alıyor.
Ve aynı şekilde seks konusuna da yazarlar aynı tavır takınmışlar -ıyyyyk- diyerek seks yapmanın kötü ve sadece kaltaklara özgü bir şey olduğunu göze sokuyorlar sürekli. Anlıyoruz tamam bu serinin hitap ettiği kitleye mesaj verme derdini ama bunları söylerken karakterlerin iki üç çocuğu aynı anda idare edip işi pişiriyor olmaları bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu dedirtiyor.

Son kitaplarda diğer vampir serilerine de göndermeler yapıyorlar. True Blood izliyorlar, Anita Blake'in kılığını kıyafetlerini beğenmiyorlar (ben burada kocaman bir kurban olun ona demiştim)

Image and video hosting by TinyPic
Serideki en sevdiğim şeyler; ritüeller, sonlarına doğru gelen heyecan, okulun o puslu havası ve Zoey'in kızılderili kanı taşıyan anneannesi. Çok harika bir karakterdi, mutlak sevdiriyor kendini. Ve Erebus oğullarında savaşçı Darius favorimdi.
Yukarıda okulu görüyoruz, yazar bu okuldan ilham almış, normalde Tulsa Cascia Hall kampüsüymiş.

Yani merak edilen bir seri lakin çok çok başarılı diyemeyiz. Ama çok da okunmayacak kadar kötüde demem ben. Çünkü son kitaplarda geyik kısımlarını bir kenara atarsak gayet sürükleyici ve merak ettirici.

Yakında serinin 9. kitabı yakında raflarda yerini alacak bakalım neler bekliyor kitapta Gece Evi severleri. Filme alınacak olan serilerden ayrıca, ilerleyen zamanlarda daha çok netleşecek o haberlerde.

27 Eylül 2011 Salı

Millenium Serisi (Stieg Larsson)

Image and video hosting by TinyPic

Millenium üçlemesininin ilk kitabını daha önce Merope şu linkte yazmıştı. Aslında ben bugün tüm seriyi ele almak istiyorum. Uzun bir seri olarak planlanmış, lakin yazar hayatını kaybedince üç kitap ve bir yarım kitabı ardında bırakmış. İlk kitap Kadınlardan Nefret Eden Adam yani bizde Ejderha Dövmeli Kız, büyük yankı uyandırdı. Bir kayıp kız üstüne kurulu arka planda ise karakterlerin kendine özgü hayatlarından kesitler sunan kitap, sonrasında öyle hızlanıyor ki, bırakamıyorsunuz.

Mikael Blomkvist başarılı ve güvenilir bir gazeteci iken, kanıtlayamadığı bir haber yüzünden mahkum olur, insanların güvenini sarsar. Bir anda beklemediği birinden araştırma görevi alır, Harriet Vanger'ın kaybolmasını araştırmaya başlar.
Sonrasında kitabın kilit ismi Lisbeth Salander'ın onu araştırdığını öğrenir ve yardım ister.
Lisbeth Salander ise vasisi olan sorunlu görünen bir genç kızdır. Görünmeyen yanı ise inanılmaz yetenekli bir hacker ve araştırmacı olmasıdır.
Lisbeth ve Mikael yıllardır çözülemeyen cinayetin yada kayıp vakasının peşinde hiç beklemedikleri bir sonuçla karşılaşırlar. Ve Mikael'in yeniden itibarını kazanmasına yardımcı olur Salander.
İkinci kitap Sally'nin (Salander) yolculuklarıyla başlıyor. Stockholm'e dönünce ilgisini eskilerden bir isim çekiyor.
Zala.
Aynı zamanda Dag isimli Millenium'daki bir gazeteci'nin araştırmasında da yer alan kilit isim Zala.
Ve 3 cinayet olayı ve oklar Lisbeth Salander'ı gösteriyor. Bir anda İsveç'in en tanınmış ismi haline geliyor.
Mikael Blomkvist ise bu olayı araştırırken, Lisbeth'e yardım etmeye çalışıyor. Geçmişindeki esrar perdesini çözmek için uğraşıyor.

Ve son kitapta taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Lisbeth'in 12 yaşından beri üstüne oynanan oyunlar bir bir ortaya çıkıyor.

Kitaplar çok aşırı sürükleyici, nasıl okuduğunuzu bilmiyorsunuz. En çok güldüğüm şey ise medyanın her yerde aynı olduğu. Bizim medyamızda da birinin adı bir cinayete karıştıysa, siyah giyiyorsa, dövmeli, piercingliyse hemen "satanist tarikata mensup" yaftası yapıştırıp, ardında satanistler var derler. Aynı şey Lisbeth Salander'ın da başına geliyor. Medya günlerde ıncık cıncık hayatını didikliyor. Lakin en önemli konulara değinmeden!
Okurken fark etmeden kendinizi bir kahve suyu koyarken yada pizza ve sandviç canınız isterken bulabilirsiniz. Karakterler başka bir gıda ile beslenmiyorlar çünkü.

Lisbeth Salander.
Üstüne söylenecek çok söz var. Benim şahsen en favori kitap karakterim oldu.
Asperger Sendromlu, fotografik hafızalı, çocukluğunda şiddeti yaşamış, süper zeki, içine kapanık, çok etkileyici ve baskın bir karakter. Çok ağır bilim ve matematik kitaplarını okuyup, denklemler üstüne kafa yoran bir nevi dahi.
Aynı zamanda nam-ı diğer "kadınlardan nefret eden adamlardan nefret eden kadın"
Salander'ın felsefesi "eğer biri sana silah çekerse, sen daha büyük bir silah bul."
Çünkü yıllarca kendini böyle savunmuş, böyle korumuş. Nils Bjurman'ın tecavüzünden sonra ona yaptıkları ve üstüne yazdığı "Ben sadist bir domuz ve tecavüzcüyüm" dövmesi ile bunu iyice gözler önüne seriyor.
Ve İsveç'in bir numaralı, dünyanın ise sayılı hackerlarından. Özellikle WASP nickname'i ile beni benden aldı.

Yazar öldüğü için sanırım Lisbeth'i çok özleyeceğiz. Daha aydınlanmamış konular vardı, mesela ikizi Camilla'ya ne olduğu ve tüm sırtını kaplayan ejderha dövmesinin anlamını.

Kitaplardan sonra sıra tabi filmlere geliyor. 2009 İsveç yapımı filmleri mutlaka kitaplardan sonra izleyin. Filmlerde çoğu olayı anlatsalar da detaylara takılan ben, burası böyle değildi'lerle izledim. Özellikle Lisbeth'in hastane odasında hackerlık marifetlerini konuşturduğu o sahnelerde, Erika Berger'in sapığını bulma çabasını filmde göremedik. Mesela bence o hikayede Lisbeth'in sevmediği Erika'ya yardım edişi yine bir "kadınlardan nefret eden adamlardan nefret eden kadın" olduğu gerçeğiydi. Yine Erika yüzünden Kalle Blomkvist'e kızgın olduğu olayını hiç göremedik. Küçük ayrıntılar dışında filmler gayet izlenilir tabii.

Ve Amerikalılar da eksik kalırlar mı? Kalmazlar. David Fincher da el atmış. Şimdiye kadar gördüğüm trailer'larından edindiğim bilgiyle hiç fena görünmüyor. Soundtrack'ta Trent Reznor&Karen O etkisi ile kalbimizi çaldı zaten. Baş rollerde Bond Daniel Craig, Rooney Mara ve Stellan Skarsgård var.

Hemen aklımızda Naomi Rapace mi? Rooney Mara mı? geçiriyoruz tabi.
İsveç yapımızdaki Naomi Rapace çok iyi oyunculuk sergilemesine rağmen, Lisbeth için fazla iddialıydı. Lisbeth kimi yerde insanların "hayalet" gibi tabir ettikleri biri, bu anlamda Rooney Mara çok gitmiş role. Ama izlemeden karar vermemek lazım.



Peki sizce hangisi?
Image and video hosting by TinyPic

19 Eylül 2011 Pazartesi

Kış Bahçesi (Kristin Hannah)



"Adı Vera ve o zavallı bir kız. Bir hiç"

Kristin Hannah’ın Kış Bahçesi kitabı çok etkileyici bir kitaptı. Başlarında bir anne neden bu kadar soğuk ve acımasız olur kızlarına karşı demiştim. Hayatlarında hep varla yok arasında bir yerlerde. Bir yanlarını babaları hep sevgisiyle doldurmaya çalışırken, diğer yanları anneleri ile aralarında oluşmuş buz gibi duvar sayesinde hep bomboş kalmış. Anneler ve kızlarını anlatan etkileyici bir roman. Bir masalın ışığında geçmişe uzanan, yer yer içi acıtan, masalla gerçeğin birleştiği yerde insanı şok eden bir dramın olduğunu görüyoruz.


Kızların anneleri Leningrad kuşatmasını yaşamış. Çok fena oldum okurken. Yer yer gözlerim doldu. Eski adıyla Leningrad yeni adıyla St. Petersburg, Prag’dan sonra gitmeyi çok istediğim yerlerden biridir. Fontanka köprüsü, beyaz geceler Sasha ve Eva ile aklıma gelecek mesela.


Çok merakla okumama rağmen ara ara bıraktım elimden. Düşündüm… Ne kadar saçma şeylere üzüldüğümüzü. Aman onu beğenmedim ben diyerek burun kıvırdığımız yiyecekleri. Düşünmeden kırdığımız ve umursamadığımız insanları. Bir anda onları kaybetsek, yaşam savaşı içinde kalsak mesela ne olurdu.

Ayakta kalma mücadelesi vermiyoruz. Açlıktan bayılacak durumda değiliz. Ve sevdiklerimize yarın ölür mü acaba diye, her gün son görüşümüz olarak bakmıyoruz. Bu mutlu olunacak bir şey. Çünkü savaş Leningrad’la son bulmadı. Bu dünyada savaşlar halen devam ediyor. Bizim dertlerimiz çok basit geldi okurken.



Kızların anneleriyle aralarında oluşan o buzdan duvarı çabayla, merakla yıkma çabaları, onun ardından gelen o yıllarca süren boşluğun dolmasıyla hayatlarının düğüm olan kısımlarının bir anda çözülüşünü okuyoruz. Aynı zamanda annelerini tanırken bir anda birbirlerini de tanımaya ve anlamaya başlıyorlar. Ellerinde ne kadar değerli bağların olduğunu ve bunları hiç göremediklerini fark ediyorlar. Yaşamadıkları anne sevgisinden dolayı, karşılarına sevgiyi nasıl yansıtacaklarını bilemiyorlar mesela. Sonunda o boşluğu öyle güzel kapatıyorlar ki, kitabı bir iç çekişle ve mutlu gülümsemeyle kapatıyorsunuz.



"Vera ışığın olduğu yerde gölgeler, aşkın olduğu yerde korku görüyor"



Aynı zamanda kitapta şu zamanda çok ender rastlanabilecek masalsı bir aşk gizli. Bazen düşünüyorum da, hayatımızda dakikaların çok önemi var. Bazen bir dakika insan hayatını tamamen değiştirecek güçte etki ediyor. Ve yıllar geçse bile aşkı unutmuyor, hep kendinden nefret edip, suçlu suçlu yaşıyor Vera. Masalını özlüyor.


Bu insanın içine buz gibi işleyen masalsı kitabı öneriyorum. Kristin Hannah'ın kitapları beni hep etkiliyor, olayların genelde Seattle dolaylarında gelişmesi, insan ilişkileri falan okumak hoşuma gidiyor. Maeve Binchy yavanlığı yok onun yazdığı romanlarda. Yakında Night Road da çıkıyormuş, merakla bekliyorum. Ateş Böceği Yolu'da çok güzeldi ama Kış Bahçesi ondan daha etkiledi beni. Alın elinize kahvenizi, mendilinizi, en sevdiğiniz köşeye kıvrılın ve saatlerce kitaba dalın.

Not; bu kritiği Pegasus yayınlarının "bizi bize anlatın" yarışmasına yollamıştım üç kitap kazandım sayesinde, o yüzden de bu kitap benim için özel.

4 Eylül 2011 Pazar

Sen olsaydın yapmazdın, biliyorum. (Kürşat Başar)


"Sen olsaydın yapmazdın biliyorum. Ama herkes senin gibi her zaman sahici olanı, yaşamını küçük mutluluklarla dolduracak, ölümün görüntülerinden kendini uzaklaştıracak, sonradan yürekte yerleşip kalan o saplanmaları duymayacağı bir yaşamı önceden kurgulayamıyor. Belki bir gün, suskunlukların, tutsak edilmiş düşlerin kişiyi nasıl böyle dönülmez sınırlara sürüklediğini anlarsın."
Eskiden okuduğum ve çok beğendiğim kitaplardandır Kürşat Başar'ın bu romanı. Dün hatırlamak için göz attığımda yine etkiledi beni.

Selin ve Elfe çok yakın çocukluk arkadaşlarıdır. Selin'in sorunlar yaşadığı bir ailesi vardır, sürekli olarak ölümü düşünür, hayal dünyasında yaşar sanki. En zor zamanlarında Elfe vardır yanında.
Klinikten çıkınca Elfe sevgilisi Nevit'le tanıştırır Selin'i. Nevit bir piyanisttir, onun kendi havasında, umursamaz, çekiciliğine kapılır Selin. Ve sonraları aşık olur. Nevit ve Selin arasında ilişki başlarken, Elfe uzaktadır, gizli kapaklı bir ilişkidir.
Selin'in yaşadıkları okurken çok üzer insanı. Kızamayız ona, ne denli incindiğini göre göre.
Bir süre sonra Selin hamile kalır, Nevit onu terk eder.
Ve nihai son'la Nevit ve Elfe'nin evlenip Amerika'ya gittikleri, ve sonrasında Selin'in Elfe'ye o "sende ona selam söyle" mektupla biter roman.
Anlarız ki Elfe de her şeyi biliyormuş.

Bu aldatmanın, aldatan ve en acı çeken'in bakış açısıyla yazılmış olması ve bir erkeğin bir kadının hislerini, kırıklıklarını, acılarını bu denli ustalıkla yazmasıdır bu denli etkileyici olan.

Kitapta öyle çok insanı alıp götüren yerleri var ki, altını çize çize okumuşum, yine buldum tekrar çizdim.

"Bazen sözcükleri unutuyorum.
İnsan sözcükleri istediği gibi bir araya getiremediğinde ölmek istiyor."
"Daha önce aşık olmamıştım ki, bilmiyordum,
kitaplardan, filmlerden öğrenilen bir hayat nereye kadar ayrıntıları tanımlayabilir?"
"Yol açtığı bütün savaşları yine o renkli kağıt parçalarının kazandığı bir dünyada adaletten söz edilebilir mi?"
"Ben bu oyunu sevmemiştim, hem de kış biterken ve bütün kış çok üşümüşken. Oyunları hiç sevmiyorum. Oyunların hep kuralları var, oyunların olduğu her yerde, bir kadınla bir erkek arasında hep çatışmalar, uzayan sıkıntılar, yok etmeler var. Bütün oyunlar birinin kazanması için kurulmuş, ben artık oyunlardan korkuyorum, ne olursa olsun birinin kaybedeceğini biliyorum."
"Hep böyle değil miyiz, alabildiğine uzanan dokunulmamış kar örtüsünün üzerinde aldırışsızca koşup bozmuyor muyuz?"
"Bizim gibi birbirine benzeyen, bizim gibi hayatın yalnızca kaçamaklarını yaşamak isteyen zayıf insanlar asla birlikte olamaz."
Bu kitabın Afa yayınlarından çıkan kapağı (benim kitabın oydu)konusu ile,
Alan Parsons Project'in Don't Answer Me şarkısı ve klibi ile ne kadar benziyor, örtüşüyor farkında mısınız?
Hep aklıma gelir elime kitabı alınca bu klip.

Kitap hüzünlüdür, ama bence Kürşat Başar'ın en önemli kitabıdır, mutlaka okunması lazım.



3 Eylül 2011 Cumartesi

Bursa Mutfağı (M.Ömür Akkor)


Blog'da bir ilk yapıp, 2009 Gourmand World Cookbook Awards ödüllü ünlü şef Ömür Akkor'un Bursa Mutfağını tanıtmak istiyorum. Çünkü çok önemli ve özel bir kitap. Sadece yemek kitabı dememek lazım. Uzun süren araştırmalar sonucunda hazırlanmış ve gerçekten tarihe ışık tutan bir eser aynı zamanda. Lakin daha çok insana ulaşmalı diye düşünüyorum.

Ömür Akkor'u Yemekteyiz sayesinde tanıdım, çok ilgimi çekmişti yaptığı yemekler, tarzı. Sonra Sosyal medya (twitter, facebook) sayesinde takip ettikçe daha çok merak ettim kitabını. Lakin bir türlü bulamıyordum, geçen gün Dost Kitabevinde 2. baskısıyla karşılaşınca çok sevindim hemen aldım.

Yazar araştırmasını yaparken dört yıl boyunca neredeyse kapı kapı dolaşıp Bursa'nın mutfağını, geleneklerini, göreneklerini, bilinmeyen tarihinin tozunu silkeleyip günümüze taşımış. Ortada büyük bir araştırma var ve kitabı elinize aldığınız anda dalıp gidiyorsunuz. Bu araştırmasına kadar Doğu mutfağına hakim olan yemek kültürünü bir kenara bırakıp, Batı'ya geçtiğinde ve bu denli derin bir kültürün kapısını araladığının farkında değilmiş. Açıkçası Bursa Mutfağının bu denli önemli olduğunu muhtemelen çoğu kişi düşünmez ama yemeklerin çoğu saray mutfağına taşınmışlar ve bir süre sonra Bursa'dan çıktığı bile unutulmuş.
Kimi tarifler asırlardır yapılmamış olduğunu okuduğumda çok şaşırdım.

Kitap önce Bursa Mutfak Kültürü ile başlıyor. "Seyahatnamelerde Bursa Mutfağı" diye bir bölümle, yüzyıllardır Bursa'ya gelen seyyahların bu mutfağa ne denli önem verdiğini gösterdiği pasajlara yer vermiş. Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ı Lugati't-Türk'ünde bile bu mutfaktan bahsediliyormuş. Çok çok eski kayıtlara ulaşmış düşünün zenginliğini.


Sonra özel günlerde yapılan adetler, çıkarılan yemeklerle devam ediyor. Neyse daha fazla anlatmayayım. Elinize alın ve saatlerce dalın, heyecanını kaçırmayayım böyle anlatarak. Ve çok güzel fotoğraflarla bezeli 150 tarif, yemekler, tatlılar, hamur işlerine geliyor sıra. Kapağını kapatınca "vay be" diyorsunuz.
En çok hoşuma giden şey cilt kokusuydu. Kitap kokusu en çok sevdiği şeylerden olan bendeniz için bu bir nimet tabii.

Ve ayrıca tamamen Bursa mutfağı bu yemeklerdir demiyor yazar, halen ulaşamadığı bilmediği yemekler var ise bana ulaştırın, yeni basımlarında onlara da yer verelim diye eklemiş önsöz'de. Muhtemelen halen araştırıyor, merak ediyor. Bursalılar bu kitabı mutlaka alın ve ayrıca eklemek istedikleriniz olur ise şayet Ömür Akkor'a ulaşın derim ben. Sadece Bursalılar değil tabi hepimizin kültürü diye eklemek isterim. Bir gün umarım kendi kitabımı imzalatacağım, onun için açmaya korkuyorum ben.


Yazarın Twitter adresi, tarif ulaştırmak, yada takip etmek isteyene (benden söylemesi harika yerleri geziyor, bilgiler veriyor)

Bursa Mutfağı ile Rafların Arasından'ın yemek kitapları bölümüne de başlamış olduk. Devamının geleceğini söylemek isterim kendi adıma.

Kitap Ayraçları

Bir kitapsever'in en çok sevdiği şeylerdir kitap ayraçları. Ben şahsen kendim çiziyorum, kartondan kesip boyayıp, kitaba göre tasarlıyorum. Ve rastladığımda kitapçılarda değişik farklı bir tasarımı görünce hemen edinmek istiyorum. Nette arandım ve harika tasarımlar gördüm. Bazılarını rahatlıkla kendimiz yapabiliriz mesela yukarıdakinin yapımı pek kolay ve şirin. Hemde işlevsel.



Benim kitaplarım ise hep böyle. Arasından not kağıtları fışkırıyor.












Güneş Kokusu (Cahit Uçuk)

Bu kitap halamın bize yolladığı eski yayınlardan. O kitapların içinde harika eserler vardı. Çok severek okuduğum sahaf eserleri resmen hepsi. Dikkatimi ilk çeken şey kapağı ve kızın kocaman gözleriydi. Yazar muhtemelen kendini resmetmek istedi burada.

Kitaptan önce yazar hakkında iki kelam etmek istiyorum ben. Yazarlığa 1935 yılında Yarımay dergisinde başlamış ve Nazım Hikmet övgüyle bahsetmiş kendisinden. Bu yazarlığa yeni adım atan biri için tarif edilemez bir gurur olmalı. İsmi Cahide Uçuk olmasına rağmen ona Cahit derlermiş, nedeni Hüseyin Cahit Yalçın'mış babası eğer oğlum olursa Cahit, kızım olursa Cahide koyacağım ismini demiş.

Cahit Uçuk bir süre gizli gizli yazmış yazılarını, birçok kişi erkek sanıyormuş. Eserlerinden kadınları, kadın haklarını işlemiş. Aynı zamanda güzelliği ile dillere destan olan bir kadınmış. Bana Mona Lisa Smile filmindeki Kirsten Dunts'ın oynadığı karakteri hatırlatıyor hep.

Şimdi Güneş Kokusu'na gelirsek şayet, sade ve akıcı bir dili var kitabın. Karakterine hayran kalmıştım. Yokluklar içinde yaratıcı olan, kendi kıyafetlerini kendisi tasarlayan (evet kızın kendi çapında tasarımcı havası çok çok ilgimi çekmişti) , saygılı, ölçülü, tam o dönemi yansıtan bir genç kızı ve aşık olduğu maskeli balodaki adamı anlatıyor. Birde bu kitap ne zaman aklıma gelse, burnuma sabah kızarmış ekmeklerin kokusu geliyor. Aile hep sabahları onu yiyorlardı ve bu kokuya bayılan beni mest ediyorlardı, yazar öyle bir anlatmış ki, o sobada kızarmış ekmekleri, kokuyu alıyorsunuz gerçekten de. Açıkçası kitabı çok eskiden okuduğum için sonunu bir türlü hatırlayamadım, size tavsiye ederken tekrar okumaya karar verdim. Sahaflarda, yada Gitti Gidiyor'da bulabilirsiniz. Bulursanız şayet kaçırmayın, eski İstanbul, hoş havalı kadınlar, şirin bir kızın aşkı güzel gelebilir.

2 Eylül 2011 Cuma

Yalnız Kadınlar Sokağı/Tara Road (Maeve Binchy)


İrlandalı Ria her şeye sahip olduğunu düşünür. Çok gençken aşık olup evlendiği harika bir kocası ve çocukları ile mutlu bir ailesi vardır. Lakin işler istediği gibi değildir aslında. Kocası yarı yaşında bir kadın için bırakır, önce bunu kabullenemez. Sonra kadının hamile olduğunu öğrenir daha çok yıkılır. Çocukları çok şey beklerler onlardan, annelerini suçlarlar.

Rosemary Ryan'ın ise Amerika'da Ria'dan farklı bir hayatı vardır. İyi bir iş kadınıdır, lakin onu çok üzen oğlunun ölümü evliliğini de etkiliyordur.

Bu iki kadın evlerini bir süreliğine takas ederler. Yani Ria Amerikaya gider, Rosemary İrlandaya. İkisinin bu durumda aradıkları şey huzur ve kendi kafalarını dinlemek, çevresindeki seslerden uzaklaşmaktır. Ama ikisi birbirlerinin hayatlarına göz atacak ve dost olacaklardır. Sorunlarına bir nevi uzaktan bakacaklar.

Bu kitap evliliklerin içindeki sorunları, dostları, insanları anlatıyor. Ben şu aşçılık yapan adama hayran olmuştum (kitabı önceden okuduğum için adı aklıma gelmedi pek)

2005 yılında sinemaya'da aktarıldı. Andy Macdowell ve Olivia Williams'ın oynadığı filmi tesadüf sonucunda tv'de izlemiştim, hoş ve kafa dağıtıcı olmasının yanında karakterler, olaylar birebir uymuştu. Kitap kafa dağıtan yaz romanı zaten yazarın tüm romanları öyle aslında. Filmin de fragmanını ekleyeyim fikriniz olsun.



1 Eylül 2011 Perşembe

Leyla'nın Evi (Zülfi Livaneli)

Okurken, kendimi içinde bulduğum, karakterlerle yakın hatta yanlarındaymış gibi hissettiğim romanlardan. Kapağı gibi sıcacık, kendi halinde bir İstanbul romanı yazmış Livaneli.

Üç farklı insanın hikayesini anlatıp onları bir araya getirir. Baş karakter Leyla hanım tam bir eski İstanbul hanımı. Toplumdan dışlanmış bir hayat yaşar. Bunun nedeni gayrimüslim bir babadan olduğu içindir. Annesi ölünce dedesinin felç geçirmesine sebep olduğu için onu suçlarlar bu durumdan. Leyla evde dadısıyla kendi dünyasındadır. Yıllardır oturduğu ve mirasçısı olduğu yalıdan, yeni sahipleri tarafından çıkarılır. Onun için bir deli raporu bile çıkarmaya vardırırlar işi. Çıkmaz istemez, elinde bavuluyla kapıda bekler. Açıkçası o hali çok içime oturmuştu.

Sonrasında Leyla'nın eski hizmetkarının oğlu gazeteci Yusuf'un dikkatini çeker bu durum. Yusuf bakar içinden çıkamaz ve Leyla'yı alıp kendi evine Cihangir'e götürür. Hayatında kendi muhitinden bile belki hiç çıkmayan Leyla için Cihangir bambaşka bir dünyadır.

Ve romanın çarpıcı diğer karakteri Yusuf'un sevgilisi Rukiye nam-ı diğer Roxy'e geliyoruz. Almanya da büyüyen türk kızı Roxy'nin iki ülkede de dışlandığını görüyoruz. Almanya da Türk diye dışlanırken, Türkiye'de de "Almancı" diye bakılır. Ailesel sorunları onu küçük yaşta porno sektörüne iter. Roxy'nin içinde ise müzik vardır. Hip hop müziğine gönül veren Roxy zamanla kendi müziğini yapmaya başlar.

Yusuf Leyla'yı alıp evine getirdiği zaman Roxy hiç hoşlanmaz bu durumdan. Küçücük evlerine kendileri zor sığarken birde tanımadığı yaşlı bir kadını getirdi diye söylenip durur. Tabi diğer odadan Leyla bu sözleri, aşağılamaları, yer yer hakaretleri işitir uzun bir süre.
Sonrasında bir gün Roxy klavyede müzikle uğraşırken Leyla odasından çıkar ve ona yanlış yaptığı noktayı gösterir. Roxy çok şaşırır kadına ve müzik sayesinde aralarındaki o duvar yıkılır. Yaptıkları ve söylediklerinden utanır, çok sever tanıdıkça Leylayı. Sanki küçük bir aile olurlar. Sonrasında Leyla onların hep yanlarında olur, çok sevdiği evine kavuşur. Roxy hamile kalır, Rukiye ismine geri döner. Bu kitabın belki de en önemli yanıdır. Roxy'nin çocuğuna iyi bir anne olma çabası güzel gelir bize. Ve bebekleri doğduğunda adını Leyla koyarlar.

Beni Leyla karakteri çok etkilemişti. Hep büyüklerimiz "sizde yaşlanacaksınız" derler ara ara. Evet yaşlandığımda Leyla gibi olmayı isterim ben. İnsanlara hoşgörü ile yaklaşmayı, aşina olmadığı bir yere bile alışabilmeyi, sevgi ve kibarlıkla çevresindeki insanları mutlu etmeyi ve bunu yapabilen bir yaşlı olmayı gösterdi bana. Kitapta beni etkileyen en önemli unsur bu durumdu. Leyla'nın o naif ve anlayışlı hali sayesinde bu üç insan aile gibi sıcacık bir dostluğa kavuştular.

Eleştirdiğim bir nokta oldu, oda benimde müziğe düşkün olduğumdan dolayı gözüme battı resmen. Livaneli Roxy'nin müzikal ruhunu, hip hop sevgisini anlatırken basite kaçmış sanki. Almanya'da büyüyen ve bu müziğe gönül veren birinin bu denli basit ve popüler müzikleri dinleyeceğini sanmıyorum. En azından ben Roxy olsam onları değil, şunları şunları dinlerdim kesin dedim sürekli okurken. Onun dışında çok fazla eleştirilecek yanı yok bu şahane kitabın.

Ben dizi veya film olarak görebiliriz bu kitabı derken, izleyicilerden tam not alan başarılı bir tiyatro uyarlaması oldu. Geçen sene trafik kazasında kaybettiğimiz Onur Bayraktar'ı aklımıza getirecek aynı zamanda.

Güzel, hüzünlü bir romandır. Livaneli okumak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim.

30 Ağustos 2011 Salı

Aşk Ve Öbür Cinler (Gabriel García Márquez)


"Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu. Tutam tutam güçlü saçları kazınmış kafasından sanki köpük köpük fışkırıyor, gitgide uzadığı gözle görülüyordu. "
Bu kitap çok özeldir, bir çırpıda okunan ve derin iz bırakan, ardından düşündüren. Sanki Estrella Morente'nin ağıt gibi sözlerini bilmeseniz dahi içinizi yakan şarkısı "Volver" gibi.

Yazar bu kitapla 1982'de nobel ödülü aldı. Bir gazete haberi ve, anneannesinin bir hikayesini birleştirerek oluşan büyülü, enteresan, mistik ve aşk dolu bir roman. Marquez'in genç bir muhabirken 26 Ekim 1949'da Santa Clara manastırının mahzenindeki mezarların boşaltıldığı haberine gider ve orada bir mezarda kazdıkça yoğun bakır renkli çıkan ve en sonunda küçük bir kız çocuğunun kafatasına ait olan yirmi iki metrelik bir saç yığını bulurlar. İşçilere göre normal gelen bu durum, Marquez'in aklına anneannesinin anlattığı Karayip adalarında meşhur bir şekilde efsaneleşmiş bir markiz'in on iki yaşındaki kızını aklına getirir ve iki olayı birleştirir.

Konu öncelikle alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi köpeğin Casalduero Markizinin kızı Sierva Maria'yı ısırmasıyla başlar. Kızın ailesi son derece kendinden bağımsız ve ilgisizlerdir. Bir süre sonra Sierva evdeki afrikalı kölelerle kendine ait bir dünya kurar. Onlar gibi yaşar, zaten tuhaf tabiatlı kıza daha egzantrik bir hava katar bu. Kuduz köpek ısırınca olayı ailesi örtbas etmeye çalışırlar, bu durumdan utanırlar. İyileştirme yöntemleri geç olduğu için işe yaramaz ve tedaviler o belirtileri daha çok fark edilir hale getirir. Zaten garip tabiatlı olan kızı daha değişikleştirir ve etraftan içine cin girdiğine dair söylentiler yayılır. Bu halini gören babası kızını manastıra kapatır. Ve rahip Cayetano Delaura'yı kızın içindeki cini çıkarması için görevlendirirler. Ama bu durum ikisi arasında bir aşkın başlamasına yol açacaktır.

Olmaması gereken aşkın, saf ve acı yönünü gözler önüne sererken diğer yandan harika satır araları var.

Mesela;

"Bunun yasaklanmış bir kitap olduğunu biliyor musunuz?"
"Son yüzyıllardaki en iyi romanların hepsinin yasaklandığı gibi,"dedi Abrenuncio.
Ve Garcilaso de la Vega'dan harika soneler okuyorlar. Hep bir yanlarında acı ve ölüm var sanki.


"Yo acabaré, que me entregué sin arte
a quien sabrá perderme y acabarme
si ella quisiere, y aun sabrá querello;"
Öleceğim çünkü vuruldum bilmeden,
isterse öldürmeyi çok iyi bilen
ve elbet bunu isteyecek olana"
Mutlaka okuyun bu büyülü, kızıl saçlı, değişik kızın hüzünlü hikayesini.

Mahrem (Elif Şafak)


Bu roman, içinde bir sözlük barındırıyor ama bu sizin bildiğiniz sözlüklere benzemiyor. Görmekle, görülmekle, görmemekle, görememekle alakalı olarak açıklanan maddelerden oluşan bu sözlük, Nazar Sözlüğü ve Nazar Sözlüğü'nün yazarı, Be-Ce adında bir adam. Sevgilisiyle Hayalfeneri Apartmanı'nda yaşayan Be-Ce, gözlerden ırak bir hayat sürmeyi tercih ediyor, romanın önemli bir kısmı da sevgilisinin ağzından ilişkilerini ve hayatının zor anlarını gösteriyor. Yalnız ilişki de sizin bildiğiniz ilişkilere benzemiyor. Be-Ce'nin adı "cüce-büce"den geliyor, bir cücenin sevgilisi olan roman anlatıcısı ise bir yokuşu çıkarken nefes nefese ve ter içinde kalan bir kadın, yüz otuz iki kiloluk bir kadın.

Mahrem, adı üzerinde, mahremiyet olgusu üzerine şekillenen bir roman. İnsanların mahremiyete olan ihtiyaçları, klasik bir Elif Şafak romanında olduğu gibi üç farklı hikaye etrafında örülüyor, bu üç hikayeden Memiş Efendi'nin (ki tam adı Keramet Keşke Mumi Memiş Efendi) hikayesi bana Puslu Kıtalar Atlası'nı hatırlattı okurken. Fransız madam de Marelle'in hikayesi de, Memiş Efendi'nin hikayesi de, Be-Ce ile şişman kadının aşkı da mahremiyet olgusu üzerine kuruluyor ve klasik Elif Şafak romanlarından farklı olarak bu kez sonunda birbirleriyle birleşmiyorlar, hatta sonu beni epey şaşırttı.

Elif Şafak sevenlerine tavsiye edebileceğim bir kitap ama sanırım ben bir yerlerde bir yanlış yaptım, birbirine yakın dönemlerde Elif Şafak romanları okumak gibi bir hataya düşüyorum, daha önce de Bit Palas ile Araf'ı, hemen ardından da Siyah Süt'ü arka arkaya, çok yakın zamanlarda okumuştum ve gitgide aldığım tad azalmıştı. Bu kez de Baba ve Piç ile Mahrem'i yaklaşık bir ay içinde arada başka kitaplar da okumama rağmen birbirine yakın bir sürede okudum ve yine son okuduğumdan, önceki okuduğumda aldığım zevki almadım. Belki romanlarının belkemiğini aynı şekilde oluşturduğundandır, belki de aynı yazarın romanlarını arka arkaya okuyunca hep böyle oluyordur. Benim için en sevdiğim romanlar arasına girmedi, Baba ve Piç'i de daha çok beğendim, belki yazarının hayranları benden daha farklı düşüneceklerdir.

28 Ağustos 2011 Pazar

Ezilenler (Dostoyevski)


Roman, Altın Kitaplar baskısının kapağındaki yaşlı bay Smith ile en az kendi kadar yaşlı köpeği Azorka'yı tanıtarak başlar. Bay Smith, yaşlılığın verdiği bir yarım akıllılıkla her gün aynı saatte aynı şeyleri kurulmuş gibi yapar, köpeği Azorka da her daim kendisine eşlik eder ve genç bir yazar olan Vanya'nın dikkatini çeker. Bir gün Vanya'nın da şahit olacağı bir şekilde önce köpek Azorka, hemen ardından Smith ölür ve Vanya için değişik olaylar başgösterir.

Vanya, Dostoyevski'nin kendi hayatından öğeler taşıyan bir yazar, tıpkı onun ilk romanından sonra aldığı eleştiriler ve yazın dünyasına girişinin önce dergilerde romanlarını tefrika ettirmesi ve sonra yayınevleriyle anlaşması ile olduğu gibi o dönem yazarlarının geçtiği yollardan geçen fakir bir yazar. Romanda Vanya dışında Nataşa, Nataşa'nın annesi ve babası ile Alyoşa ve Alyoşa'nın prens babası olan diğer önemli karakterler ise, "ile" bağlacıyla ayırdığım şekilde düşman iki ailedir. Nataşa, Vanya ile nişanlıyken Alyoşa ile "düşman ailelerin çocuklarının birbirine aşık olması" tehlikesinden kaçamaz ve Vanya'yı Alyoşa için terk edip baba evinden ayrılarak Alyoşa'ya kaçar. Ancak önceden dost olan bu düşman aileler bu ilişkiyi onaylamamaktadırlar, Nataşa'nın dünyada Alyoşa'sından başka bir de eski nişanlısı iyi yürekli Vanya'sı vardır. Bir de Vanya'nın kötü şartlardan kurtardığı on dört yaşındaki Nelli (ki kendisi yaşlı Smith'in torunu olur) ile Alyoşa'nın babasının kendisini zorla evlendirmeye çalıştığı soylu Katya da olaylara dahil olduğunda, ortaya eski zaman filmleri gibi çetrefilli ilişkiler ve karanlık günlerle dolu bir roman çıkıyor.

Dostoyevski, bu romanında birey sorunlarına değiniyor, yalnızlık korkusu, ölüm korkusu, özlem, iki aşk arasında kalma, evlat sevgisi ile evlada karşı duyulan öfke, hastalıklar, parasızlık, sefillik, açlık gibi pek çok şeyin altından kalkmaya çalışan karakterler, bir yandan kendi başlarına her şeyi düzeltmeye çalışıyor, diğer yandan birbirlerinin iyiliği için atacakları adımları hesaplamaya çalışıyorlar fakat sonunda her şey olacağına varıyor. Olayların çözümlenme şeklini okurken çok sevmiştim ben, umarım siz de benimle aynı zevki alırsınız.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Blogger N'lerini seçiyor !

Merhabalar!

Sevgili Tuşların Tıkırtısı ve Blog Mania bizi en bilgilendirici bloggerlar arasinda gostermis! Kendilerine sonsuz tesekkurlerimizi sunuyoruz.

Raflarin Arasindan'da birden fazla yazar bulundugundan ortak bir liste hazirladik! Mevcut listede Aslisin'in, Sweet Leaf'in, Sycorox'un ve bendeniz Amaltheian'in tercihleri bulunmaktadir. Her kategori icin uc kisi yazabildigimizden ne kadar zorlandigimizi tahmin edersiniz! Yazarlarimizin hazirlayip bana verdigi listelerdeki ortak isimleri secip yazmaya calistim.

Sevgiler!

**

Yazının başlığı "Blogger N'lerini seçiyor !" şeklinde olmalı.. Bir bütün halinde ilerlemeliyiz. Her kategori için en fazla 3 kişi yazabilirsiniz.. (Sadece bir kategori için 5 tane yazma hakkınız var. Çoğumuzun blog açmasına sebep olan şey, kendimizi anlatmak.) Ekstradan 1 kategori daha ekleyip, seçiminizi yapabilirsiniz. Kategori açarken tercihinizi mümkünse en zeki, en güzel, en akıllı gibi şeylerden yana kullanmayın. Tamam birbirinizi tanıyor olabilirsiniz. Ama burda genel bi seçimden bahsediyoruz ve birbirimizi sadece yazılarımızdan tanıyoruz. Yazılardan yola çıkarak sonuca varabileceğimiz kategoriler olmalı. (Kişileri rencide edecek, küçümseyecek türden kategorilere kesinlikle yer vermeyin.) Aynı kişiyi birden fazla kategoriye yazabilirsiniz. Mim yazılarınız kesinlikle okunacaktır. Yazılarınız okunduğuna dair yorum bırakılacaktır. Bir gün içerisinde yazılarınıza yorum gelmezse mail atarak haber verirseniz en doğru sonucu elde etmiş oluruz.(birinceses@gmail.com)

En İyi Tasarıma Sahip Blogger : Şu Bu O, Hayat Erkeği, Hesionka

En Güncel Blogger: Muhtesip, Sweet Sunshine, CineShoot

En Meraklı Blogger: Pek Güzel Şeyler, Okuyan Kedi

En Yetenekli Blogger: Özlem Akın

En Çok Bilgilendiren Blogger: Sigara Yanıkları, Pasif Agresif, Salıncakta İki Kişi

En Çok Kendini Anlatan Blogger: Cips Yiyemeyen Kız, Sarhoş Kedi, Amsterdam'dan Kartpostallar

En Çok Eğlendiren Blogger: Sel, Öküzün Önde Gideni, Atgötten

En Akıcı Yazan Blogger: Finduilas, Glamdring

Yukarıda adı geçen herkes mimlenmiş sayılıyor :)

21 Ağustos 2011 Pazar

On Küçük Zenci | Agatha Christie


On küçük zenci yemeğe gitti,
Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz,
Dokuz küçük zenci geç yattı,
Sabah Biri uyanamadı, kaldı sekiz,
Sekiz küçük zenci Devon’u gezdi,
Biri geri dönmedi. Kaldı yedi,
Yedi küçük zenci odun kırdı
Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı,
Altı küçük zenci bal aradı,
Birini arı soktu. Kaldı beş,
Beş küçük zenci mahkemeye gitti,
Biri tutuklandı. Kaldı dört,
Dört küçük zenci yüzmeye gitti,
Birini balık yuttu. Kaldı üç,
Üç küçük zenci ormana gitti,
Birini ayı kaptı. Kaldı iki,
İki küçük zenci güneşte oturdu,
Birini güneş çarptı. Kaldı bir zenci.
Bir küçük zenci yapayalnız kaldı.
Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.

Böyle başlar On Küçük Zenci.

Birbirinden bağımsız on ayrı kişi birer davetiye alır. Zenci Adası'nda unutamayacakları bir tatile davet edilirler. Ama Zenci Adası'nda ölümler birbirini takip eder, durmadan bir sonraki cinayeti tahmin etmeye çalışır dururuz.

Sürükleyicidir, heyecanlıdır, eğlencelidir.

Bildiğimiz Agatha! Merak uyandırıcı, zihni zorlamadan düşündürücü.

Tek tavsiyem eski basımını temin etmeyin, aslında çok şey ifade eden On Küçük Zenci şiirinde bile eksiklikler var çünkü. Yeni basımı candır, canandır.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Aşık Papağan Barı (Nazlı Eray)

Öyle bir roman düşünün ki okurken uzun, çok uzun bir rüya görüyormuşsunuz gibi hissettirsin. Nazlı Eray'ın bu fantastik romanı, uzun bir rüya gibi. Bir gece romanı ağzından okuduğumuz anlatıcı kadın, kendini bir hastanede bulur. Bu hastaneye açık kalp ameliyatı için getirilmiştir ama ne olduğunu hatırlamaz. Yanındaki "koruyucu meleği"ne neler olduğunu sorduğunda, melek ona "Sus sus, yorulma şimdi, bir trafik kazası oldu, siyah bir Opel Vectra son hız giderken kalbine saplandı." der. Kadın, ameliyathanede doktorların yanısıra bir kaportacı ve çırağını fark eder, açık kalp ameliyatı devam ederken bir yandan da kalbindeki hurdaya dönmüş Opel Vectra'yı çıkarmaya çalışıyorlardır.

Böyle başlayan bir romanın aslında çok yoğun, çok duygulu bir aşk romanı olduğunu söylemeliyim ama bir yandan da çok uzun ve gerçeküstü bir hikaye bu, sadece bir aşk romanı diyip geçmemek gerek. Ameliyatta bedenini bırakan kadın, zaman ve mekan kavramından bir süre için bağımsız olduğunu öğrenince unutamadığı anlara geri döner, rüyalara girer, çıkar, cinci hocalarla, mafya babalarıyla, vücudu olmayan bir dudakla muhatap olur, kitaba adını veren Aşık Papağan Barı'na girdi mi hele bir daha oradan çıkamaz. Aşık Papağan Barı da neresi mi? Las Vegas'ta, içinde çok büyük bir sır perdesini barındıran, yıllar önce bara gelen kızıl saçlı bir kadına aşık olan bir papağan sayesinde bu isme kavuşan bir bar. Mutlaka bu bara uğramalısınız.

19 Ağustos 2011 Cuma

Kelebek, Henri Charriére


Gerçek bir yaşam öyküsü olan Kelebek, Henri Charriére'in özgürlük mücadelesini anlatıyor. Kelebek lakaplı Henri, 25 yaşında, işlemediği bir suç yüzünden Fransa'da müebbet hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Henüz çok genç olan ve bu cezayı hak etmediğini düşünen Kelebek için kaderine boyun eğmek mümkün değildir, özgürlük için yapması gereken her şeyi yapacak, müebbet hapis cezası, kürek cezasına çevrilince tek çözüm olan firarı göze alacaktır. Roman, Henri Charriére'in defterlerinden oluşuyor. Tüm yaşadıklarını yazmaya karar verdiğinde, mahkeme günlerinden Venezuella'da özgürlüğüne kavuştuğu günlere dek anılarını on üç defterde toplayan yazar, anılarının basılıp basılmayacağından emin olmadan bir yayınevine gönderiyor, roman basıldıktan sonra da bir özgürlük mücadelesi olarak ve Fransa'nın o yıllardaki hukuk sistemine ağır bir eleştiri olarak inanılmaz ün kazanan bu roman, sonradan filme dönüştürülüyor ve hatta Hollywood'un en ünlü oyuncularından Steve McQueen, Kelebek'i oynuyor. Kişisel bir öneri getirereceğim, hakimlik ve savcılık yapmayı düşünen tüm hukukçuların bu romanı okuması taraftarıyım, cezalandırma gücü çok büyük bir güç, insanların hayatına etkileri tahmin edebileceğinizden çok daha büyük, çok uçsuz bucaksız etkileri var, bunu bir mahkumun kaleminden okuyunca daha iyi anlayabilirsiniz.

Roman epey akıcı, edebi niteliği konusunda tartışılabilir ama inanılmaz bir öykü. 25 ve 38 yaşları arasını bu romanda anlatan Henri Charriére, bu romanın popülaritesi ve yarattığı meraktan sonra Banko adında bir romanla Kelebek'in devamını da getiriyor ve onda da topluma yeniden karıştığı, özgürlüğüne kavuştuktan sonra neler yaptığını anlatıyor.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Mercier ile Camier (Samuel Beckett)


Beckett'ın romanları da oyunları da zor okunur, büyük bir absürdlük, ne yaptıklarını bilmeyen karakterler ve hiç belli olmayan, karakterlerin henüz yaparken unutmaya başladıkları olaylardan oluşur. Mercier ile Camier de Beckett'ın ilk uzun roman denemesiymiş, yer yer oyun yazar gibi yazdığı, iki bölümde bir "Önceki iki bölümün özeti"ni okura sunduğu ilginç bir roman. İki yaşlı insan olan Mercier ve Camier'in bir kenti terk etmek üzere buluşamamalarıyla başlayan romanda bu iki yaşlının başlarına gelen absürdlükleri, geçmişlerini, henüz karar veremedikleri amaçlarını konuşmalarını okuyoruz. Romanın alt metninde çiftin terk etmeye çalıştıkları şehrin Dublin olduğu, evine uğradıkları Helen'in de Dublin'in ünlü bir genelev patronu olduğu gizliymiş, belki de çok sadık bir okuru olmadığım için anlamamışımdır.

Romanın en çok ilgimi çeken özelliği de, eğer Beckett'tan ilk olarak bu romanı okuyacaksanız son bölümde bir anda ortaya çıkan karakterlere dikkat edin, Watt ve Murphy de Samuel Beckett'ın başka iki romanının karakterleridir, bu ayrıntı beni epey gülümsetmişti.

9 Ağustos 2011 Salı

Tutunamayanlar (Oğuz Atay)


Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın bir roman yarışması için el yazısıyla yazıp da "Bu adam da nereden çıktı, hem de mühendismiş, bu kadar sayfa yazmış da getirmiş..." dedirttiği, okuyanları güldürüp de dehşete düşürdüğü, pek dışarıdan girdiği yazın dünyasında yerinin kalıcı olduğunu müjdelediği ilk romanı.

Turgut Özben, güzel eşi Nermin ve iki kızıyla hali vakti oldukça yerinde bir mühendistir. Evlendiğinden beri eski arkadaşlarıyla eskisi kadar sık görüşemez, öyle ya artık evli arkadaşlarıyla yemekli toplantılarda görüşülüyordur, yeni aldıkları arabaların taksitlerinden, yazları sakin olan sayfiye yerlerinden, salonlarına aldıkları yeni oturma gruplarından falan bahsedecekler... Selim Işık ise Turgut Özben'in en sevdiği eski dostlarından biridir, ne var ki yirmi sekiz yaşında, annesiyle birlikte yaşadığı evinde kendini öldürür. Turgut, Selim'in ölümü üzerine düşünmeye, düşündükçe araştırmaya, Selim'in arkadaşlarıyla görüşmeye, Selim'in anılarını okumaya ve neden kendini öldürdüğünü bulmak için çaba göstermeye başlar. Bu araştırmalar, görüşmeler, Turgut'a da pek iyi gelmeyecektir, Turgut, içinde bulunduğu yaşantıdan, Selim'i özlemeye başladıkça sıkılacak, "düzgün" bir insan olmaktan boğulacaktır.

Tutunamayanlar, müthiş bir eleştiri, müthiş bir kara mizah. Tutunamayanlar, Turgut'un ailesi ve benzeri ailelerin küçük burjuva hayatıyla ilgili sivri dokundurmalar içerirken Selim'in kendi kendini eğitmesi ve edebiyatla uğraşmasını anlatırken de Oğuz Atay burnu pek büyük olan, iki kitap okuduğu anda kendini dünyanın en birikimli insanı zanneden sözde entelektüellerle de dalga geçmeyi unutmuyor.

700 küsür sayfalık bu romanda, Selim'in dünyasını Turgut'un gözleriyle görüyoruz genelde ve bir insanın günlük hayatında karşılaştığı şeylerin, hayatındaki sorunların, hele de başarı konusunda vasatın altında olan insanların dertlerinin birbirine ne kadar benzediğini fark ediyoruz. Evet, gündelik hayatın sorunları hepimiz için hep aynı. Ancak Selim gibiler, bu sorunlar karşısında gülüp geçemiyorlar, ince ruhlu insanları kırılgan yapan o karışımı, Turgut, Selim'i öldükten sonra tanıdıkça fark ediyoruz. Olağan şeylere fazla kafa yormak, başkaları adına da düşünmek, insanları gereğinden fazla sevip onları bir anda tanımaya çalışmak ama karşılığını görmemek, başarısızlıkları devamlı omuzlarında taşımak, hastalıktan, ölümden korkmak, kendine benzemeyen insanların arasında büyümek, edebiyata, kitaplara gönül vermiş olup da hiçbir zaman bir kitap yazamayacağını düşünmek, çok okudukça kendini yetersiz bulmak gibi pek çok özelliği, Selim'i günden güne yiyip bitiriyor ve kimse bunun farkına varmıyor. Çünkü Selim, kırılganlığını muhteşem bir mizah yeteneğiyle saklayabiliyor. Ta ki ölümünden sonra ortaya çıkan anı defterleri, mektupları, şiir ve şarkıları sayesinde Turgut onu anlamaya başlayana kadar. Sonrası, Turgut'un kendi yaşantısını sorgulamasıyla devam ediyor.

Tutunamayanlar, mutlaka okunması gereken bir yapıt, Oğuz Atay, mutlaka tanışılması gereken bir yazar. Üstelik aslında sadece bir mühendis canım, nereden de çıkmış bu adam?


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Gece Avcısı/ Yasmine Galenorn


Ejderha Cadı da Camille'in gözüyle anlatılan kitaptan sonra Gece Avcısı ile yine Delilah D'Artigo'nun hayatına dahil oluyoruz. Delilah hem kediye dönüşen bir likantrop hemde sonbaharın efendisi tarafından işaretlenmiş ilk yaşayan ölüm kızı. Kendi değişimlerini yaşayarak öğreniyor artık, kendini daha bir tanıması gerek.
Safkan insan olan erkek arkadaşı Chase ise Delilah'ı aldatıyor. 4. ruh mühürünü kaptıran kızlar Karvanak ile mücadele ediyor. Ekibe Karvanak'ın yardımcısı Vanzir de katılıyor.

Karvanak boş durmuyor tabii Chase'i kaçırıp şantaja başlıyor ve kovalamaca orada devam ediyor.

Bakalım kızlar Chase'i bulup, Karvanak'ı alt edebilecekler mi?

Ve Delilah bu kitabın sonunda geçmişi ile karşılaşıyor iyiden iyiye.

O koşuşturmacanın sonunda onları çok mutlu edebilecek bir sürpriz bekliyor.

Bu seri'nin çizimlerini yaptım geçen. Kızların tarzlarını ele aldım. Burada
Sonra twitterdan yazara yolladım, açıkçası pek umursamayacağını düşünüyordum ki, çok sevindiğini, beğendiğini söyledi, paylaştı. Hatta editörü bile beğendiğini belirtti. Yazarı takip ettiğim kadarıyla müzik zevkini beğeniyordum zaten. Ve bu jestine acayip sevindim açıkçası.

Bundan sonraki kitap Menolly'in bakış açısıyla yine. Çıktı çıkacak yakında. Bakalım kızları ne gibi bir macera bekliyor.

Ejderha Cadı/ Yasmine Galenorn



İlk üç kitaptan sonra Otherworld serisi tekrar Cadı abla Camille D'Artigo ile devam ediyor. Bu kitapta yine macera yine heyecan kol geziyor. Bu sefer 4. ruh mührünün peşinde olan kahramanlarımıza Rakasasa kötü cin Karvanak musallat olur. Hem bir yandan onların peşinden koştururken, bir yandan da Camille ejderha Dumanlı'ya verdiği sözü tutmak zorundadır. Onun höyüğünde kalmak durumunda kalan Camille hem korkar, hemde heyecanlı zaman geçirir. Tabii bu arada onu bekleyen bir sürpriz vardır. Hepimizin bildiği bir isim; Morgaine.
Morgaine'in amacı eski peri saraylarını tekrar çıkarmak ve başında olmak.

Acaba Camille onlara yardım edecek mi?
4. ruh mührünü kötü cinleri alt ederek alabilecekler mi?

Aynı zamanda Camille'in Svartan sevgilisi Trillian savaşa gider ve kaybolur. Bu duruma çok üzülen Camille, diğer sevgilileri Dumanlı ve Mario ile evlenip, bir ruh bağı oluştururlar. Böylelikle daha kolay Trillian'ın yerini bulabileceklerini düşünürler.
Camille'in sevgililerinin illustrasyonlarını yapmışlar. Maşallahları var üçünün de :) Benim favorim ejderha yani Dumanlı.


Karanlık/ Yasmine Galenorn


Daha önce yazmıştım Otherworld serisinin önceki kitapları Cadı ve Değişim'i. İlk kitap Cadı'da en büyük abla Camille D'Artigo'nun gözünden yazılmıştı. Sonraki Değişim kedi kadın ortanca kardeş Delilah D'Artigo gözünden yazılmıştı. Karanlık ise en küçük kardeşleri Menolly D'Artigo'nun bakış açısından okuyoruz.

Menolly periler dünyasında bir akrobat ve aynı zamanda casusdur. Bir gün Kan emiciler klanını dinlemeye çalışırken aralarına düşer. Kan emicilerin lideri Dredge inanılmaz işkenceler yapar, tecavüz edip onu bir vampire dönüştürür evine yollar. Menolly yolda aç bir vampir olarak çıldırmış vaziyettedir, ailesi ise ondan vazgeçmez. İşte en küçük kardeş Menolly'nin hikayesi bu.

Kitapta kan emiciler klanı faliyete geçip insanları dönüştürerek karmaşa yaratıp, ruh mührünü ele geçirmek isterler. Menolly ve kardeşleri bunun önüne geçmeye çalışırken en yakın arkadaşlarından birini Dredge'ye kaptırabilecekler mi acaba?

Ve kız kardeşleri Menolly'nin hikayesini, yaşadığı acıları bu kitapta daha net öğrenecekler.

Bu bölümde takıma yeni bir eleman da katılıyor, çekici ve seksi karabasan Roz. Bakalım Menoly ve Roz neler yapacaklar?
Okuyun ve görün derim ben. Bu seri'ye iyiden iyiye ısındım ben. Çok severek okuyorum ne yalan söyleyeyim. Dili basit ve biraz teen havası olsa bile çok batmıyor okuyana.

17 Temmuz 2011 Pazar

Dünyaca Ünlü Raflar

Bir kitap severin en sevdiği yerler kitap evleri, sahaflardır.
Bu sefer kitap değil, dünyanın en güzel kitap evlerini tanıtmak istiyorum. Blog Rafların Arasından olunca, o ünlü raflara bir göz gezdirelim dedim. Hani bir gün yolumuz düşer, uğramadan geçmeyelim değil mi?



El Ateneo/ Buenos Aires/Arjantin

Gerçekten gitmeyi istediğim bir kitabevi. 1920'den kalma bir antik tiyatroymuş. Kitabevine çevirme fikri muhteşem olmuş. İstediğiniz kitabı alıp, sahnedeki masalara kurulup inceliyormuşsunuz. Yanında harika bir kahve de içmek muhteşem gider. Yalnız ben ortamı izlemekten kitaba konsantre olamam herhalde.

Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic


Livraria Lello/Porto

Eğer Yolunuz bir gün Porto'ya düşerse mutlaka uğrayın. Neredeyse bir asırlık bu kitabevi, vitraylı, ağaç oymalı, değişik bir merdiveni, ard deco tarzındaki ön cephesiyle ağzınızı açık bıraktıracak güzellikte görünüyor. Kitaplar neo-gotik raflara yerleştirilmiş. Üst katında bir kahve içip, aldıklarınıza göz atabilirsiniz. Bana biraz Hogwarts havası verdi burası.

Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic

Selexyz Dominicanen/Maastricht/Hollanda

800 yıldan fazla bir ömrü olan 13. yy kilise şimdi kitap severlerin ibadet alanı sanki. Kubbeli çelik tavanı, muhteşem resimleri, ışıklandırması ve tarihi yapısına rağmen modern dizaynı ile bambaşka bir çehresi var. Ayriyeten bisikletli gezginler için otoparkı varmış.

Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic



"Cafebrería" El Pendulo/Mexico City
Harika bir kitabevi ve aynı zamanda restoran alanında geçmişi olan bir yer. Yemekler içinde vejeteryan yemekleri pek revaçtaymış. Vejeteryan gıda ve kitaplar kulağa pek sağlıklı geliyor. Kahvaltı zamanı açıp, geç saatlere kadar hizmet ediyorlarmış. Mexico'da bulunmayan avrupadan gelen kitap kolleksiyonu ile kitapseverlerin uğrak mekanı olmuş.

Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic

Shakespeare & Company/Paris

Burayı görünce aklıma Before Sunset filmi geliyor. Erkek kahramanımız 10 yıl sonra başlarından geçen o geceyi kaleme alır ve çok ünlü bir yazar olur Paris'e gelir. Kafasında acaba? larla burada bir söyleşi yapar. Ve olaylar bu kitabevinden gelişir. Zaten Amerikalıların uğrak mekanıymış.
1951 yılında Amerikalı George Whitman tarafından açılmış. Kafesinde kahvenin ve kitabın alemlerine dalmak için ideal mekan.

Image and video hosting by TinyPic

Bookàbar/Roma
Eğik tavanı, bembeyaz minimalist havasıyla önceki kitap evlerinden çok farklı. Daha çok sanat, mimarlık ve tasarım üstüne kitapları bünyesinde barındıran Bookâbar, aynı zamanda CD/ DVD reyonları da var. Kitapçıdan çok aslında sanat galerisini andırıyor.
Image and video hosting by TinyPic

Another Country/Berlin
Kitap kurtlarının mutlaka uğraması gereken bir mekan. Sıcacık, eğlenceli ve ikinci el!
Kütüphane gibi de kullanılıyormuş, bunun için öncelikle belirli bir ücret ödeyip kitabı alıp, okuyup sonra paranızı geri alıyormuşsunuz. Aynı zamanda film günleri, akşam yemeği düzenleme günleri gibi etkinlikleri de varmış. Çok hoş bir internet siteleri de mevcut Buyrun!
Image and video hosting by TinyPic

Big Ben Bookshop/Prag
Prag sevgimi bilenler bilir, oraya gittiğimde mutlaka uğrayacağım yerlerden biri bu kitapçı olacak. Şehrin tarihi dar sokaklarında saklanmış şirin bir dükkan. Kitaplar belki biraz pahalı gelebilirmiş lakin Avrupa'daki kitapçılarla kıyaslandığında normal standartlardaymış. Çocuk ve kurgu bölümü ile takdir toplayan dükkan aynı zamanda Prag tarihi ve komünist dönemle ilgili bölümü dikkat çekiyor.

Image and video hosting by TinyPic

City Lights Books/San Francisco

Lawrence Ferlinghetti'nin dükkanı yıllarca Allen Ginsberg ve gibi ünlü yazarların ve bohemlerin uğrak mekanı olmuş. 60 yıllık bir mazisi var ve San Francisco'nun en canlı kültür merkezlerinden. Her hafta yapılan okumalarla müdavimlerinin vazgeçilmezi.

Image and video hosting by TinyPic
Image and video hosting by TinyPic



Atlantis Books/Santorini

Santorinin beyaz badanalı villalarından birine bir grup Avrupa ve Amerikalı üniversite öğrencisi Atlantis Books'u kurmuşlar. Gün batımında kitabınızı alıp, üst katta oturmak harika olur muhtemelen.


Image and video hosting by TinyPic

Image and video hosting by TinyPic


Daund Books/Londra
Londra'nın en beğenilen kitapevilerinden Daund Books seyahatçi için önemli olabilecek kitapları bünyesinde barındırdığı için ün yapmıştır. Edward dönemini anımsatan mimarisi, cilalı zemini ve kitaplıklarıyla görülmesi gereken bir yer.

Image and video hosting by TinyPic

Image and video hosting by TinyPic
Related Posts with Thumbnails