24 Ocak 2011 Pazartesi

Firarperest - Elif Şafak


Elif Şafak'ın son kitabını merakla elime aldım. İçinde illüstrasyonlarla bezenmiş, kısa hikayelerden oluşan bir kitap olduğunu sanıyordum ve heyecanlanmıştım. Kapak tasarımı da ilgi çekici ve iştah açıcıydı.

Kitabı okumaya başlayıp da hikayeler yerine denemelerle karşılaşınca ilk başta küçük bir hayal kırıklığı yaşadım, kabul ediyorum ama çabuk atlattım bu hayal kırıklığını. Kendisini, çocukluğunu, ailesini, mahallesini hatta komşularını çeşitli açılardan anlatan bir Elif Şafak vardı bu kez, kurgu yoktu işin içinde. Bu halini de sevdim ama kurgularını her zaman tercih ederim.

Kadınların kadınlarla ilişkileri, tasavvuf, siyaset, aşk, aile, gezginlik gibi çeşitli konularda yaşadıklarından örnekler vererek, kendisini açmış Elif Şafak, bu kitabıyla. İçerikle alakalı hoş illüstrasyonlar da kitaba renk katmış. Ayrıca "bir kitabımın kapağında ilk kez fotoğrafımı kullandım" demesini de farklı bir şey yapmak istediğine bağlayabiliriz, bence.

Her ne kadar kendisi twitter'da kitabının tanıtımını yaparken "öteden beri romanlarımı okuyan okurlara da, yazılarımla yeni tanışanlara da hitap eden bir seçki" demiş olsa da; Elif Şafak'ı ilk defa okuyacak kişilere, bu kitap yerine mesela Bit Palas ile başlamalarını salık veririm, naçizane.

Sokak Kızı (Nerrantsula) | Panait Istrati


Panait Istrati'nin bu romanı, aslında Sokak Kızı'nın (Saka Kız da derler kendisine, Nerrantsula da, Anicutsa da...) değil, Marco'nun hikayesi... Marco, Tuna Nehri kıyılarında yaşayan orta halli bir ailenin tek oğlu olan, on altı yaşındaki bir delikanlıdır. O yaşa kadar aşka düşmemiş olan Marco'nun gönlü, çevresindeki en asi, en delişmen kıza kapılır. Kimi kimsesi olmayan, suculuk yapan bu sokak kızına, mahalleliler Saka Kız derler. Saka Kız, köpekleriyle birlikte avlulu bir odada yaşar. Marco bir gün kızın dikkatini çekebilmek için, köpeklerinden birini araba altında kalmaktan kurtarır ve küçük sokak kızı onun sevgilisi olur. Ancak bir sorun vardır, acaba Marco kıskanç bir erkek midir? Çünkü sokak kızının bir sevgilisi daha vardır...

Sevdiği kıza olan aşkını kendi yaşlarında bir çocukla daha paylaşmak zorunda kalan Marco, kıskançlıkla, hırsla, aşkla, dostukla ilgili güçlü sınavlardan geçecektir. Bu sınavlar, Nerrantsula'nın başına gelen bir kazadan sonra gitgide güçlenerek devam edecek ve Marco'nun gerçek dostluğu, gerçek aşkı keşfetmesini sağlayacaktır.

Sokak Kızı, mutlu sonla biten, sevimli bir aşk öyküsü değil. Kenar mahallelerden, küçük yöre insanlarından çıkan gerçek, sert, zorlu bir aşk öyküsü. Panait Istrati'nin sıcak anlatımıyla sizi ilk anlardan sarıp sarmalayacağına eminim.

***

"... Elimizdeki ganimet bizi sıkıntıya sokmuştu, Epaminonda ile ben hiçbir şey yapamazdık. O sıra dışarı fırlamış gözlerle üstümüze atılan üç hayduta Nerrantsula'nın tek başına meydan okuduğunu gördüm.


Sol eliyle fırlattığı taşları bizi kovalayanların üstüne dolu gibi yağdırıyordu. Bizim veletlerin de desteğiyle hızla atılan taşlar hedefi bulunca daha bir dakika olmadan üç düşmanın kafası yarıldı! Ama kan revan içinde kalmalarına karşın, bizimle göğüs göğüse gelmek amacıyla bu taş yağmuru altında geçecek bir boşluk yakalamakta direndiler. Öyle olsaydı canımıza okurlardı, çünkü onlar neredeyse koca adamlardı.


Yaman sevgilimiz işte bunu kahramanca önledi, inanılmaz bir soğukkanlılıkla yavaş yavaş geri çekilerek yağdırdığı taşlarla ağır yaralanan üç serserinin bir kuyu başında durup yaralarını yıkamaya koyulmasını bekledi. 


O zaman biz tabanları yağlayıp tüydük ve Kalimeracılar Sokağı'nı tuttuk; orada bizi kahramanlar gibi karşıladılar.


- Yaşasın! Bravo Nerrantsula! Bravo Marco! Bravo Epaminonda! 


Ganimet aldığımız uçurtmayı Epaminonda taşıyordu. Nerrantsula ikimizin ortasındaydı, savaşçı kopil takımı peşimiz sıra geliyordu; sokağa girerken hep bir ağızdan söylemeye başladık:


Deniz kıyısında, kumsalda,
Nerrantsula fundoti!..."

14 Ocak 2011 Cuma

La Dame aux camélias/ Kamelyalı Kadın


"Bu kızda; bir hiç uğruna fahişe olan bakire, bir hiçin en aşık, en saf bakire haline getirebileceği bir fahişe duruyordu"


Dame Aux Camelias. Yani Dumas Fils'in hüzünlü Kamelyalı Kadın'ı. Döneminde fırtınalar yaratmış bu kitabı okudukça her bir karaktere ayrı üzülüyorsunuz.

1800'lerin Paris'inde geçiyor konu. Kibar fahişelerin dönemi esasen. Ve kahramanımız Marguerite Gautier en güzel ve mağrur olanlarından. Onu tanıtan en önemli şey tiyatro locasında oturduğunda elinde olan kamelyalar.
Ama çok hasta ve yaşadığı o hızlı debdebeli hayat iyileşmesine izin vermiyor. Tam o sırada hayatına kendi halinde yaşayan Armand Duval giriyor. Hastalanıp yatak döşek yatarken, daha onu tanımadan her gün aşağıdan onu durumunu soran, endişelenen genç bu çocuk.

Armand'ın ona sağlayabileceği hiç bir lüks yok, aşkından başka.
Ama yine de aşk bu yaşama galip geliyor bir dönem. İki genç pervasızca yaşıyorlar, dolu dizgin.
Kamelyalı kadın Armand'dan hiçbir şey beklemiyor, onu o haliyle kabul ediyor hatta ona hayranlık duyuyor ve koruyor elinden geldiğince. Ama Armand da gözü kara aşık ve sevdiğinin her istediğini yapmaya gönüllü.
Ve Marguerite her şeyi ardında bırakıp bu gençle hayatını geçirmek isterken işler karışıyor ve hüzünlü bir yola giriyorlar.

"Tinsel yaşamın yanında özdeksel yaşam da vardır. Ve en saf, en temiz kararlar, gülünç ama demir gibi sağlam iplerle toprağa bağlıdır. Onları koparıp atmak hiç de göründüğü kadar kolay değildir"

Armand'ın dürüst ve oğlunun geleceğini düşünen babası işin içine girince bu iki genci acı dolu bir son bekliyor. Ki ben sonlarında gerçekten bu trajediye üzüldüm, karakterlerin her birinin kendine göre haklı oluşuna üzüldüm.

Kamelyalı kadın defalarca kullanılan bir öykü oldu sahne ve beyazcam'da. Yeşilçam'da bile kullandılar bol bol. Eğer film olarak izlemek isterim derseniz 81 yapımı Isabelle Hupperd başrollü olanı benim gözümdeki Kamelyalı Kadın ile benzeşti sanki.


Ve defalarca tiyatro ve bale gösterisi olarak sahneye kondu bu hüzünlü roman.

En önemli olan sanırım Verdi'nin bu romandan etkilenip bestelediği, 3 perdelik opera eseri,
"La Traviata"
Marc'ın bir dönem kullandığı "iştee temizlik hemde hiç durulamadan kurulamadan" sözleriyle bildiğimiz,
"Libiamo ne' lieti calici – Brindisi" La Traviata'dan.
Düşünmeden edemiyorum Kamelyalı Kadına ve operaya gönderme olarak mı yaptılar bu reklamı acaba?

Bu arada Pavarotti'yi de anmadan geçmeyelim, söz konusu eseri dinleyerek.


Gel gelelim Kamelyalı Kadından başka bir hüzünlü öyküye.

Aralıkta artık bu Kamelyalı Kadın'ı bitireyim derken, bir yandan da eski 2000'in Popüler Tarih dergilerini çıkarmış onlarla haşır neşir durumdaydım.
Ve 2000 Aralık sayısında bir anda açtığım Sahne bölümünde ünlü oyun yazarı Şemseddin Sami ve zamanın çok ünlü tiyatro oyuncusu Mari Nıvart'ın aşk hikayesi gözüme çarptı.

Mari Nıvart döneminin en ünlü oyuncularındanmış ve büyük yeteneğiyle dil bilimci ve oyun yazarı Şemseddin Sami'yi etkilemiş, aşık etmiş kendine. Tiyatro oyunlarını yazarken bu kızdan etkilendiği söylenir. İçten içe oda Sami'ye aşıkmış ama içine kapanık olduğu için açılamıyormuş.

Ve Şemseddin Sami'nin evli oluşu başka bir faktörmüş ve bir dönem bu aşktan kaçmak için Tiflise gidip, oradaki tiyatroda bir çok Rus klasik eserleriyle beraber Kamelyalı Kadın'ı oynamış. Şemseddin Sami'yi unutamadığı için geri dönmüş. Ona kendini bırakmış ve kısa bir süre sonra ondan bir çocuk beklemeye başlamış. Ancak aralarındaki din ve evlilik engeli büyük bir trajediye yol açmış. Bu tanzimat tiyatrosunun iki güçlü kişiliği o dönemde büyük yankılar uyandırmış.

Sahne adıyla Mari Nıvart gerçek adıyla Mari Karayan bu acıya dayanamayıp, intihar etmek istemiş. Ve son kez "Kamelyalı Kadın"ı çok dokunaklı ve herkesi ağlatacak şekilde oynayıp son gösterimden sonra 8 Temmuz 1884'de ölmüş. Kimilerine göre çocuğu düşürmek için aldığı ilaçlardan, kimine göre ise yorgunluk, üzüntüden ve veremden olmuş ölümü.

Ölümü edebiyat ve sanat çevresinde büyük bir üzüntü yaratmış. Cenaze törenine altı bin kişi katılmış ve gözyaşları eşliğinde Beyoğlu Santa Maria kilisesinde yapılan törende Kamelyalı kadın ve La Traviata'nın aryalarıyla uğurlamışlar onu. O gün bütün tiyatrolar kapanmış ve onun için mermerden bir anıt yapmışlar.

Ermeni yazar A. Arpiaryan 1887 tarihinde yayımlanan "Ağlayan Kadın" isimli yazısında bu hüzünlü ve acı dolu aşk hikayesini yazmış.



Kamelyalı Kadın'ı okurken tamamen tesadüf sonucunda karşıma çıktı bu üzüntü verici öykü. Düşündüm Mari o son Kamelyalı Kadın oyununda kim bilir ne büyük acılar çekti. Çekti ki, onunla beraber tüm salon gözyaşlarına boğuldu.

Kamelyalı Kadın daha kim bilir ne öyküler saklıyordur kendi içinde, okurları içinde. Mutlaka edinin ve okuyun okumadıysanız.

Size Marguerite'nin son zamanlarından ki sözlerle veda edip, yazımı artık nihayet! bitireyim.

"Tanrının bu yaşamda, günahlarımızın arınmasının,
bütün işkencelerin, bütün felaketlerin, bütün acılarının bulunmasına izin vermesi için doğmadan önce çok büyük bir kötülük yapmış olmamız ya da öldükten sonra çok büyük mutluluğa kavuşmamız gerekir"


9 Ocak 2011 Pazar

Esrarlı Yollar | Dean Koontz


Korku edebiyatının usta ismi Dean Koontz'un kısa hikayelerini topladığı bu kitap, türün takipçisiyseniz soluğunuzu kesecektir. İçindeki ilk ve en uzun hikaye Esrarlı Yollar, babasının ölümünden sonra bir kasabadaki aile evine dönen Joey Shannon'un sıkıntı içinde geçirdiği vakitleri, geçmişiyle ve korkularıyla yüzleşmesini anlatıyor. 

Korku edebiyatı kralı Stephen King'ten geri kalmayan Dean Koontz'un, kitapta topladığı diğer kısa hikayeleri de Kara Balkabağı, Hun Bayan Attila, Karanlığın İçinde, Ollie'nin Elleri ve Bruno.

Tekrar Stephen King'le karşılaştırarak anlatacağım size Dean Koontz'un tarzını ama, Stephen King'in kısa hikayelerini, romanlarından daha başarılı bulurum, daha ürkütücüdürler, romanlarında gereksiz bir uzatma çabası olduğunu, kısa bir hikayeyle anlatılabilecek bir konuyu, bir fikri yüzlerce sayfa boyunca tekrarladığını düşünürüm. İşte Dean Koontz'un bu tarzda neden bu kadar iyi olduğunu böyle anlatabilirim sizlere, her hikaye tam kararında bitiyor, gereksiz hiçbir tasvir ya da havada kalan hiçbir olay yok, karakterleri kendinize çok yakın hissediyorsunuz ve anlatım tarzı ve kurduğu olay örgüleri Stephen King kadar başarılı. Kısacası Stephen King okurlarına şiddetle tavsiye ederim.

***

"Joey karşısındaki dehşet verici manzaraya gözlerini kapattığında sanki mihrabındaymış gibi Our Lady of Sorrows Kilisesi'ni görüyordu. Sessizliği bozan kutsal çıngırakların gümüşi sesi o ekim öğleden sonrasının tek gerçek sesi değildi; bunlar geçmişin sabah ayinlerinden geliyorlardı. Benim suçum, benim suçum, benim en büyük suçum. Mum alevlerinin üzerinde yansıdığı kupayı görebiliyordu. Joey değişim anını görebilmek için dikkatle bakıyordu. Umudun gerçekleştiği, inancın ödüllendirildiği o an. Şarabın kana dönüşmesi. Benim gibi kaybolmuş insanlar için, dünya için umut var mı?

Bu görüntü kanlı el kadar dayanılmaz olunca gözlerini açtı. El kaybolmuştu. Bagaj kapağı kapalıydı. Rüzgar yine esiyor, kara bulutlar kuzeybatıdan hala kopup geliyorlardı. Uzaklarda bir köpek havladı.

Bagaj kapağı açılmış değildi ve el kendisine doğru uzanmamıştı. Hayaldi hepsi.

Joey ellerini kaldırıp bir yabancının elleriymiş gibi baktı. İkisi de titriyordu.

Alkol çılgınlığı. Titreme. Duvarlardan çıkan yaratıklar. Bu kere arabanın bagajından uzanan bir el. Bütün ayyaşların yaşadığı bir şeydi bu, özellikle içkiyi bırakmaya çalıştıkları zaman.

Arabaya binince ceketinin iç cebinden bir içki matarası çıkardı. Uzun uzun baktı. Sonra kapağını açtı, viskiyi kokladı ve ağzına götürdü.

Ya bagaja gereğinden uzun bakmıştı ya da elinde içki matarasıyla açıp açmamakta duraksarken çok uzun beklemişti; çünkü cenaze arabası yola çıkmış ve kiliseye doğru gitmek üzere sağa sapmıştı.

Joey cenaze ayini için ayık olmak istiyordu. Bunu uzun zamandır hiçbir şeyi istemediği kadar çok istiyordu.

İçkiden bir yudum almadan kapağı kapatıp matarayı cebine koydu. 

Motoru çalıştırdı, cenaze arabasına yetişti ve ardından kiliseye gitti.

Yol boyunca birkaç kere bagajdan gelen bir ses duyarmış gibi olmuştu. Boğuk bir gürültü. Bir tıkırtı. Uzaklardan gelen buz gibi bir çığlık..."

8 Ocak 2011 Cumartesi

Nana | Emile Zola


Fahişelik dünyanın en eski mesleği bildiğiniz gibi. Üstelik eski Avrupa'da, günümüzdeki gibi aşağılanan bir meslek de değilmiş. Dönemin genelevleri en revaçta olan eğlence mekanları, fahişeleri de kat kat kıyafetler, parfümler ve boyalar içinde olan, sanattan anlayan, şarkı söyleyen, resim yapan hanımefendilermiş... İşte Nana da bu dönem Fransa'sında bir tiyatro oyuncusuyken fahişe olmaya karar veren bir kadın. Romanda Nana'nın fahişe olma sürecini okuyoruz, bir kadının erkeklerin ilgisini çekebildiğini fark ettiği zaman ne kadar da büyük bir silahı olduğunu fark etmesiyle başlayan bir süreç bu.

Kitap açıkçası dünya klasikleri arasında bulunan diğer fahişe romanlarının arasında okuduğum kadarıyla en ilgi çekicisi çünkü diğer romanlardaki gibi bir fahişenin hayatını anlatmıyor da bir kadının neden ve nasıl fahişe olmaya karar verebildiğini anlatıyor. Ucuz tiyatrolarda oyunlar sergilemeye gönül vermiş bir kadın olan Nana elinde hiçbir zaman bulunduramadığı lüksün erkeklerin yatağından geçtiğini fark ettiği zaman nasıl da dünyasını değiştiriyor bunları izliyoruz. Romanın arka kapağında yazdığına göre bu kitap basıldığı ilk gün Fransa'yı ayağa kaldırmış ve on binlerce satmış. Emile Zola'nın kendi kitabıyla ilgili yaptığı yorum ise şu: "Nana'nın konusu özetle şudur ki: kıçı üzerinde hayatını sürdüren bir toplum... Henüz kızışmamış ve peşindekilerle sürekli alay eden dişi bir köpeğin ardından koşan köpekler sürüsü."

4 Ocak 2011 Salı

Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı | Bobby Henderson


Genellikle beğendiğim kitapları tanıtmaya çalışıyorum ki benim beğenmediğim bir kitabı başkasının beğenebileceğini unutmayıp, bir başkasını yazdıklarımla kötü etkilemeyeyim, bir kitabı okumasından vazgeçirmeyeyim... Ancak bu kitap sanırım ilk istisna olacak. Bende büyük bir hayalkırıklığı yarattı.

Aslında çok büyük bir beklentiyle de almamıştım, sevgilimin siparişi üzerine alıp, kendisine verene kadar bir çırpıda kendim okuyup öyle vermiştim ona ama yine de zamanımızda pek iyi bir mizah ve dokundurma içeren kitapların olmadığını düşündüğümden "Belki bu kitap farklıdır." diyordum ve Uçan Spagetti Canavarı miti beni çok eğlendiriyordu. Kitap ne yazık ki mitin komikliğini yansıtamıyor.

Öncelikle kitabın içeriğinden biraz bahsedeyim, sonra eleştirilerime geçerim:

Pastafarianism, Türkçesiyle Pastafaryanizm adlı parodi bir din var. Pasta, makarnadan geliyor tahmin edebileceğiniz gibi ve bu dinin "inananları", dünyanın Uçan Spagetti Canavarı tarafından yaratıldığına inanıyorlar. Böylelikle bu parodi din, dünya üzerinde varolan tek tanrılı dinlerin mantıksızlığıyla dalga geçiyor, skolastik düşünceye dokundurmalar yapıyor, ateizm yanlılarına dil çıkarıyor, deistlere nanik yapıyor ve din kavramı üzerine hiç kafa yormaya çalışmayanları eğlencesiyle büyülüyor. Dünya üzerinde pek çok insan bu parodi dinin takipçisi, açıkçası eğlenceli bir din. Ancak uzaktan bakıldığında çok eğlenceli olan bu dinin bir kutsal kitaba ihtiyacı var mı? Sorumuz bu. Bobby Henderson, Oregon Üniversitesi Fizik Bölümü mezunu ve bu parodi dini çeşitli okulların din eğitimiyle ilgili bölümlerinin müfredatına aldırmak için kolları sıvıyor. İstediği sonuca erişemeyince, bu okullardan kendine gelen cevaplardan oluşan bir kitap çıkarmayı düşünüyor, o arada bu dinin bir kutsal kitabı olmadığını fark ederek hem Amerikan üniversitelerini hem de tek tanrılı dinleri yeren bir kitaba dönüştürüyor yazdığı kitabı. Böylelikle bu kitap ortaya çıkıyor. Açıkçası içeriği başlarda ilginç, tek tanrılı dinlerin "On Emir, Tanrı dünyayı altı günde yaratıp yedinci gününde dinlendi..." gibi dogmalarıyla çok hoş bir şekilde dalga geçiyor: "Sekiz "Eğer Yapmazsanız Çok Memnun Olurum"".


Ancak kitabın eksik kaldığı yer ve okuyucuların ilgisini çekmeyeceğini düşündüğüm yerleri de işte buralarda başlıyor. Zaten en çok hristiyanlık ve museviliğe olan dokundurmaları ve Amerikan kültürüyle NASCAR yarışlarından, korsanlardan bahsettiği bölümleri bize çok yabancı geliyor. Amerikan üniversitelerinin değişik görüşlere yaklaşımındaki sığlık, açıkçası böyle bir taleple kendilerine gelen bir insana ne kadar ciddi yaklaştıklarını gördüğümde beni o üniversitelere özendirdi bile... Bu nedenlerle bu kitap bizim için iyi bir mizah kitabı olmaktansa, Amerikan odaklı esprilerin yarısını anlamadığımız kötü bir Hollywood komedi filmi gibi kalıyor. Yine de şu sevimli tanrının mitini yazılı bir kaynaktan okumak isteyenlere ya da pastafaryanlara öneririm:



3 Ocak 2011 Pazartesi

Marquis de Sade'ın Uşağı | Nikolaj Frobenius


Çirkin, toplumdan itilmiş, sevgisiz büyümüş ve garip çocukların büyüme hikayelerini ele alan romanlar hep ilgimi çekmiştir. (Gitar ve Koku gibi...) Marquis de Sade'ın Uşağı da konu olarak bu şekilde özetlenebilir aslında. Çok çirkin bir kadının, tecavüz sonrası dünyaya gelen uğursuz bakışlı oğlunun hikayesi var bu romanda, adı: Martin Latour Quiros. Latour'un uğursuzluğu, çirkinliğinin yanında onu sıradışı yapan bir özelliği daha vardır ki o da hiçbir şekilde acı duymamasıdır...

Hiç acı duymayan bir insanın acıya olan muhteşem saplantısını okumaktayız bu romanda. Acı duymanın nasıl bir şey olduğunu düşünerek ve insan anatomisini inceleyerek yıllarını harcar Latour, sonunda Patrick Suskind'in Koku'sunda olduğu gibi o da seri cinayetlere bulaşır, öldürdüğü bir öğrencinin yerine geçerek bir anatomi profesöründen dersler almaya başlar. Günleri, fahişe sevgilisi Valerie, anatomi dersleri ve sapık düşünceleriyle birbirinin aynı olarak geçmektedir ta ki Marquis de Sade'la bir genelevde tanışana kadar... Acı duymaktan aciz bir adam ve "sadist" sıfatını kendi adından oluşturmuş, acılardan haz duyan bir soylu. İkisinin karşılaşması epey tehlikeli olacak ve Latour karşılaşmalarından birkaç gün sonra Sade'ın evinde uşak olarak çalışmaya başlayacaktır...

Romanı birkaç yıl önce hasta olduğum bir gün evde pineklerken bitirmiştim, anlatımı oldukça sürükleyici. Konusu da yukarda anlattığım üzere epey heyecanlı. İçerdiği şiddet ve yer yer belirgin hale gelen cinsellik nedeniyle her okuyucuya göre olmayabilir:

"...
 Bunun ardından:
- Hadi bana acımasız davran, dedi.
Kırbaç şaklıyordu. Yine şaklıyordu. 
Latour dolabın içinde doğrulmak istedi. Ancak belini doğrulturken, dengesini kaybetti, kapıya çarpıp dışarı fırladı. Böylece onların yattığı yatağın ayakucunda, dizüstü düşmüş bulunuyordu. Kırbaç vuruşları altında konuşmakta olan adam yatıyordu ve omuzlarına vaşak kürkünden bir manşon atılmıştı...


...Valerie ise, anlayış gösteren bir-iki laf etti. Ve işte o sırada adamın adını söyledi: 
Donatien, Alphonse, François de Sade."


***


"...
 Çok özenli çizilmiş bu resimler beni büyülemişti. Derisiz insanlar. Demek oluyordu ki, güzel bir derinin altında tüm insanlar aynıydı. O şaşırtıcı makinalar ve birbirine iyice dolanmış ayrıntılara dek bakıldığında insana dehşet veren beden oluşumları yer alıyordu. Bundan böyle, o resimleri ve o deri altına gizlenmiş oluşumları aklıma getirmeden, nasıl bakabilirdim insana?
 Artık Bou-Bou'dan geriye kalan da yalnızca buydu işte.
 Kemikler, kaslar, damarlar, sinirler, iç organlar..."


***


"...
 Minik oğlanın acıyı duyamadığını, annesinin fark etmesi uzun bir zaman geçtikten sonra oldu. Bebeğin ilk kez tırnaklarını kesmesi gerektiğinde fark etti bunu. Kocaman makası alıp minnacık çocuk tırnağının uçlarını kesmek çok nazik bir işti ve Bou-Bou çok dikkat ettiği halde yine de makasın ağzını kaydırdı ve parmağı kesti, hemen de kan akmaya başladı. Bir yandan üzüldüğü bir yandan da yüreği dayanamadığı için inlemeye başlayan annesinin yüzüne, afallayarak baktı Latour. Ve kanayan parmağına bakarken yüzünü buruşturmadı bile..."


Kitap hakkında söyleyebileceğim son şey, kitabın film haklarının Hollywood yapımcılarının elinde olduğu ve sinemaya Roman Polanski tarafından uyarlanacağıdır. İyi okumalar.
Related Posts with Thumbnails