31 Ağustos 2010 Salı

Robotlar (Ben, Robot) | Isaac Asimov


Orijinal ismi I, Robot olan romanın adı Türkçe'ye kimi yayınevlerince Ben Robot, kimi yayınevlerince Robotlar diye çevrilmiş, benim okuduğum Hürriyet Yayınları baskısının adı Robotlar'dı.

Ben Robot, aslında birbirinden bağımsız öykülerden oluşuyor. Bir robot psikoloğu Susan Calvin'le yapılan bir röportajlar dizisi şeklinde yazılmış roman. Susan Calvin röportaj esnasında mesleğini anlatıyor, robotların insanların yaşamına girdiği ilk yılları, robot haklarını, robot kanunlarını açıklıyor ve meslek yaşamı boyunca karşısına çıkan ilginç olayları okuyucuyla paylaşıyor. Bu ilginç olaylar içinde, insanların robotları ne amaçlarla kullanabilecekleri, robot teknolojisi gerçekten akıllı robot yapabilecek kadar gelişmiş olsa, uygarlığı nelerin bekleyebileceği gibi soruların cevaplarını da alabileceğimiz hikayeler var.

İlk hikayede çocuk bakıcısı olarak kullanılan bir robotu anlatıyor Susan Calvin. Robotların duygularının olup olmadığı konusunda tartışmalar, robot psikojisi diye bir bilim dalı olmasına rağmen hala var. Susan Calvin de Robbie adlı robotu örnek gösteriyor bizlere. Sonraki öykülerde de Üç Robot Yasası'nın değiştirilmesi halinde insanları bekleyen tehlikeleri anlatıyor, robotların kendi akıllarına, kendi iradelerine sahip olmalarının getirebileceği sorunları gözler önüne seriyor.

Peki bu Üç Robot Yasası nedir? Üç Robot Yasası, Isaac Asimov'un öngördüğü, robot biliminin ilerlediği takdirde, akıllı robot yapımında her robotun beynine kazınması gereken üç kural:

1) Bir robot bir insana zarar veremez ya da bir insanin zarar gormesine seyirci kalamaz.
2) Bir robot 1. kuralla çelişmedigi surece bir insanin emirlerine uymak zorundadir.
3) Bir robot 1. ve 2. kuralla çelişmedigi surece kendinin zarar gormesine izin veremez.


Romandaki hikayeler bu yasaların önemini anlatan hikayeler. İşgücünden daha verimli yararlanabilmek için ilk maddenin zayıflatıldığı yapay zekaların, belli bir süre sonra kendi mantıklarını işletebildiklerini gördüklerinde ortaya çıkabilecek tehlikeleri nasıl önlediklerini anlatıyor Susan Calvin. Daha sonra kimsenin bilmediği bir araştırmayı biz okuyucularla paylaşıyor. Zihin okuyan bir robotun yaradılışını ve zihin okuyan bir varlığın, insanları nasıl rahatsız ettiğini, onu nasıl yok etmek zorunda kaldıklarını sadece biz okuyoruz, bu röportajın şanslı okuyucuları olan biz! Sonrasında bir robotun, kendisine bir insan olan şefi tarafından kızgınlıkla söylenen "Ortadan kaybol, seni gözüm görmesin!" sözlerinin komut olarak algılandığını ve robotun ortadan kaybolma yöntemini gülümseyerek okuyoruz.

Okudukça da gerçekten 2010'da nasıl oluyor da hala sadece yerinde sağa sola dönebilen robotlarımız var diye hayıflanıyoruz işte...

Bilimkurgu severlerin elbette kaçırmamaları gereken bir eser.

Not: İnsansı şekilde hareket edebilen robot Asimo'nun ismi, Isaac Asimov'a bir selamdır.

Not 2: The Alan Parsons Project isimli progresif rock grubu, çeşitli romanları konu eden konsept albümler çıkarır. I, Robot isimli bir albümleri de var, bu kitap için çıkarılmış ve çok eğlenceli, çok güzel bir albüm. Albümü de tavsiye ederim.

İstanbul Bir Masaldı/ Mario Levi


"Farklı yerlerde, farklı bakışlarda çok uzun süre hiçbir şey hissetmeksizin görüştüğünüz konuştuğunuz olur kimi insanlarla... Bir hayatın, bir başka hayatın, sizi izlediğini her geçen gün biraz daha çok içine aldığını, tutsağı kıldığını, ayıramazsınız o zamanlarda... Oysa bazı küçük önemsizmiş gibi görünen ayrıntılarla, her geçen gün biraz daha, gizliden gizliye hazırlanırsınız.. Tüm yaşananlar o an içindir, o dokunuş içindir aslında... Çünkü bazı ilişkiler hep o yeri, o zamanı bekler. Sonra o büyüye, bir daha çıkmamasına girmeye başlarsınız..."

Çok uzun zaman oldu kitabı okuyalı. Kitaptan aldığım notları geçen bulunca, geçmişe bir geri dönüş durumu oldu.

İstanbul Bir Masaldı, masal gibi ilerleyen bir kitap, ama bu kitabı ya çok seviyor insanlar, ya da sıkılıp bırakıyor.

Mario Leviyi zamanında İz tv'de bir programda izlemiştim. Harika bir evi vardı, böyle o çok sevdiği İstanbulunu en iyi görebileceği yerde, kendine ait köşesinde. O zaman daha iyi anlamıştım onun tasvirlerini belki..

Bu kitap "azınlıklar" ile ilgili bir kitap yazarın deyişiyle. Bir nevi onlara gönül borcunu ödemiş yazarak. Musevilerin İstanbulu, onların bakış açısıyla, konuşma diliyle, İstanbulun sokakları, dükkanları, sohbetleri, hepsi...

O kişileri bize takdim ediyor, hikayelerini sanki okumuyoruz, dinliyoruz. Uzun uzun bizlere anlatıyor ve çoğu yerde tasvirlerle bezeyerek, Olga, Monsieur Jak, Kirkor amca, Yelekci Niko, Eva, Schwartz ve daha sanırım şu an ismini hatırlayamadığım nicesi'nin hikayesi onun kaleminden akmış gitmiş. O insanları tanıyormuşçasına bir hisle, merak ediyorsunuz hikayelerini, hani sanki Mario Levi sizi o güzel manzaralı evine davet etmiş, en sevdiği kahvesinden ikram etmiş ve başlamış anlatmaya gibi...

Bir yandan'da öylesine bir hüzün mevcut kitapta, bazı yerlerinde içiniz buruluyor...

"Bazı aşkların hiçbir zaman bitmeyeceğini, ayrılıklara karşın hayatın içinde bir yerlerde, tıpkı ölümlerden sonra devam eden o ilişkiler gibi sessiz sedasız yaşamaya devam ettiğini, bazı sözcüklerin, bazı resimlerin,nesnelerinse, o uzun yolda, her geçen gün biraz daha anlam, dahası yaşanırlık kazandıklarını kaçıncı kez anlayışım bu.."

"Yanlış yerlerde, yanlış insanlarla, yanlış hayatı kabullenen çok insan vardır. O,uzaktan baktığımız ya da baktığımızı sandığımız yerlerde..."

"O hayatların içinde olanların taşımayı çok iyi bildikleri maskeler, her geçen gün biraz daha ustalaştırılarak takılmış...
Maskeler takılmış evet... Başkalarının arasında olabildiğince kalmak yada kendini, başkalarının arasında kalarak kaybettirmek için..."

Bunları not ederken, muhtemelen sizde kendi içinizde bir yolculuğa ve hüzne çıkıyorsunuz ister istemez.

Kitabın ilk çıktığı zaman kapağı daha güzeldi açıkçası. Okurken ara ara kapağına bakardım (evet saçma bir şey olsa da) Bu kapak ise göz yoruyor sanki, ne dersiniz?








30 Ağustos 2010 Pazartesi

Mülksüzler | Ursula K. Le Guin


Mülksüzler, Hugo ve Nebula bilimkurgu ödülleri sahibi yazar Ursula K. Le Guin'in ütopik bilimkurgu romanı.

İki gezegen var romanda, Anarres ve Urras. Urras günümüz dünyasına benzeyen, kapitalist sistemle yönetilen farklı ülkelerin bulunduğu bir gezegen. Günlük güneşlik, bitki örtüsü ve hayvanları bulunan, insanların sağlıklı ve mutlu oldukları, pek çok eşyaya sahip oldukları, işlerini kendileri seçtikleri bir dünya Urras. Anarres ise aksine kurak, bitki örtüsü olmayan, bunun yerine toz dedikleri kaya parçacıklarının uçuşarak insanları hasta ettiği, insanların dışında sadece birkaç balık türü ve birkaç küçük hayvanın bulunduğu bir dünya. Anarres'te insanların özel mülkiyetleri yok. Orda her şey insanların gözü önünde, hep birlikte üretiliyor, insanlar ihtiyaçları olduğu kadarını alıp kullanıyorlar, eskimedikçe yenisine ihtiyaç duymuyorlar. Anarres, anarşist - sosyalizmle yönetiliyor, olması gerektiği gibi bir komünizm var Anarres'te. Aile kurumu yok, sevgililik bile tam anlamıyla yok, insanlar istedikleri insanla, istedikleri kadar birlikte yaşıyorlar, çocukları biraz büyüdüğünde eğitim ve barınma ihtiyaçlarını sağlayan yurtlara veriliyor, anne - baba kavramlarını bile bilmiyor çocuklar, çocuk sahibi olmanın bile mülkiyetçiliği arttıracağı düşünülüyor çünkü. Anarres'teki insanlarla Urras'taki insanlar aslında birbirinden çok farklı değiller. Anarres, Urras'tan göç eden Odocuların gezegeni, sadece yüz elli yıldır Odocu devrimciler Anarres'te yaşıyorlar ve Le Guin'in bize anlattığı hikaye, bir devrimden sonra neler olabileceği...

Odo, Urras'tan Anarres'e göç edenlerin atası. Odo, bir kadın, bu yüzden Anarreslilerin "Komünist Manifesto"sunun buram buram bir kadının elinden çıktığı da belli oluyor. Aşk, cinsellik, annelik gibi kavramların aslında "Her şeyi paylaşırız, mülkiyete gerek yok." mottosuyla ne kadar çeliştiğini görebiliyoruz açıkça. Odo'nun başlattığı mülkiyete, sisteme karşı isyan, devrimle sonuçlanır ve yüz elli yıl kadar önce Urras yönetimine başkaldıran Odocular, Urras'ın uydusu Anarres'e göç ederler. Bu ilk göçten beri Urras'tan hiçbir canlı Anarres'e, Anarres'ten hiçbir canlı da Urras'a gitmemiştir. Anarresli halk, kendi yağıyla kavrulurken, Urras'tan arada bir yük gemileri kimi madenleri almak için Anarres'e gelir. Romanımız da bu yük gemilerinden birisiyle Urras'a giden, gezegenler arası ilk yolcu olan Shevek'in yolculuğuyla başlar...

Mülksüzler, her şeyi körü körüne savunan, bir devrim olduktan sonra neler olacağıyla ilgilenmeyen, arkası boş bir devrim romanı değil, altyapısız bir ütopya değil. Ursula K. Le Guin kesinlikle çok büyük bir yazar, Mülksüzler de çok büyük bir roman. Bilimkurgu meraklılarına öneririm ama sadece bilimkurgu sevenleri değil de siyaset tarihiyle ilgilenenleri, ateşli devrimcileri, felsefe sevenleri de bu kitapla tanıştırmak lazım diye düşünüyorum. Pek çok cümle üzerinde dakikalarca düşünecek, elinizden de bırakamayacaksınız, emin olun.

3 Ağustos 2010 Salı

Mahalle baskısı her yerde aynı ikiyüzlülükle...


Masumiyet Çağı aylardır elimde sürünen, bir türlü bitiremediğim, oldukça romantik ama "içi boş" denemeyecek bir kitap. Yazar Edith Warton, aynen İngiliz rakibeleri Bronte kardeşler ve Jane Austen gibi, o zamanki toplumda kadının konumunu, erkeklerin kadınlardan beklentilerini sorgulamış, iyi de etmiş bakın bize bir fikir veriyor?


19. Yüzyılın sonu... Avrupa Amerikadan bir baş önde, modayı bugünun aksine amerika avrupadan takip ediyor... Amerikada bir Avrupa sevdası, kompleksi. Newyork sosyetesinde bir yasak aşkı konu ediniyor kitabımız. Yasak aşk dediysek yanlış anlamayın, zamanın çevresinin tutuculuğu ile son derece uyumlu masum bir aşk bu. hikaye bu aşk filizinin etrafında dönerek, aşıkların kaderini anlatırken bir yandan da ikiyüzlü sosyetenin tutuculuğu ile bizi hayretlere düşürüyor. Bir kadın, evliliği ne kadar berbat olursa olsun dul damgası yemektense boşanmamayı tercih ediyor, kadınlardan erkeğin bir adım arkasında durması, ondan beklenileni yaşaması, olaylara çok kafa yormaması, yorum yapmaması bekleniyor vs. vs. Değişen birşey yok yani, hala iyi bir eş, iyi bir anne olma misyonu verilmiyor mu kadına?

Kitap kötü değil fakat beni çevirisinden midir nedendir bilemedim, inanılmaz sıktı. sürüklenemedim.. Filmini de izlemiştim, ilginç bir şekilde film kitaptan daha çok hoşuma gitti. Tavsiye ederim!

Gerizekalılar | Gökay Akın

Gökay Akın'ın debdebeli öğrencilik hayatını gururla arka kapak ve önsözüne koyduğu, bir garip kitap : Gerizekalılar. Yazarın anarşik öz geçmişi ilgi çekici! 4 değişik liseden atılmasını anladım ama, sistemi eleştirmek için üniversiteyi bırakmasını çözemedim. Yine de inadına aldım okudum kitabı. -kimbilir özgeçmiş bu noktada amacına ulaştı belki de-

Bir roman denemez, daha çok uzunca bir öykü, kapağı çok hoş. 

Kitap, hepimizin rahatsız olduğu, tüketen, tepkisiz, televizyonun esiri olmuş bir topluma dönüşme fikrinin etrafında dönüyor. Osman ve Mahmut pek de akıllı sayılmayacak iki kuzendir. Soğuk bir kış günü,tv de yayınlanan "Aşkın Kanunu" dizisinin seksi oyuncusu Banu billur'un peşine düşmek üzere yola çıkarlar. Yolda başlarına iş gelir demek isterdim ancak malesef, Osman ve Mahmut'un geçtiği yerlerdeki insanların başlarına tülü işler geliyor.

Koyun davranışlı, akıllarını kullanamayan insanların içine düştüğü durumlarla bol bol dalga geçiilmiş. yine de birşeyler eksik gibi geldi okurken bana. 

En çok rahatsız olduğum şey ise yazı fontu idi. Çocuk kitabı fontu kullanmışlar kitapta! Okurken alışana kadar epey sinir etti beni font. zaten 30-40 dakikada bitiyor kitap, değişik bir deneme olmuş. 
Çok çok ucundan bir Bret Easton tadı almak mümkün belki. ama gerçekçi olmak gerekirse  onun kurgularına ve yazım diline göre "gerizekalılar" daha cılız kalıyor. Yazarın ilk kitabı daha. Doğrusu yazacağı başka kitaplarını da merak eder, okumak isterim. Türk edebiyatında da bu tarz tepkisel, eleştirel denemeleri görmek cidden zevkli.

Merakta kalanlara kitaptan bir kuple:
"Kavga ile sevişmek arası o şey tekrar başlıyordu. Azgın türkücü, elini atacak yer bulamıyor, çaresizce saçlarını çekiştiriyordu kadının. Derken yavaş yavaş eli beline kayıyor, bütün Türkiye, türkücüyü Banu Billur’un kilodunu sıyıracak diye beklerken İPANA diş macunu satın almayan erkeklere kadınların ‘asla vermeyeceğini’ ima eden güler yüzlü bir reklam ’pat’ diye araya öyle giriyordu ki; ’WOLSWOGEN’in fark yarattığını, ’MOTOROLA’ sahibi olmayanın kalmadığını, ’NIKE’ ürünlerinin dayanıklılığını, ‘TADIM’ sucuğun tam ağızlara layıklığını, erkek adamın ‘GILLETTE’ kullanması gerektiğini bir çırpıda öğreniyor, iki bilemedin üç hafta içinde, bütçenizin uygunluğuna göre ürünlerden bir bilemedin bir kaçını mutlaka alıyordunuz."

Related Posts with Thumbnails