30 Haziran 2011 Perşembe

Aykut Oğut/ Evrenden Torpilim Var Ve Aynalı İkinci Kitap


Kişisel gelişim kitaplarının çoğu birbirine benzer. Size çok şey vaat eder lakin, en önemli kilit noktayı yazmayıp kendi seminerlerine gizlerler. Yani bir anlamda kitap, seminerin tanıtımıdır.

Bir süre önce bunu görüp artık bu kitapları almayacağım demiştim. O döneme denk geldi Evrenden Torpilim Var ve ben uzun süre inat edip edinmedim. Sonra bir gün yazarı Aykut Oğut'u bir televizyon programında gördüm. Acayip derecede neşeli, eğlenceli ve mantıklı akla yatkın şeyler anlatıyordu. Ve dayanamadım kitabı aldım.

Öncelikle söyleyeyim bu iki kitap da yazarı gibi eğlenceli bir dille anlatılmış. Sıkılmadan bir çırpıda okuyorsunuz. Ve seminer kaygısı gütmeden eteğindeki taşları bir bir dökmüş yazar(ki çok seminer yapıyorlar ayrıca). Okuduktan sonra kitabın ana fikrini, ne yapmamız gerektiğini anlamış ve uygulama çalışmalarına başlamış oluyoruz.

Sonra ayna kapaklı isimsiz ikinci kitap çıktı. Okuyun bir çırpıda, kapaktaki aynaya iyice bakın, kendinizce bir isim koyun kitaba. Çok güzel makyaj aynası oluyor, işe yarıyor.

İki kitabın ortak söylediği şey var. Bizi durduran, savunma mekanizması yerine geçen şeye EGO! diyoruz. Onu yok sayarsak bir süre sonra onun gizliden gizliye bizi yönettiğini görebiliriz. Kuruntu, paranoya üreterek hayatımıza dahil olur.
Peki onu nasıl sakinleştiririz? İşte kitapta onun tekniklerini anlatıyor.

Benim Aykut Oğut'un kitaplarında en beğendiğim şey, mantıklı olmasıydı. Yani size kalkıp, şimdi düşünce gücüyle şu kadar kilo vereceksiniz demiyor. Diyetini, sporunu yaparsan birde egona sahip çıkıp, onu sakinleştirirsen kilo verirsin diyor mesela. Hatta ikinci kitapta aylık bütçe hesaplaması bile var, nasıl harcarsanız paranızı bir kenara atar durumunuzu düzeltirsiniz diye yöntemler göstermiş. Evren'den isteyin ama isterken mantıklı ve ayaklarınız yere basar modda olun diyor. Ki benim şimdiye kadar kişisel gelişim dalgasında hep eleştirdiğim şey buydu. Kendi hayatını referans alarak anlatması, ben şunu yaptım bu şekilde diye anlatması da gerçekçilik katmış yine. İlk kitapta hedeflediği bir çok şeyi bu süre zarfında yapmış olduğunu görüyoruz. Birçok kitapta şunu yaparsanız şöyle olur, benim şu danışanım yapmıştı gibisinden anlatımlar hiç gerçekçi gelmiyor.
İkinci kitap çok eğlenceli evet, ama eleştirdiğim nokta, fazla suyunu çıkarmış. Yani espri yapacağım diye kasmanın bir alemi yoktu.

İlk kitaptan sonra, ikinciye öyle başlayın, ilkinde ele alamadığı konuları ikincisinde anlatmış. Ama ilk kitapta günlük alıştırmalar var. Ben onları tek tek yaptım ve çok işime yaradı şahsen.
Yani kişisel gelişimle ilgili gönül rahatlığıyla öneririm bu kitapları.




29 Haziran 2011 Çarşamba

Ateşi Yakalamak ve Alaycı Kuş, Suzanne Collins


Serinin ilk kitabının bu blogdaki tanıtımı için bu yazıya, kişisel blogumdaki tanıtımı için de bu yazıya göz atabilirsiniz. Üç romanlık bir seri halinde hazırlanan Açlık Oyunları'nın ikinci kitabı, Ateşi Yakalamak.

İlk kitapta Açlık Oyunları'nın geçtiği Panem ülkesini ve oyunların mantığını, mıntıkaları, Capitol'ün mıntıkalar üzerinde kurduğu zulmü ve en önemlisi de serinin kahramanı, Alaycı Kuş Katniss Everdeen'i tanıyorduk. Hepimiz Katniss'in cesaretine, zekasına, insancıllığına hayran olduk ve kitabı okumayanlar için sonunu mahvetmek istemediğim o şaşırtıcı oyun finaline hayran kaldık. Üstelik ilk kitaptaki macera sona ermişti ama ikinci kitap Ateşi Yakalamak'ta macera kaldığı yerden devam ediyor.

Ateşi Yakalamak, iyi bir geçiş kitabı olmaktan çok daha öte, serinin belki de en önemli romanı. İlk kitaptan sonra bizi üçüncü kitaba hazırlamak için yazıldığı belli ama açıkçası diğer iki kitaptan daha etkileyici buldum, kimi yerlerinde okurken tüylerim diken diken oldu. Ateşi Yakalamak'ta, oyunlardan sonra Katniss'in görevinin bittiğini, hayatındaki yegane sorunun Peeta ile Gale arasında seçim yapmak olduğunu düşünmekle büyük bir hata ettiğimizi görüyoruz. Capitol'ün ve dolayısıyla ülkenin başkanı Snow, Katniss'in Açlık Oyunları'nın finalinde bulduğu fikirle oyunları ters köşeye yatırmasından hiç hazzetmemiş ve bunun açıkça bir meydan okuma olduğunu düşünerek, Katniss'i bu hareketinden ötürü cezalandırmaya karar vermiş. Ancak oyun kurallarını ihlal etmediği için, Katniss'i nasıl cezalandıracağı konusunda da yaratıcı davranmış. Bir yılın oyununun galibinin diğer oyunlardan muaf olduğunu biliyorduk. Ancak, zavallı Katniss, oyunların 75. yıl kutlamaları için düzenlenen özel bir oyun için tekrar arenaya gönderildiğinde, okuyucuların bile bu haksızlık karşısında Katniss gibi histeri krizlerine girmesi işten bile değil.

Evet, Ateşi Yakalamak, bizleri ve Katniss'i yeniden arenaya götürüyor. Üstelik bu sefer de Katniss, Peeta'yla rakip olarak arenada. 75. yıl kutlamaları için bütün galiplerin arasından seçilen haraçlarla, daha medyatik bir oyun düzenleniyor. Ancak, Başkan Snow'un düşünemediği şey, Katniss'in popülerliğinin doruğundayken ona bu haksızlığı yaptığında, Katniss'in her hareketinin halkı ve tüm mıntıkaları ayaklandırabilmeye çok daha yakın olduğu.

Ateşi Yakalamak'ın da tıpkı Açlık Oyunları gibi mükemmel bir edebi dili olduğu, yıllar boyunca okunacak, sonraki nesillere kalacak bir eser olduğu söylenemez, üstelik Türkçe çevirisi de kötü, zaten okuduğum tüm tanıtım ve eleştiri yazılarında bu çeviri konusuna değinmişler ama bir kez daha söylemek gerekir ki, gerçekten sizi okurken hikayeden koparacak denli büyük hatalarla karşılaşabiliyorsunuz. Ancak, bütün bunlar, bu romanı kötü bir roman yapmıyor, aksine çok güzel bir macera romanı. İlk ve son romanda bilim kurgu öğelerinin ağırlıklı olduğunu, ayrı bir evren, post-apokaliptik bir dünya ve zaman yaratıldığını ama ikinci romanın daha çok aksiyon içerdiğini söylemeliyim.

Ne yazık ki bir geçiş kitabı niteliği taşıdığı için Ateşi Yakalamak'ın sonu, çok muğlak bitiyor. Bu yüzden, seriyi sevdiyseniz, henüz Ateşi Yakalamak'ı bitirmeden Alaycı Kuş'u da edinin derim, bittiği an diğer kitaba geçmek isteyeceksiniz.


Alaycı Kuş, ilk kitapta, Katniss'in oyun kıyafetinin üzerine taktığı iğnedeki, şarkıları ve sözcükleri tekrar edebilen kuş türü olmakla birlikte, ikinci kitapta göreceğiniz üzere Katniss'in lakabı da oluyor. Üstelik daha da önemlisi, bir devrim işareti niteliği taşımaya başlıyor. Evet, ilk iki kitap boyunca Suzanne Collins, Panem'in bir devrim ortamına hazırlanışını Katniss'in gözünden aktarıyor ve sonunda bu kitapla beklenen devrime kavuşuyoruz. Ancak, ayaklanmalar, savaşlar başladığından beri Katniss'in içindeki huzursuzluk onu bir türlü rahat bırakmıyor. Suzanne Collins'in, Ursula K. Le Guin'den etkilendiğini düşündüren bir roman oldu Alaycı Kuş, tıpkı Mülksüzler'deki gibi bir devrimin sonrasının düşünülmediği takdirde neler olabileceğini sorgulatıyor bize ve Katniss'e. Ayrıca bu romanda, Açlık Oyunları'nda yok edildiğinden emin olduğumuz, Ateşi Yakalamak'ta ise yok edildiğinden şüpheye düştüğümüz 13. Mıntıka'nın durumunu öğreniyoruz ve Suzanne Collins bizi diğer bir serisine de hazırlıyor sanırım, yer altında kurulu bir medeniyetle tanışıyoruz. Ayrıca, Suzanne Collins'in Açlık Oyunları'ndan ayrı beş romanlık bir serisi daha var, onda da yer altı medeniyeti ve varlıkları yer almakta.

Alaycı Kuş da hoş bir kitap olsa da ben, ilk ve ikinci kitabı daha çok beğendim. Alaycı Kuş'ta Katniss'in kararsızlıkları, bocalamaları fazla gözüme battı, iki kitaptaki Katniss'le son kitaptaki Katniss'in farklı kişiliklere sahip olması, yaşanan onca maceradan sonra çok normal olsa da okuyucuyu yoruyor, üstelik birinci şahsın ağzından anlatılan bir romanda okuyucu kendini Katniss'in yerine koymaya çalışıyor ama devamlı değişen bir Katniss varken bu epey zor.

Kitabın ve serinin finalinin vurucu olmasını beklediğimiz için, elbette şaşırtıcı bir sonla bitirmiş Suzanne Collins, umduğunuz gibi, başından beri öngörülebilecek bir son yok bu hikayede, okuyup kendiniz öğrenmek zorundasınız, baştan tahmin edemeyeceksiniz, bu bakımdan güzel bir final.

Sonuç olarak, seri okunmaya kesinlikle değer ama çok şey beklenerek okunduğunda hayal kırıklığına uğratabilir. Bilim kurguya giriş için iyi bir seçim olabilir, çok karışık terimler ya da soğuk bir hikaye yok çünkü, ama bilim kurgu aşıklarının hafife alacağı bir hikaye olacaktır, orası da kesin.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Çoluk Çocuk-Patti Smith


"...yaşlıca bir çift önümüzde durup alenen bizi incelemeye başladı. Robert ilgi çekmekten hoşlanıyordu heyecanla elimi sıktı. 'Hadi fotoğraflarını çek,' dedi kadın, hayretler içindeki kocasına. 'Sanatçılar galiba.' 'Hadi canım' dedi adam omuz silkerek.

'Çoluk çocuk bunlar.'"



Patti'nin Horses kapağını ilk gördüğümde (ve onunla ilk tanıştığımda demek daha doğru olur) orta okulda teyzesinin dergilerini karıştırmaktan hoşlanan küçük bir çocuktum ve çok ilgilimi çekmişti kapak. Gömleğini, siyah pantolonu, askıları ve ceketi (Frank Sinatra tarzı atışını) inceleyip, büyüsüne kapılıp çok sevmiştim. Albümü yıllar sonra dinledim o ayrı konu.

"Ceketimi Frank Sinatra gibi omzuma attım. Referanslarla doluydum.Robert ise ışık ve gölgeyle doluydu.
"Geri geldi" dedi.
Birkaç poz daha aldı.
"Tamamdır."
"Nereden biliyorsun?"
"Biliyorum işte."
O gün on iki adet resim çekti.
Birkaç gün sonra bana ön baskıları gösterdi. "İşte bu büyülü oldu" dedi.
Şimdi bu resme baktığımda asla kendimi görmüyorum. Bizi görüyorum."

Şimdi o kapağı her gördüğümde, albümü dinlediğimde bu iki insanın hikayesi, albümün doğuşuna tanıklık eden dönem, insanlar gelecek aklıma. Patti bu kitapla Robert'a olan bağlılığını, sözünü yerine getirmiş. Bunun yanında bizlere harika bir 60'lar ve 70'ler New York'u belgeseli tadı veren roman bırakmış.

Hayatlarının ne olacağını kestiremedikleri bir dönemde birbirini bulan, en büyük ortak noktalarının sanatçı olmak olduğu iki insanın birbirlerine tutunuşunu görüyoruz. Patti Smith ve Robert Mapplethorpe'un önce aşkla başlayan bağlılıkları, sonrasında çok sağlam bir dostluğa dönüşüyor. Ve bu sırada hayatlarına giren insanları, Chelsea otelinin büyülü atmosferi ile okuyoruz.
Çevrelerinde kimler yok ki. New York'un tüm sanat çevresi ile sarılmış durumdalar ki Patti durumu şöyle anlatmış;

"Solumda masada Janis Joplin grubuyla birlikte takılıyordu. Sağımda Grace Slick ve Jefferson Airplane ile Country Joe and the Fish elemanları vardı. Kapıya bakan son masada Jimi Hendrix oturuyordu."

Kitabı öyle şekilde okuyorsunuz ki, hem dalıp gidiyorsunuz, bir yandan da hiç bitmesin istiyorsunuz. Bitirmeye kıyamadan okunan kitaplardan. Mutlaka okuyun derim Johnny Deep'in de dediği gibi 'Bir başyapıt' gerçekten.





Related Posts with Thumbnails