19 Ekim 2020 Pazartesi

Neil Gaiman'la Valhalla'ya: İskandinav Mitolojisi

 



    Neil Gaiman, İskandinav Mitolojisi'nde bizleri kendi fantastik kurgularında yolculuklara çıkarmak yerine biraz da kendi hevesini okuruyla paylaşmak istediği için, kendisi yolculuğa çıkmayı sevdiği bir mitolojiyi incelemiş. Pek de şık ve güzel bir üslupla yapmış, sevdiği İskandinav tanrılarını, tanrılıktan çıkarıp kişileştirerek ve onları alışkın olduğumuz Gaiman karakterleri gibi anlatarak... İskandinav Mitolojisi'nde Yggdrasil'le başladığımız eğitimimizi Ragnarök'e kadar getiriyoruz, yaradılış mitinden dünyanın sonu kehanetine dek Gaiman bizi elimizden tutup soğuk diyarların puslu havalarında, hırçın denizlerinde gezdiriyor. 


    Bu kitabı, çevrilmeden okumayı kafama koymuştum ki beni çok da bekletmeden çevrilmişti. Ama o vakitlerde de bu kez sırasını kaybetmiş ve okunacak kitaplar listelerimde (ah, o hiç bitmeyen listelerde) iyice gerilere düşmüştü. Epey geç okuyabildiğim kitabı şimdi raflarımda en severek tuttuğum kitaplar arasında sayıyorum, tekrar tekrar dönüp bir şeylere göz atılıp yerine bırakılabilecek bir başucu kitabı denebilir kendisine çünkü, mitoloji anlatıları hiç bitmez, baştan sona dek bildiğiniz bir efsaneyi tekrar tekrar okusanız da o efsaneden mutlaka çıkaracak başka bir ders, alacak yeni bir ilham bulabilirsiniz. Bu yüzden eğer İskandinav tanrılarına özel bir ilginiz varsa mutlaka sizin de kitaplığınızda yer edinmesi gereken bir kitap bu, yok eğer hiç sizlik bir iş değilse Nordik hikayeler, Vikingler, paganlar, Odin, Thor ve Loki, eh belki de bu kitap size bu işleri sevdirecek yegane şeydir çünkü Neil Gaiman, efsaneleri bir mitolog ciddiyetiyle uzun uzadıya, sıkıcı tanımlar ve eski dillerdeki sagaların birebir çevrimiyle anlatmıyor, koskoca tanrıları kanlı canlı karşınıza getirip tüm sakarlıkları, kötü huyları, zayıf noktaları ve çaresizlikleriyle oturtuyor. Koca bir mitolojiyi bu kadar sade bir dille, kısaca özetleyebilmesi, Neil Gaiman'ın bu mitolojiyi çok iyi anladığını da ayrıca gösterir, ben kitabı okurken bir de Neil Gaiman'la sevdiğimiz bir şeyi paylaştığım için de heyecan duydum, yazar bir çocuk hevesiyle "Bakın ben şimdi anlatacağım şeyleri çok severim ve sizinle de paylaşmak istedim!" diyerek yazmış, biz de şanslı okurları olarak oturup kendi odalarımızda okumuşuz, ne güzel dünya.

16 Eylül 2020 Çarşamba

İnci Gibi Dişler: Şehrin Başka Yüzleri

 



    Zadie Smith, yıllardır "Gencecik ve çok şey vadeden, pırıl pırıl bir yazar!" tanıtımı ile gördüğüm, uzun süredir menzilimde olan bir yazardı. İlk romanı İnci Gibi Dişler, ona bu nitelikleri kazandıran romanı, kendisi bu romanı yirmi bir yaşında yazmış, ne güzel bir iş yapmış, bu kadar çok katmanlı bir romanı bu kadar güzel gözlemleme becerisiyle her karakteri iliklerine kadar gerçekliğini yansıta yansıta yazabilmek büyük bir başarı hakikaten. Hatta hakkında bu romanın ilk seksen sayfasıyla bir yayınevine başvurup yüklüce bir miktar avans aldığı ve "Lütfen bu romanı çabucak bitirip getirin de basalım!" diye teşvik aldığı rivayeti de mevcut ki bu rivayete kayıtsız şartsız inanabiliriz. Roman, en başından "Vay canına, ne okuyoruz böyle?" dedirtiyor çünkü. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinin en güzel şehirlerinden birinin kenar mahallelerindeyiz, mültecilerin yoğunlukta olduğu ve birbirinden dünyalar kadar farklı kişilerin bir araya geldiği bir ortamda ne kendi toplumlarının özelliklerini bir kenara bırakabilen, ne de gerçek birer İngiliz gibi yaşamayı becerebilen, tam anlamıyla arada kalmış iki aile ve bu ailelerin geçmişleriyle beraber kendilerinin yetiştirdikleri altsoylarının geleceklerini inceliyoruz Zadie Smith ile birlikte, ne olacak İkbal ve Jones ailelerinin halleri?

    Archibald 'Archie' Jones ile Samet 'Sam' İkbal, bir savaşta birlikte savaşmış iki arkadaş, "asker arkadaşları." Asker arkadaşlarının pek çoğu gibi kendilerini kan kardeş ilan etmişler ve birbirlerine her koşulda destek olacaklarına söz vermişler, üstelik olabilmişler de. Roman, Archie Jones'un intihar kararıyla başlıyor ve intihar etmeye karar verip bu kararından vazgeçtiği günün, kimi radikal hristiyanların dünyanın sonu olduğuna inandıkları bir yeni yıl günü olduğunu, sabaha karşı rastgele katıldığı bir Dünyanın Sonu Partisi'nde öğreniyor. Manyak bir roman girişi, öyle değil mi? Bu, romanın size sunacağı şeylerin yanında devede kulak olarak kalacak üstelik, dünyada ne ilginç şeylere inanan, ne garip ritüelleri olan toplulukların varlığıyla tanışacaksınız. Arada kalmışlığı, aile kavramını, evliliği, sadakati, romanın geçtiği tarihlerde çokça kenarda kalmış dini ve politik görüşleri, azınlıkların kimlik sorunlarını, toplumdaki genelgeçer güzellik kavramını, bu güzelliğe dair dayatılmışlıkların ergenlik çağındaki gençlere verebileceği zararı, ah en çok da ergenlik problemlerini, hepsini Zadie Smith o kadar incelikle, o kadar eğlenceli ve akıcı bir üslupla anlatmaya çalışmış ki roman ellerinizde akıp gidiyor. Üç farklı aile var gündemimizde: Jones ailesi, İkbal ailesi ve daha sonralarda karşımıza çıkacak bir de Chalfen ailesi, ki Chalfen ailesini ben inanılmaz biçimde Me and Earl and the Dying Girl * filmindeki aileye benzettim. Bu üç farklı aileyle birlikte önümüze "İyi aile nasıl olur?" ya da daha doğrusu "İyi aile var mıdır?" sorularını da bırakıyor Smith, bir ailenin çocuk sahibi olması oldukça kolay bir iş, peki bir çocuğu nasıl yetiştirmek gerekir? 

    Romanın çevirisi Mefkure Bayatlı'ya teslim edilmiş. Kesinlikle eleştirmeyeceğim çünkü çeviri de çok güzel, akıcı ve tertemiz bir şekilde ilerleyip hiçbir şekilde kötü olarak değerlendirilecek bir hale gelmiyor, Mefkure Bayatlı'nın işinin çok da ehli olduğu her anlamda belli. Ancak, Zadie Smith'in henüz yirmi iki yaşında yazdığı bu romanı 1943 doğumlu bir çevirmene teslim etmek, belki sadece bu anlamda yanlış bir tercih olabilir. Çünkü okurken bazı deyimlerin kullanılışında, bazı diyaloglarda aslında yazarın orijinal anlatıda kullandığı sözlerin, benzetme yaptığı konuların başka bir şey olduğunu sezebildim, biz sonuçta İngiliz filmlerini ve dizilerini günümüzde daha yoğun izliyor, İngilizce kalıplarla daha yoğun karşılaşıyoruz. Belki çoğu okur için önemsiz olabilecek minik bir ayrıntı, üstelik roman da sonuçta günümüz İngiltere'sinde de geçmiyor ama Zadie Smith'in biraz daha genç olan dili belki çeviride bir nebze kaybolmuş olabilir, bu tamamen benim, kitabı orijinal dilinden okumadan yaptığım ufak bir tahmin ve kesinlikle çevirinin kötü olduğu anlamına da gelmiyor.

    Uzun lafın kısası, benim gibi Zadie Smith'in adına epeyce rastlayıp da kendisinin yazdığı sayfaları elinde tutmamış olanlar, mutlaka İnci Gibi Dişler'e bir göz atsınlar, edebiyat dünyasına çok güzel bir giriş, çok iyi bir ilk roman, uzun ve ayrıntılı bir kan bağı anlatısı, bir yerinde bile sıkmadan, karakterlerin gerçekliğini buram buram hissettiren bir hayat kesiti. Çok güzel bir gözlem yeteneği, iyi bir kalem, Zadie Smith'in diğer romanları da artık görüldükçe alınacak romanlar kategorisine girdi.


* Me and Earl and the Dying Girl, 2015, Alfonso Gomez-Rejon

13 Eylül 2020 Pazar

Akhilleus'un Şarkısı: Truva Savaşı'na Bir de Bu Gözden Bakmak

 


    Madeline Miller ile, yine İthaki Yayınları'nın bizlerle bir araya getirdiği Ben, Kirke romanı ile tanışmıştım, çoğumuz gibi... Fakat Goodreads'te daha önceden Türkçeye de çevrildiğini gördüğüm ve okumayı zaten düşündüğüm Akhilleus'un Şarkısı'nı, İthaki Yayınları güzel bir tercihte bulunup yeniden basmaya karar vermiş, üstelik çevirmeni de meğer zaten Ben, Kirke'nin de çevirmeni olan Seda Çıngay Mellor imiş, bunu fark ettiğim anda bu baskıyı edinmeye de ben karar vermiştim. Çünkü kanımca Madeline Miller, antik Yunan efsanelerini, Seda Çıngay Mellor da Madeline Miller'ı çok iyi anlamışlar.

    

    Truva Savaşı'na ne kadar ilginiz var, hiç düşündünüz mü bilmem? Benim ilgim çok fazla, doğduğum ve büyüdüğüm topraklar, Truva Savaşı'nı izlemek için yeryüzüne inen tanrıların kendilerine birer zirve yükselttiği söylenen dağların eteklerinde. Homeros'un yeri gönlümde çok ayrı, Yunan mitolojisinin de. Hal böyle olunca çocukluğumdan bu yana Truva Savaşı'nın farklı farklı söylenceleri her zaman ilgimi çekti, öyle de güzel bir konu ki, hakkında okunacak anlatılar bitmek bilmiyor. İşte Madeline Miller'ın bu romanı, Truva Savaşı'na yine daha önce bakılmamış bir yerden bakıyor, Akhilleus'un sürekli yanında olan bir kişinin, çocukluğundan yetişkinliğine dek yaşadıklarını ve hissettiklerini bize aktarırken bizi de elimizden tutup Truva Savaşı'nın önce nedenlerine, sonra gelişimine ve sonucuna giden yollarda gezdiriyor. Akhilleus'un sürekli yanında olan kişi mi? Kendisi Patroklos olur. Şahsen Patroklos'un kim olduğunu ben çok da net hatırlamıyordum, yine İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmış hali basılan Kızların Suskunluğu * romanıyla aslında savaşta önemli bir rolü olduğunu hatırladım, sonra da bu kitabı okumak zaten mecburiyet haline gelmişti. Çoğu kişinin Truva'ya dair çoğu bilgisini aldığı Troy filminde Patroklos, Akhilleus'un kuzeniyken aslında çocukluğunda Akhilleus'un babasının yanına sürgün olarak gönderilen ve henüz çocukken Akhilleus'un önce en yakın arkadaşı, sonra yamağı, sonra da bazı mitologlara göre sevgilisi olan genç adam. İşte Madeline Miller da Patroklos ile Akhilleus'un ilişkisine bu yönden bakmayı tercih etmiş, üstelik bu derin sulara edebi anlatıya gayet uygun bir dille inmiş, ikili arasındaki ilişkiyi ne yalnızca dostluk, ne yalnızca cinsellik, ne de yalnızca aşk olarak inceleyip kurgulamış da hepsinin birden harmanlandığı ve ortaya kendine has, asla kopmayacak bir bağ oluşturan birliktelik çıkmış. Kurguyu Patroklos'un gözünden, henüz Akhilleus'la tanıştıkları çocukluğundan başlatarak da bu ünlü savaşı insani yönlerinden anlatabilmenin getireceği başarıyı garantilemiş. Zira Patroklos, bu efsanede ne ayırt edici bir niteliği olan, ne de savaşçı olarak bir üstünlüğü olan biri. Hiçbir tanrının oğlu değil, hiçbir özel gücü ya da benzersiz bir yeteneği yok. Sadece, Akhilleus'a hayranlık ve sadakat ile bağlı bir çocuk. Ve bu çocuğun kendisi de zorla bu savaşın içinde yer almak zorunda, hayranlıkla bağlı olduğu dostu da. Üstelik gidilmesi gereken savaş, ne kadar henüz savaşılmaya başlamadan efsane olacağı bilinen epik bir olay ise de aslında kan kokusu, ter, sıcak, pislik ve acıdan ibaret.


    Akhilleus'un Şarkısı'nı, Yunan mitlerine, Truva anlatılarına aşina olanlara da öneririm, bu anlatılara bir yerinden başlamak için de gayet uygun olduğunu da söyleyebilirim. Mitolojinin her yerinden yeniden kurgulanabilmeye açık olan yönünü çok seviyorum, Madeline Miller'ın bizlere başka mitleri de anlatmasını, bunları yeniden Seda Çıngay Mellor'un kaleminden kendi dilimizde okumayı da çok istiyorum açıkçası, bir okur olarak bu hevesli isteğime, bu kitabı okuyunca siz de katılırsınız eminim. 




* Kızların Suskunluğu, Pat Barker, İthaki Yay.

9 Eylül 2020 Çarşamba

Hafif Flu - Bir Fotoğrafçıdan Savaş ve Hayata Dair

 



    Merhaba, uzun zamandır kitap blogumuza yeni bir kitap hakkında yazmıyordum, sessizliği bozmanın zamanı, Robert Capa'nın otobiyografik anlatısı Hafif Flu ile geldi.


    Hafif Flu, orijinal adıyla Slightly Out of Focus, Robert Capa'nın bir savaş fotoğrafçısı olarak Normandiya çıkarmasına katılmasına dair hayatından bir kesiti bizlere tüm açıklığıyla sunduğu bir anlatı. Türkçeye geçtiğimiz haziran ayında Arda Altuntaş tarafından kazandırılmış ve Espas Yayınları tarafından basılmış bu anlatı, Capa'nın anlatısına paralel olarak o zamanlarda çektiği fotoğraflarla da zenginleştirilmiş olarak düzenlenmiş ve bu çok da güzel bir tercih olmuş:



    Kendi adıma Robert Capa ile tanışma hikayem oldukça kişisel bir şekilde, Alt-J adlı alternatif müzik yapan bir grubun Taro adlı şarkısı ile olmuştu. Şarkıya adını veren Gerda Taro ile Robert Capa'nın hayatlarının oldukça gizemli ve şiirsel bir dille ve kanımca çok güzel ve akılda kalıcı bir müzikle anlatıldığı güzelim şarkıyı dinlememin akabinde Robert Capa ve Gerda Taro, menzilime kalıcı bir şekilde giren iki isim haline gelmişti. Gerda Taro'nun adı, bu anlatıda yalnızca arka kapakta kalmaya mahkum olmuş zira anlatı, Robert Capa'yı Robert Capa yapan, hayatını şekillendiren, adını bile Capa olarak koyan Gerda Taro'nun ölümünden sonra, Robert Capa'nın New York'ta sadece sigara ve viski tüketerek hayatta kaldığı, "Sabahları yataktan kalkmak için bir nedenim kalmamıştı," diye bahsettiği günlerden başlıyor. Şahsi bir not düşmeliyim ki, bunu fark edince "Ah, Taro'nun adı sadece arka kapakta kalmış, olmaz ki?" demiştim fakat biraz düşününce Capa'nın, hayatında bu kadar önemi olmuş bir kadının ölümünü anlatmayı tercih etmemesini de çok anlaşılır buldum, hayatına dair süssüz, dürüst bir anlatıda yüzleşmek istemediği hatıralara yer vermemesi çok doğal geldi. 

    New York'ta, işsiz, aşık olduğu kadını bir savaş alanında kaybetmiş, hayatını otomatik vitese alıp sarhoş olarak geçiren bir savaş fotoğrafçısı, ne dilediğine dikkat etmeli olabilir; zira Robert Capa'ya sabahları yataktan kalkmak için bir neden, yine başka bir savaş alanına gönderilmesi ile veriliyor. Üstelik tam da başka bir savaş alanını fotoğraflamak için geçici olarak kurduğu yerinden, yurdundan ayrılırken anlatıda bolca yer verdiği başka bir kadınla da tanışıyor. Hafif Flu, Capa'nın savaş, dostluk ve aşk arasında kalmasının kendisinde yarattığı hisler üzerinden şekillenirken bir yandan da savaşın acımasızlığı ile bir savaşa dahil olmadan o savaşı fotoğraflamanın insana neler hissettirebileceğini bize neredeyse birebir yaşatıyor. 

    Robert Capa'nın, çok kısıtlı bir bölüm olarak anlattığı hayatı, bu kitaptakinden çok daha renkli aslında, mesela burada sadece Hemingway ile dostluklarına yer vermiş, Hemingway'le o kadar yakınlar ki kendisine Papa diye hitap edebiliyor, Hemingway ağır yaralı bir halde hastaneye kaldırıldığında Capa'ya haber verilmesini istiyor, Capa'nın kendisine Papa diye hitap ettiğini gören sağlık çalışanları onu Hemingway'in oğlu sanıyorlar ve ikisi de bunu bozuntuya vermiyor. Robert Capa'nın Hollywood aktör ve aktrislerinden, ünlü yazar ve ressamlardan oluşan arkadaş çevresinden sadece Hemingway bu anlatıya girebilmiş. Hafif Flu'yu, Robert Capa'ya özel olarak ilgi duyanlar zaten mutlaka okuyacaktır ama eğer Capa ile ilk olarak bu kitapla tanıştıysanız hayat öyküsünü daha ayrıntılı olarak araştırmanızı mutlaka tavsiye ederim. 

    Son olarak, Robert Capa'nın en çok bilinen sözünü de yazıya ekleyelim: "Bir savaş fotoğrafçısı olarak ömrümün sonuna kadar işsiz kalmak istiyorum," diyen sanatçı, hayatını Vietnam'da bir mayına basarak kaybetti. Bu kitapta da başka bir mayına basma hadisesini anlatmış, üstelik karikatürize ederek tasvir etmiş, ilgili satırları bu hadiseyi bilerek okumak gerçekten ilginç bir deneyimdi. Yazıyı bitirirken bir kez daha dinleyebiliriz, Capa ile Taro'nun anısına:




Related Posts with Thumbnails