25 Ocak 2017 Çarşamba

Maximilian Ponder'ın Muteber Beyni, J. W. Ironmonger



 Bu kitabı, ilk yayımlandığında okuyup beğenen birçok okurla birlikte hafızama sırf ilginç ismi sayesinde kaydetmiştim ve geçen kütüphane ziyaretimde raflarda kendisini görünce okunma zamanının geldiğini düşünmüştüm. Dün gece bitirdiğimde "Neden daha önce okumamışım?" diye hayıflandım çünkü kelimelerle tam olarak anlatılamayacak kadar enteresan, yaratıcı, dolu dolu bir romandı.

 Maximilian Ponder, ya da tam adıyla Maximilian Zygmer Quentin Kavadis John Cabwhill Ponder, isminde Latin alfabesinin F hariç tüm harfleri bulunan ve henüz isminden bile anlaşılabileceği kadarıyla çok ilginç bir insan. Romanı, biraz Maximilian'ın üzerinde çalıştığı proje sayesinde kendi ağzından fakat daha çok da en yakın dostu Adam Last'ın ağzından okuyoruz. Max ile tanıştığımızda (ki kendisine Adam Last, Max diyor) kendisi evinin yemek masasının üzerinde ölü olarak yatıyor. Adam ise olay yeri inceleme ekibi gelmeden önce bizlere Max'in tüm hikayesini anlatmak ve en yakın dostuna karşı son görevini yerine getirmek üzere aceleci. Ortaya çıkan roman müthiş, çılgın bir şey, çünkü Max'in son otuz yıldır üzerinde çalıştığı proje, beynindeki tüm bilgileri ve anıları ayrıntılı bir şekilde katalog haline getirmek... Felsefe öğrencisi iken, bir arkadaş ortamında yapılan bir sohbette kafasına giren "Hafızamdaki her şeyin katalogunu tutabilir miyim?" sorusu ile bu işe girişen Maximilian Ponder, hafızasının, katalog üzerinde çalışırken yeni bilgi ve anılarla kirlenmemesi için inzivaya çekiliyor ve en yakın dostu Adam Last dışında hemen hemen kimseyle görüşmeyerek yıllarca, ciltler süren bu katalogu hazırlıyor. 

 Roman, Adam ile Max'in karşılaştıkları ilk andan Adam'ın Max'e karşı son görevini yerine getirdiği ana dek tüm hikayelerini içeriyor ve zaman zaman Max'in katalogundan sayfalarla birlikte bir insan beyninde gereksiz depolanan bilgi ve anıların nerelere dek uzanabileceğini de izliyoruz. Maximilian Ponder, ailesinin de inanılmaz ilginç insanlar olması sayesinde (ki oğullarına koydukları isim, bunun en belirgin işareti) çok kendine has bir kişilik geliştirmiş, entelektüel ve espritüel biri, bu sayede katalogu da sıradan bir felsefe projesi olmaktan uzak. İçindeki hastalıklarla, edebiyat ve felsefe dünyasından önemli kişiliklerle ilgili bilgileri sıraladığı bölümler zaman zaman Adam Last tarafından su yüzüne çıkarıldığında, Max'in bu katalogu tutarken nasıl da eğlenceli bir bilinç akışına sahip olduğunu görebiliyoruz. 

 Böyle romanları okuduğumda çok değişik bir şey hissediyorum, çok iyi bir sanat eseri karşısında duyulan ürpermeye benzer bir his bu ama daha çok da "Böyle yaratıcı bir fikri böyle derli toplu, eğlenceli ve güzel bir şekilde romana dönüştürebilmek nasıl da büyük bir başarı!" gibi. 

 Romanın sonunda birtakım notlar var, tarihsel kişiliklerin ve katalogda bulunan, romanda geçen bazı isimlerin gerçek hayattan insanlar olduğuna dair ufak tefek notlar, en son not da "Bir insanın beynindeki tüm bilgileri kataloglaması mümkün değildir, evde denemeyiniz." Eheh, bu roman sayesinde Abelard ile Eloise'den Shakespeare'e, birçok felsefe akımına, hippi dönemine, İngiltere'nin Afrika'daki sömürge dönemine dair birçok sıçramaya şahit olup en çok da sadık bir dostluğun Adam Last'ın omuzlarında gitgide atılamayan bir yüke dönüştüğünün hikayesini okuyorsunuz ve sizi temin ederim ki daha önce okuduğunuz hiçbir şeye benzemeyecek. Şiddetle tavsiye ediyorum.

11 Ocak 2017 Çarşamba

Ne Nedir, Dave Eggers



 Kitabı, hakkında yazarı dışında hiçbir şey bilmediğim halde, ilçe halk kütüphanesinin raflarında görür görmez almıştım ki yazarı hakkında bildiğim şey de zaten eksik ve yanlışmış... 

 Vahşi Şeyler'in de yazarı olan Dave Eggers, ne yazık ki Vahşi Şeyler'in yaratıcısı değilmiş, bu nedenle benim kendisini "Eğlenceli, garip ve çılgın hikayeler üreten biri!" diyerek tanımlamam da oldukça yanlış kaldı. Where The Wild Things Are, filmini de izlemiş olanlar tarafından bilinecektir ki, Maurice Sendak'ın illüstrasyonlarıyla birlikte yazdığı bir çocuk kitabı ve, Dave Eggers, Vahşi Şeyler'i yalnızca romana ve senaryoya uyarlamış. Bu kitapla birlikte edindiğim son fikre göre (umarım bu kez yanlış veya eksik sayılmaz) kendisi iyi bir uyarlayıcı, orası kesin.

 Bu kitabı alırken, kapağında minik bir arslan ve çıplak ayak izi görünce, "Hmm, acaba nasıl da acayip yerlere gideceğiz okurken?" diye düşünüp, hiç beklemediğim bir hikayenin içine düştüm diyebilirim. Yazıya başlarken şu alıntıyı yazmak istiyordum, bir dostum sayesinde bu sözü tam da bu romanı okurken keşfettim ama yazıya Dave Eggers'ı nasıl yanlış tanıdığımla başladığım için alıntı üçüncü paragrafa dek sarktı, üzgünüm:

 Birey, televizyonda Sudan iç savaşını, herhangi bir tuvalet kağıdı reklamıyla aynı duyarsızlıkla izlemektedir. Televizyonu kapattıktan sonra Sudan'daki iç savaş devam etse bile onun için bitmiştir. Her şey görüntülerden ibarettir ve cansızdır. 

 Jean Baudrillard, bu sözü, simulasyon kavramı üzerine söylemiş,  sözü tam da bu kitabı okurken fark etmem büyük bir tesadüftü. Hakkında hiçbir şey bilmediğim, sadece popüler kültür düzeyinde fikrim olan Etiyopyalı, Sudanlı, Kenyalı aç, siyahi, karnı şişkin çocuklarla ilgili bir kitap okurken ve bu çocukların birçoğunun savaştan evvel ailelerine, okullarına, arkadaşlarına, ilk aşklarına, bisikletlerine, oyuncaklarına sahip olduğundan bile haberim olmadan, benim için yalnızca "Afrikalı çocuklar, savaş çocukları" kelimelerinin karşılığı olduklarının ve haklarında hiçbir şey düşünmediğimi fark ederken kitabın ne kadar iyi olduğunu anladım. Çünkü, bir savaş ortamını anlatmanın en iyi yolu bir çocuğu anlatmaktan geçiyor ve kitabın kahramanı Achak, savaş ortamından sıyrılabilip Amerika'ya üniversite eğitimi için gönderilen şanslı çocuklardan biri olunca hem Amerikan kültürüne, Amerikan rüyasına bir eleştiri, hem Afrika'daki iç savaş ortamına çıplak bir bakış açısı, hem de belki de benim için daha da önemli olan husus, "memleket" kavramına dair yepyeni düşünceler içermesinden dolayı kitabı günler boyunca sindire sindire okudum. Sindire sindire okudum çünkü okuması zor bir kitap. Kitapla ilgili yine bir blogda okuduğum bir yazıda, Achak'ın rüyasına girdiğini anlatan bir blogger olduğunu öğrendim mesela. Ben de bu çocukların savaştan, bir çölü baştan başa yürüyerek kaçtıkları bölümleri okurken kabuslarımda sürekli uykuya yatar gibi ölme kavramının, hayal gücümün değişik sahnelere dönüştürdüğü hallerini gördüm. Açlıktan ve susuzluktan ölmenin nasıl bir şey olduğu üzerine hakikaten hiç düşünmemiştim, benim için savaşta ölen çocuklar genelde üzerine bomba isabet etmesiyle ölüyorlarmış gibi bir ön kabul vardı, bu kitapta bir savaşın, çocukları nasıl öldürebildiğine dair her şeyi, bir çocuğun gözünden tüm çıplaklığıyla okuyoruz ve bu çocuk, Amerika'da eğitim alan ve yarı-zamanlı bir işte çalışan bir çocuk, tüm zamanda geri dönüşlere rağmen, çocuğun hayatta kaldığını adım gibi bilmeme rağmen bu bilgiyi unutup da ana kahramanın bile ölebileceğini düşünebildiğim, kitabın hikayesinden kopup da her bölümde ölümün serin nefesini hissettiğim bir kitaptı. Bu yüzden bir seferde, bir solukta bitirilebilecek bir kitap değil. 

 Üstelik, kitabın daha da çarpıcı hale gelmesini sağlayan bir şey de şu; Achak gerçek bir insan. Hikayesini insanlarla paylaşmanın ne kadar önemli olduğunu bildiği için Dave Eggers ile roman üzerinde uzun süre çalışmışlar ve kitabın sonunda kendisinin de bir sayfalık notu var. Roman Achak Deng'in birebir yaşam öyküsü değil, kurmaca kısımları da var fakat Achak'ın Sudan'da, görece zengin bir ailenin, bir iş adamının oğlu olduğu, Sudan iç savaşı sonrasında köyünün katledilmesiyle birlikte sağ kalan çocuklarla birlikte uzun bir yürüyüş yaparak Kenya'ya kaçtıkları, orada bir mülteci kampında eğitim gördükleri, daha sonra seçilen sayılı siyahi çocuklarla birlikte Amerika'daki bir eğitim programı ile üniversite eğitimi için kabul edildikleri ve çeşitli yarı-zamanlı işlere yerleştirildikleri, hepsi Achak'ın gerçek hikayesiymiş. 

 İnanılmaz bir savaş öyküsü, okuduğum bilgilere göre senaryolaştırılan ve filme de çekilecek olan Ne Nedir'in ismi de kitabın henüz başlarında, Achak'ın iş adamı olan babasının, iş yaptığı Araplara anlattığı, Dinklerin mitolojisindeki yaratılış inancına dair bir hikayeden geliyor. Hikayeye göre, tanrı, ilk insanları yarattığı zaman Dinklere "Sizi bir kadın ve bir erkek olarak yarattım, sizi bereketli topraklara koydum, şimdi eğer isterseniz size bir sığır verebilir, ya da bir ne verebilirim. Sığır, size ihtiyacınız olan her şeyi sağlayacaktır ve eğer sığırı seçerseniz ne'yin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecek ama sizin için yeterli bir hayata sahip olacaksınız. Eğer ne'yi seçerseniz sığıra sahip olamayacaksınız. Seçim sizin..." der ve ilk insanlar, ne'yi merak etse de kendisine yetecek olanı seçmenin daha mantıklı olduğuna karar verirler ve hayatı boyunca ne üzerine kafa yorarak yaşar. Roman boyunca birçok yerde dönüp dolaşıp, ne'yin ne olduğu üzerine kafa yorulacaktır ve bu da kitaba ismini vermiştir.

 Son olarak, kitabın hikayesiyle çok da alakasız sayılmayan, zaten çok sevdiğim ve benim için oldukça özel bir yere sahip olan bir şarkıya ait şu videoyu da bu kitabı okuduktan sonra bambaşka şeyler düşünerek izlediğimi de eklemem gerek:


 Biz şanslı insanlar, bu çocukların görüntülerine, resimlerine, videolarına, hikayelerine, rahat bir uzaklıkla şahit oluyoruz ve tıpkı akbabalar gibi kendileri üzerinden duyarlı olduğumuzu düşünüp vicdan rahatlatıyoruz, her çocuğun, her insanın hikayesi bambaşka ve bir yerinden bir hikayeye dahil olmak bile beni bu kadar etkiledi, aslında gerçekten şanslıyız. Doğduğu coğrafya gerçekten insanın kaderi ve biz bile gerçekten kıyaslarsak oldukça şanslıyız.
Related Posts with Thumbnails