20 Nisan 2012 Cuma

Sinek Isırıklarının Müellifi (Barış Bıçakçı)





Sometimes It Hurts by Tindersticks on Grooveshark

"Çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir. Bütün gün bir köşede kımıldamadan uyur. Uyansın isteriz, ama yazık değil mi, uyusun isteriz"
Böyle başlıyor Sinek Isırıklarının Müellifi. Barış Bıçakçı'nın anlatımı yalın, sade, küçük mutluluklar ve üzüntülerle dolu. Başlıyorsunuz, okuyor, okuyor ve bir yandan da bitecek diye okumaya kıyamıyorsunuz. Bitmesin diye bekliyorsunuz.

Bir Ankara ve toplu konutta geçen yaşam romanı. Özellikle yazar olmak isteyen, günümüz edebiyatında yazar olmaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu sorguluyor. Küçük zevkler, banyodan suyun akması, komşular, insanlar, çilek reçeli, arkadaşlar ve aşkın orta yaşta, şimdiki zamanda insanda bıraktığı etkileri görüyoruz.

Kitabın karakteri Cemil ile birlikte ruh sökükleri içinde yol alırken kendi söküklerimiz aklımıza geliyor. Twitter da biri Barış Bıçakçı ve Tindersticks'in aynı etki yaptığını yazmıştı, çok katıldım. İkisi de hem huzur veriyor, hemde insanı sarsıyor, düşünmeye itiyor. Yalın anlatımları ile onları hiç bırakmak istemiyorsunuz, saatlerce dinlemek, okumak için can atıyorsunuz.

Sometimes It Hurts mesela şarkıyı sanki karakterler Cemil ve Nazlı söylüyor. (Ilasa de Sela için üzülmek de cabası)

"Şiir çok güzeldi. İçinde hemen eve dönme isteği uyandırdı. Cemil için güzelliğin şaşmaz ölçütü bu olmuştu. Hemen eve dönme isteği uyandıran şey güzeldi."

Ankara, geçen ilk gençlik yılları, sanat, kadınlar, aşk, toplu konutta yaşam üstüne güzel bir anlatımı var.

Benim en çok "Cemil’e hayatın bir şölen olduğunu hissettiren şeylerin üstünkörü yapılmış bir listesi" ilgimi çekti. Hatta kitabı bitirince tek tek araştırdım, üstünden geçtim. Yeni keşifler yaptım, çok hoşuma gitti. Birçok yapıta selam çakmış Barış Bıçakçı. Furuğ Ferhuzzad'ın Sonsuz Günbatımı, Lale Müldür'ün Üzünç, Sevgilim yada Nane Otları şiiri, Seymour Glass/ Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün öyküsü gibi.

hatta bir yerinde;

" Zaten bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur" der.

Haydi Cemil'e hayatın bir şölen olduğunu hissettiren şeylerin üstünkörü yapılmış listesine bir göz atalım beraber ve o listeden şarkıyı da dinleyelim;

The Ballad of the Fallen by Charlie Haden and Carla Bley on Grooveshark

Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanı.
John Cheever’ın öyküsünden uyarlama: Yüzücü. Frank Perry yönetmiş, Burt Lancaster oynuyor.
Joshua Logan’ın Piknik filmi. Kim Novak ve William Holden başrollerde.
Seymour Glass: Ah! Edebi bir kahraman.
Charlie Haden ve Carla Bley’den The Ballad of the Fallen: Düşenin dostu olmaz şarkısı, şiiri olur.
Patrice Leconte’un Monsieur Hire filmi. Michel Blanc başrolde.
Ezginin Günlüğü’nün Bahçedeki Sandal albümü.
Mehmet Günsür’ün Hırça Mapası öyküsü.
Ali Osman Coşkun’un resimleri.
Raymond Carver’ın öyküleri, hepsi.
Nazlı’nın Palamutbükü’ne doğru yürürken söylediği Yeşil Ayna türküsü.
Melihat Gülses’ten Kapıldım Gidiyorum.
Pars Tuğlacı’nın Okyanus ansiklopedik sözlüğü.
Wynton Marsalis’in The Majesty of the Blues albümü.
Henri Rousseau’nun resimleri. Gümrükçü Rousseau.
Led Zeppelin’den The Battle of Evermore ve diğerleri.
Italo Calvino’dan Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler.
Julio Cortazar’ın Oyunun Sonu adlı öyküsü. Yani, heykeller ve duruşlar.
Stevie Smith’in El Sallamıyordum, Boğuluyordum adlı şiiri; Cevat Çapan çevirisi.

Böyle insanı alıp götüren sakin, kendi halinde romanı mutlaka okuyun derim. Bende okurken bana mutluluk veren şeyleri yanımda bulundurdum, taze ekmekle yapılmış sandviç, mis gibi kokan sümbüller, not defterim.

Tıpkı söylediği gibi;

"Her şey bir şeyin etrafında döner, insanın payına düşen sarhoşluktur"

bitince insanı sarhoş bırakıyor ve bir süre başka bir şeye geçemiyorsunuz önceden uyarımı yapayım.

8 Nisan 2012 Pazar

Kara Kitap, Orhan Pamuk


"Hiçbir zaman inandıramadım seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerde resimleri çıkanların bizden başka bir soydan olduğuna. Hiçbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektiğine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de bir yerim olması gerektiğine."


Kahramanımız Galip, kendisi avukatlık yaparken evde kaldığı saatlerde polisiye romanlar okumaktan hoşlanan, ev hanımlarına özgü o gizemi taşıyan çok sevgili eşi Rüya'ya ölümüne aşıktır.  Bir gün, yeşil bir tükenmez kalemle karalanmış bir not aracılığıyla, terk edildiğini öğrenir. Rüya'nın izini sürerken bir kişinin yerine geçmek belki de işini kolaylaştıracaktır, kimbilir...

Orhan Pamuk'un 1990 yılında basılan bu romanı, hem olay örgüsüyle ve anlatım diliyle, hem her bölüm sonrasında araya konulmuş Celal'in köşe yazılarıyla, hem her bölüm başındaki alıntılarla, açıkçası tam bir "kitaplık kitabı", her kitaplıkta bulunması gerekenlerden, birden fazla okunmayı hak edenlerden, içselleştirilmeye oldukça müsait olan kitaplardan. Eşinin esrarlı gidişinin izini süren Galip, kuzeni köşe yazarı Celal'in de kayıp olduğunu öğrendikten sonra bu gidişin Celal'le de ilgili olduğunu düşünecek, Celal'in apartman dairesine girip yokluğunda Celal'in evinde kalacaktır, bu arada Rüya'yı aramak Celal'i aramaya, Celal'i aramak kendini aramaya dönüşecek, Galip İstanbul sokaklarında büyük bir arayışa atılacak, bu arayış kendiliğinden son bulana dek de Celal'in eski köşe yazılarından ipuçları çıkarmaya çalışacaktır.



"Rüyamda, en sonunda yıllardır olmak istediğim kişi olduğumu gördüm. 'Rüya' denen hayatın tam orta yerinde, çamurlu şehrin apartman ormanı içinde, karanlık sokaklarla daha karanlık suratlar arasında bir yerde. Mutsuzluğun yorgunluğuyla uyurken seninle karşılaştım. Bir başka kişinin yerine geçemesem bile, senin beni sevebileceğini anlıyormuşum; kendi vesikalık fotoğrafıma bakarken duyduğum tevekkülle kendimi olduğum gibi kabullenmem gerektiğini anlıyormuşum; bir başka kişinin yerinde olmak için çırpınmanın boşluğunu anlıyormuşum: Belki bir rüyada, belki bir hikayede. Biz yürüdükçe karanlık sokaklar ve üzerimize üzerimize sarkan korkunç evler açılıyor; biz yürüdükçe kaldırımlar ve dükkanlar anlamlanıyormuş."

3 Nisan 2012 Salı

Bulantı (La Nausee), Jean Paul Sartre

"... Örneğin içinde mürekkep şişesi olan şu mukavva kutuyu alalım ele, iyice belirtmeye çalışmalıyım, önceden bu kutuyu nasıl görüyordum, şimdi nasıl..."

Bulantı, varoluşçu yazar/düşünür Jean Paul Sartre'ın belki en bilinir romanı. Hem varoluşçu düşünceyle ilgilenenler için yol gösterici bir kaynak hem de edebiyat severler için mükemmel bir roman, aynı anda hem kuramsal hem de edebi bir eser. Roquentin isimli anlatıcının günlüğü şeklinde yazılan bu romanda, Roquentin'in anlam arayışlarını, gündelik hayatta üzerine düşünmeden geçip gittiğimiz "şey"leri sorgulamasını, ilginç bir ilişkisi olan sevgilisi Anny'i beklemesini, etraftaki insanları, eşyaları gözlemleyişini ve yazdıkça, anlamlandırdıkça ve anlamlandıramadıkça içinde oluşan Bulantı'yı okuyor, okurken Roquentin'le birlikte düşünüyorsunuz, hiç elinizi bir masanın üzerine koyup da sizden bağımsızken ne kadar da anlamsız olduğunu düşündünüz mü bilmem ama düşündüyseniz size yakın bulmanızın işten bile olmadığı bir roman karakteri daha var.

Romanda olay örgüsünden ziyade karakterin düşünce yapısı öne çıkarıldığından sizi meraklandıracak ve romanı tanıtacak daha çok cümle kuramamaktayım, bu yüzden son bir alıntı daha ekliyorum:


"Anny, zamanın sunabileceği her şeyi zamandan koparmasını bilirdi. O'nun Cibuti'de, benim de Aden'de kaldığım sıralarda, bir günlüğüne onu görmeye giderdim. Dönüşüme bir saat kalana kadar Anny, yirmi dört saatin yirmi üçünü boş yere harcatmak için bir yığın tatsızlık çıkarırdı. Saniyelerin tek tek geçtiğini insan işte bu son altmış dakikada anlar, duyar. Bu korkunç akşamlardan birini hatırlıyorum şu an. Geceyarısı dönmem gerekiyordu. Bir yazlık sinemaya gitmiştik, ikimiz de umutsuzduk. Ne var ki zamanı yöneten oydu. Saat on birde, asıl film başlarken, tek bir sözcük söylemeden elimi avuçlarına alıp sıktı. Buruk bir kıvançla dolduğunu duydum yüreğimin ve hiç bakmadan, saatin on bir olduğunu anladım. İşte bu andan sonra zamanın dakika dakika akıp gidişini duymaya başladık. Bu kez üç aylığına ayrılıyorduk birbirimizden. Bir ara beyaz perdede ışıklı ak bir görüntü belirdi, bu yüzden salondaki karanlık azaldı, Anny'nin ağladığını gördüm. Sonra tam geceyarısı, son bir kez iyice sıktıktan sonra bıraktı elimi, kalktım, tek bir söz etmeden ayrıldım. En güzeli buydu."


Related Posts with Thumbnails