29 Temmuz 2010 Perşembe

The Magus ya da Büyücü ya da Cesaretin var mı?

Tatil için seçtiğim ikinci kitap John Fowles'dan Büyücü'ydü. Yoğun, karanlık, hazmı zor bir roman bu. Ama çok da güzel. Komadaki Sevgilim gibi "ah modern insan modern hayat, nasıl da bayat" diye maval okumak yerine, "modern insan böyleyken böyle, senin bu hayatı yaşamaya ve anlamaya cesaretin var mı genç?" diye soruyor Fowles'un muhteşem karakteri Conchis. Ve biz de hemen bir heves koşuyoruz peşinden, tıpkı genç ve basiretsiz Nicholas Urfe gibi.

"Hayatını bir kere bile riske atmamış bir genç adam hem aptaldır hem de korkak" ama Nicholas henüz bunu bilmemektedir. Pür ingiliz kahramanımız, 20'li yaşlarının sonunda, bir baltaya sap olamamış, ailesiyle pek hoşlaşmayan, kendini kinik diye nitelendiren (herhalde bütün kitaptaki en majör çeviri hatası, "sinik" olacak canım o), bu dünya boş, tanrı manrı yalan, ben de aşka aşık bir herifçioğluyum, zaten de elimi sallasam ellisi diye diye gezinen klasik delikanlı modelidir. Şiir yazdığı için şair, zeki ve yakışıklı olduğu için de bulunmaz hint kumaşı olduğuna kanidir. Yani hepimizin yakından bildiği gençlik yanılgıları içinde debelenmektedir ki Alison adlı avusturalyalı hatunla tanışır. Alison içi dışı bir, hoş ve zeki bir kızdır, Nicholas'ın ne olup ne olmadığını net şekilde gördüğü halde sever onu. Bizimki de aslında aşık olur ama kabul etmez, kızın anti-ingiliz huy ve tavırlarını küçümser, dert edinir. Sanki gönül eğlendirirmiş gibi yaşar ve sonra da ingilizce hocalığı yapmak üzere ücra bir yunan adasına gider. Orada bu aşktan ve Londra'nın gri havasından kurtulacaktır sözde. Ancak adada gizemli bir milyonerle, Conchis'le tanışır ve bir anda kendini sanki sadece kendisi için sergilenen ve kendi tepkilerine göre düzenlenen bir tiyatro oyununun, yeni bir gerçekliğin içinde bulur. Şans ("Plan yok. Her şey şans"), gülümseyiş ("Gülüşün anlamı budur işte: Olmaması mümkün olan şey vardır"), kendini kabul etme ("Sen beğenilmek istiyorsun" der Conchis, "Bense yalnızca var olmak.") Nicholas her bir hayat dersiyle kalesine gol üstüne gol yağdıran maestro Conchis'e güvense mi güvenmese mi bilemezken bir de önüne sürülen yeni ve idealize bir genç kıza gönlünü kaptırır ve olaylar gelişir...

"Erkekler nesneleri, kadınlarsa nesneler arasındaki ilişkiyi görür." der Conchis, "Savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir psikozdur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri. Ekonomik ve tarihi durumumuzla ilişkilerimizi. Ve en çok da hiçlikle ilişkimizi. Ölümle."

Burdan yola çıkarak ilişkilerin doğası hakkında epey şey kaparız Conchis'ten. Ama Nicholas kendini şansa bırakmaya ve derslerini hazmetmeye pek de hazır değildir. Daha en baştan gerçekle olan ilişkimizin sınandığı bir oyunda olduğumuzu anlarız biz de Nicholas gibi. Çünkü "Kibarlık istemiyorum" der Conchis, "Kibarlık daima, başka türden gerçeklerle yüzleşmenin reddini barındırır içinde." Kendine sınırlarının ötesinde hedefler koymanın, kendine karşı geliştirilen hipermetropluğun, mutsuzluk ve verimsizlik getireceğini savunur Conchis ve "en temel parçanın gerçek olduğunu söyler. İki insanın zihinleri, ruhları arasında kurduğu güven olduğunu. Asıl sadakatsizliğin cinsel sadakatsizliği gizlemek olduğunu. Çünkü birbirine aşık iki insanın arasına asla girmemesi gereken tek şey yalandır."

Conchis'in savaş sırasında "özgür olmayacaksam yaşamaya değmez" diyerek ölmeyi seçen biriyle ilgili olarak söyledikleri ise beni en çok etkileyen kısımlardan biriydi sanırım: "Benimkine tamamen ters düşen bir dünyadan konuşuyordu. Benimkinde hayatın bir bedeli yoktu. Öyle değerliydi ki, kelimenin tam anlamıyla paha biçilemezdi. Onunkindeyse yalnızca tek şey paha biçilemez değerdeydi: Özgürlük."

Romanın sonunda, bütün oyunlardan, yanılgılardan ve uyanışlardan sonra Nicholas "Yetişkinlik bir dağı andırıyordu" der, "ve ben bu olanaksız ve tırmanılamaz buzdan kayalığın dibinde duruyordum: Kimseye gereksiz yere acı çektirmemelisin."

Kitapta Fowles'un kısa bir sonsözü de var. Oradan öğreniyoruz ki Fowles'un ilk romanıdır, bir tür ergenlik romanıdır Büyücü. Yetişkinliğe adım atarken yaşanan her tülü psikolojik bocalamanın, gerçek bir ilişki kurabilmenin zorluklarının, benliğin derin ve dipsiz labirentlerinde bir ses, bir ışık aramanın romanı bence Büyücü. Kendine sadık olabilmenin romanı. Çünkü Conchis'in dediği gibi "İnsan soyu önemsizdir. İhanet edilmemesi gereken insanın kendisidir."

Kitaptan son bir şiirle bitireyim:

Keşfetmenin peşini bırakmamalıyız
Ki tüm bu keşiflerimizin sonunda
Başladığımız yere varmış
Ve o yeri ilk defa anlamış olacağız.

(T.S. Eliott)


Gözünü sevdiğim İngiliz edebiyatı! Ne zaman hem sağlam ve çok boyutlu bir kurgu, hem beni benden alacak karakterler, hem de dört başı mamur bir gerilim istesem imdadıma yetişiyor. 



Eser: Büyücü
Çeviren: Meram Arvas
Yayınevi: Ayrıntı
679 sayfa










28 Temmuz 2010 Çarşamba

Buhran için yaşamak, veya yaşamak için buhran

İşte yaşamını intiharla noktalamış bir yazar daha: Sadık Hidayet. Ve onun pek az bilinen ama başyapıt kabul edilen, buhranlarla dolu, geçmiş-gelecek-bugün'ün karmakarışık iç içe geçtiği, şiirsel anlatımı ile ruh halinize göre sizi beğeni ile dolu bir buhrana veya can sıkıntısına sürükleyecek novella'sı : Kör Baykuş, orjinal adı ile Buf-i Kur.

Kör Baykuş  yaşamını kalemlerin üzerine desenler çizerek kazanan bir resim sanatçısının hayal-gerçeklik arasında gidip gelen dünyası ile açılıyor, sonrası tam bir karmaşa. Herşey belirsiz, kişiler, olaylar, zaman.. hepsi bir dönüşüm içerisinde. Yazarın ölüm takıntısı, adeta kitabın sayfalarından akıp üzerinize yapışıyor. O yapış yapış umutsuzluk, çaresizlik, ölüm korkusu, bunalımlar, 95 sayfada nasıl birleştirilebilirse, yazar en güzelini becermiş, birleştirmiş. Öyle sıkı birleştirmiş ki arada doşluk dahi bırakmamış. 

Belki de ilk kez kitaptan çok yazardan bahsetmek istiyorum sizlere. Sadık Hidayet yaşadığı dönemin (1903-1951) koşullarına göre oldukça sıradışı bir insan. Çok zengin bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ama hep mutsuz yaşamış. En ilginci de vejeteryan ve hayvan hakları savunucusu  olması. Vejeteryanlık üzerine bir kitap bile yazmış !- evet cidden bu konu ile ilgili, öyle roman falan değilmiş yani, vej. yaşamın faydaları gibi bir kitapmış bu-  ayrıca Kör Baykuş ta  kesilen hayvan ve insan etleri ile ilgili betimlemelerden yazarın hayvanların kesilmesinden duydugu mutsuzluk hissediliyor. 

Hidayet genç yaşında İrandan Paris'e gitmiş ve orada defalarca değişik şekillerde intiharı denemiş. hatta bir seferinde köprüden nehre atlamış ve köprü altında sevişen bir çift tarafından kurtarılmış. en niyaheyinde inatçı Hidayet, sadece ve sadece havagazı ile intihar edebilmek için gaz tesisatı olan bir daire kiralayarak, başını fırına sokup gazı açmak sonucunda intiharı başarmış.

Aslında Hidayet'in eşcinsel olabileceğini düşündüm, ama bu konuda bir bulgu yok.

Sizlere Kör Baykuş'u okuyun, eğleneceksiniz, akıcı, sürükleyici, süper demek isterdim ancak diyemem. ama bu kadar naif, zamanının ötesinde, kendi ülkesinde bile değeri bilinmemiş bir yazarın, bir sanatçının zihninde bir belirginleşen bir kaybolan ölüm, kader, yaşam ve diğer kavramlar hakkında düşünebilmek için okuyun Kör Baykuş'u.  Biraz Ahmet Haşim'i anımsatacaktır, o denli karamsar, içe dönük ve şiirsel.

ama tavsiyem, mümkünse yazın okumayın. bu sıcaklarda iyice bunalabilirsiniz. Zaten adamcagız da bütün bir ömür bahar yüzü göremeden kış yaşamış ..siz de varın onun kitabını kış mevsiminde okuyun. Behçet Necatigil çeviri ve önsözü ile basılmış, YKY'den. Bu arada tahmin edeceğiniz üzere, kitap İran da tabi ki yasakmış...

İyi okumalar..

27 Temmuz 2010 Salı

Komadaki Sevgilim uyansa da bir uyanmasa da...

"Yiyemeyeceğin boku kaşıklama" diye bir laf vardır, seviyeli blog'umuzun seviyesine bu pek seviyesiz girizgahla gölge düşürmek istemezdim ama Douglas Coupland'a tavsiyem bu. Neden ama neden olgunlaşamıyor bu Yeni Dünya yazarları? Kitabın eleştirisinden yine kıtanın eleştirisine kayma tehlikesi içindeyim, tutamıyorum kendimi. Kuzey Amerika, bu lafım sana: İşin gücün lafı sakız gibi çekip çekip uzatmak, kendince espiri saydığın absurd benzetmelerle bezemek, gerçek bir duygunun kıyısından dahi geçemeden eveleyip gevelemek, büyük beklentiler yaratıp hiçbirini tatmin edemeden mıymıy sönmek gitmek. Çok sevilen bir kitap vardır, bence Kuzey Amerika edebiyatının ve bütün bu saydıklarımın özeti: Parfümün Dansı. Tamam, çok ilginç başlayan, hoş bir hikaye. Ama ben yarısından itibaren fenalıklar geçirmeye başlamış ve o "en orijinal ben olucam" takıntısından kusma noktasına gelmiştim çoktan. Sanki tamamı kötü bir amerikan filmi türkçesiyle konuşuyordu kitabın: Hey dostum, yorgun görünüyorsun, kendine bir içki almak istemez misin?

Lafım çeviriye değil, yanlış anlaşılmasın, içeriğe. Bu kıtanın edebiyatında bana hiç uymayan, pek plastik ve pek yapay kaçan bir ton, bir tarz, bir bi şey var. Aha Douglas'ın sorunu da bu. Daha doğrusu onun bir sorunu yoktur herhalde de benim onunla sorunum bu. Hadi bu kitabı Vancouverlılar beğensin,  Connecticutlılar beğensin, ama Ege from Turkey nasıl beğensin? Kanadalı sıradan bir liseli genç olan Richard'ın kız arkadaşı geleceğe dair çok kötü şeyler gördüğünü mırıklanıp sonra da çat diye komaya girer ve 17 yıl mı ne komada kalır. Üstelik bu arada Richard'la ilk ve son sevişmelerinden bir de çocuğu olur. Sonraki chapter'lar boyunca, geride kalan sıradanötesi arkadaş grubunun tüketim kültürü, showbiz, alkol, uyuşturucu ve kendini bilmezlikle mücadelesini okuruz. Ama etkilenir miyiz bilmem. Sonra bütün dünya vatandaşlarını öldürüp bizimkileri sağ bırakan bir felaket olur ve bütün bunların neden ama neden olduğunu açıklar kitap. Orda artık küfür etmek isteriz. Paranormal soslu varoluşçu felsefe esanslı sevgi pıtırcıklanması şeklinde bir yemin edilmesiyle biter bu lüzumsuz eser. Dünya eski haline döner ve bizimkiler de bundan böyle duyarlı bireyler olacaklarına ve sistemi yıkacaklarına and içerler. Aferin, ne mutlu onlara.

Acaba diyorum bu Kuzey Amerikalılar sadece kötü eğitim sistemlerinin ve cehaletlerinin kurbanı mı, yoksa harbi harbi "düşünce romanı" yazmayı teenager bir buhran olarak mı yaşıyorlar hala? Hani yazarın gençliğine vereyim desem adamın epey sonraki bir kitabını da geçen yaz okumuştum: "All families are psychotic" Onun da bundan geri kalır yanı yoktu. Galiba o taraflardaki aile, sevgi, dostluk, fedakarlık gibi genel kavramların tanımlarıyla derdim var benim. Bütün bunların içini gerçek duygularla yeterince dolduramadıklarını düşündüğüm için en baba karakterler bile çok karton kalıyor gözümde. Sevgileri yapay, mutlulukları yapay, acıları yapay. En nihayetinde yersiz bir şaka patlatarak veya bir içki alarak bütün her şeyi unutmayı başarabiliyorlar. Kendi kendileriyle, kendi insanlıklarıyla bağlantıları kopmuş sanki. İnanmıyorum hiç bir şeylerine. İnanmayınca empati duyamıyorum. Empati olmayınca da edebiyat bitiyor benim için.

Eser: Komadaki Sevgilim
Yazar: Douglas Coupland
Çeviri: Zeynep Akkuş
Yayınevi: Parantez
262 Sayfa

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Erkeğin geyşası olmak ya da olmamak

Yazın şu enfes günlerinde  hala okumamış olan varsa diye tam bir yaz kitabı tavsiye edeceğim bugün sizlere. Tatile çıkarken yolda veya sahilde yatarken okumak için birebir; Biraz kadın kitabı tadında olsa da erkekler de okuyabilir : Bir Geyşanın Anıları / Memoirs of a Geisha 'yı

Magazin dergilerinde varoştan gelme güllerin "erkeğimin geyşası olurum" beyanatlarının henüz geyşalığın balta girmemiş ormanlarına dalıp düzen bozamadığı bir zamana götürüyor bizi hikaye. Geyşalığın naif, kırılgan ve fedakarlıklarla dolu dünyasına dalıyoruz. İkinci dünya savaşı öncesi, sıradışı mavi gözlere sahip bir kız çocuğu olan Sayuri'nin yaşamını okuyoruz, geyşalığa uzanan zorlu yoldan nasıl geçtiğini.. Renkli kimonoları kazanabilmek için ne gibi fedakarlıklar gerektiğini.. Daha kıdemli geyşaların çömezleri nasıl ezdiğini okuyoruz kitapta. geyşalar aşık olur mu, nasıl yaşarlar, neler yaparlar, erkeklere sundukları hizmetler nedir, ne koşullarda sunulur,  tüm bu soruların yanıtlarını öğrenebiliyorsunuz zaten gayetle gerçek bir geyşanın yaşam öyküsünden oluşmuş kendileri. Yazar Arthur Miller  Japonyanın en ünlü Geyşalarından birinin anılarını referans alarak hazırlamış kitabı.

Okuduktan sonra Japonların ne kadar kendilerine has, ne kadar orjinal bir kültürleri olduğunu düşünmemek elde değil.  Geyşalık denilen şeyin gerçek amacı gerçekten çok etkileyici ve kadının modern hayattaki yeri üzerine uzun düşüncelere gark edebiliyor insanı. Kitabın bir de filmi var ve oldukça başarılı bir uyarlama olduğunu düşünüyorum. Gerçi filmin başrolunde Çinli bir aktristin oynamasına Japonlar muhakkak bozulmuştur ama olsun.
Erkeğinizin geyşası olun ya da olmayın, Kadınınızdan geyşalık bekleyin ya da beklemeyin, herkese iyi okumalar.

Gözyaşı Sarayı | Alev Aksoy Croutier

Amerikada yaşayan Alev (Lylte) Aksoy Croutier tarafından yazılmış olan Gözyaşı Sarayı bir romandan çok bir öykü gibi.. Kitabın  Amerikada bir Best Seller olduğunu belirtmişler arkasında -önüne yazmamaları ilginç-. Ayrıca Isabel Allende'nin övgülerini yazmışlar ön kapağa.

Isabel Allande gerçekten böyle dedi mi? Kitabı okuduktan sonra bunu merak ettim; ikinci bir Kayıp Gül vakası ile karşı karşıya mıyız? diye. Ama gerçekten de bu övgüler edilmiş : şu linkten detayına ulaşabilirsiniz.

Ancak ben bu kitaba ısınamadım; romandan çok kısa kısa bölümlerle birleşmiş uzunca bir öyküydü.

Hikaye, Casimir isimli bir Fransız'ın, Paris'te bir dükkanda, bir gözü sarı bir gözü mavi bir kadın resmi görüp kadına tutulması ile başlıyor. Casimir, bu kadını rüyalarında görüyor sürekli ve onun uğruna karısını, çoluk çocugunu bırakıp kendisini İstanbula sürükleyecek bir yolculuğa çıkıyor. Burada, nihayet renkli gözlü sevgilisi "La Poupe" ile karşılaşıyor ...

Eh, hikayede de çok orjinal bir şey yok aslında. Bu açıdan şanslı bir kitap olduğunu düşünüyorum Gözyaşı  Sarayı'nın. Sürükleyicilik bakımından bir sıkıntısı yok, bölümler kısa kısa olduğu için çabucak bitiyor. En büyük sıkıntım karakterler  oldu, ana karakter dahil hiçbir kişiliğe derinlemesine dalamıyoruz, karakter betimlemeleri yüzeysel kalıyor. Casimir sadece tutku, La Poupe yalnızca masumiyet? hiçbiri üç boyutlu değil gibi, belki bu masalsı havadan da kaynaklanıyor olabilir. Ama bir bestseller dan biraz karakter derinliği beklemek de çok degil herhalde.

Kitabın bir de filminin çekildiği söyleniyor, yönetmen Binnur Karaevli Nicole Kidman / Javier Bardem / Monica Belluci / Clive Owen gibi isimlerden bahsetmiş.(link) Ne diyelim, inşallah olur da biz de Hollywood a girmiş oluruz.. Filmin akıbeti nı imdb den araştırdım ama herhangi bir bilgi bulamadım. Umarım önümüzdeki günlerde neler olup bittiğini öğreniriz bu konuda.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Son İstanbul


Murathan Mungan'ın, hikayelerini anlattığı kişiler size tanıdık gelecek. Yine hayata dair şahane tespitleriyle, sizi içine alıp, başka yerlere götüren hikayeleriyle; bittiğinde üzüleceğiniz bir kitap.

Zamanında zenginliği ve güzel hayatı görmüş köklü bir ailenin gittikçe fakirleşmesi ve elinde sadece birbirlerine besledikleri kırgınlıkların kaldığı bir hikayeyle başlıyor. Herkes, yapamadıkları ve yaptıkları için önce kendisini sonra diğerini suçluyor. Sonu gelmez kızgınlıkları böylece yaşatıp, teker teker gidiyorlar. Arkalarında hep bir acı bırakarak.

Diğer hikayeler birbirleriyle bağlantılı. Eşcinsel bir çevrede, her biri farklı bir geçmişi sırtında taşıyan, hayatın acısını birbirlerinden çıkaran insanların hikayesi.

Kendisiyle ve geçmişiyle barışamayan insanların içlerinde sürekli büyüyen öfke, tüm kitabın ortak noktası. Geçmişiyle yüzleşen ama affedemeyen insanların çırpınışlarını güzel bir kurgu ve akıcı bir dille anlatmış yazar.

Her Dağın Gölgesi Deniz'e Düşer


Evrim Alataş'ın bu romanını, kimi zaman gülerek kimi zaman gözleriniz buğulanarak, içiniz acıyarak okuyacaksınız.

Öyle güzel, masalsı bir dille anlatmış ki; 1960-70 döneminde doğduğu Alevi Kürt köyünde yaşananları, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan'ın ve o köyde doğup, büyüyen Teslim Töre'nin hikayelerini, 12 Eylül'ü, Nurhak'ı.

Gencecik insanların kaybı, ailelerin parçalanışı, inancın, kendini adamanın böylesini okuyup, duygulanacaksınız. Bir yandan köy yaşamı gözlerinizin önünde canlanacak, kadınların yaşadıklarına, üstlendikleri role tanık olacaksınız. Köye özgü küfürler, çocuklara devrin etkisiyle verilen Fidel, Stalin gibi isimler gülümsetecek sizi.
Bir grup insanın, her türlü zorluğa ve duygusal-fiziksel baskıya rağmen direnişi, asimile olmamak için verdiği savaş, özünü koruyuşu etkileyecek sizi, hayatı sorgulatacak. 

Gencecik yaşta hayatını kaybeden bu dili, aklı güzel yazarı, daha yazacağın, okuyacağımız çok şey vardı, diyerek uğurlayacaksınız.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Domuzları Tekmeleyen Çocuk | Tom Baker

  

İşte gerçek bir Doğan Görünümlü Şahin! Rafta gördüğünüz ve incelediğinizde, fevkalade bir çocuk kitabı görüntüsü verebilecek ama aslında hiçde öyle olmayan, bazı büyüklerin bile yer yer okumaktan rahatsız olacağı grotesk/absürd ama nasıl oluyorsa çok eğlenceli bir kitap!

Domuzları Tekmeleyen Çocuk / The boy who kicked pigs  ingiliz eski aktör- yeni yazar Tom Baker'ın kitabı. Kitap oldukça eğlenceli başlıyor ancak sonu sağlam bir mide istiyor! Ben o kadar kaptırdım ki okurken, ciddi ciddi ürpermekten kendimi alamadım. Yazar da sağlam physco imiş doğrusu, nasıl bir sondu o öyle!

Çok kısa bir kitap, romandan çok uzun bir öykü gibi. Kitabın her sayfası bir sayfa yazı-bir sayfa resim düzeninde, bu yüzden çocuk kitabı sanılması çok muhtemel. Ama sizi uyarıyorum bu kitabı sakın çocuklarınıza okutmayın, çocuğa hayatının travmasını yaşatmayın..

Kitabımızın konusunu  özetlersek; Robert Caligari,  çok kötü niyetli bir çocuktur. Ablasının corn flakes'ine tükürmek onun yaptıgı en masum harekettir! Domuzları tekmelemeyi hobi edinmiş olan Robert, insanları kaosa sürüklemeyi ve sonra yarattığı kargaşanın karşısına geçip marifetini izlemeyi sever. Ancak bugün Robert Caligari'nin son günüdür, bugün ölecektir! 

Robert Caligari'yi tanıdıkça ondan tiksinecek ve insanlara acıyacaksınız :) Yazarı da bu denli grotesk bir kitap yazdığı için tebrik edebilirsiniz. En hüzünlü/tiksindirici/acınası durumların bile içine gülümsemeler serpmeyi başarmış; bu da bir nimet!

20 Temmuz 2010 Salı

Ayna Çarpması | Murat Özyaşar

Cumartesi günü zorunlu bir bekleyişim vardı ve tabi ki bir kitapçıya sığındım. Yeni çıkan kitapları incelerken insan zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. İki kitap aldım, birisi fevkalade bir ingiliz kitabı olan "Domuzları Tekmeleyen Çocuk", diğeri ise Murat Özyaşar'ın Ayna Çarpması.

Öykü kitabı olduğu için, kolayca, kafa dinlendirerek okuyacağımı sanmıştım; aman ne yanılmışım! 

Ayna Çarpması, inceliğinin sizi yanıltacağı ölçülerde derin bir kitap. Her biri felaket etkileyici ruh halleri betimlemeleri ile dolu kısa öykülerden oluşuyor. Birinci tekil şahısla yazılmış bu öyküler karamsar bile değil aslında...sadece gerçek. Öyle gerçek ki, gerçek olabileceklerini, hatta olmuş olduklarını düşünmek, insanı hüzünlendiriyor.

Kitabın en başında;
"Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum." cümlesi var.

Sonu  ise, 
 "Bu sabah aynaya baktım kimseyi göremedim." diye bitiyor.

Her yönü ile etkileyici, öykü'nün gücüne inanmanızı sağlayan bir kitap.  Zaten 2 de ödülü var kitabın. Yunus Nadi Öykü ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü...


Murat Özyaşar  bu kitaba değin Varlık, Adamöykü, Yaratım gibi dergilerde öykülerini yayınlatma şansı bulmuş bir edebiyat öğretmeni. Daha yalnızca 31 yaşında. Kitabı okuduktan sonra bunca  anlam derinliğinin  bu yaşta biri tarafından yaratılmış olmasına şaşırabilirsiniz...

Benim tavsiyem çok kasvetli bir ruh halinde okumamanız. Hiç karşılaşmadığınız yaşamlar, hayal etmediğiniz hüzünleri yakalamış ve biriktirmiş yazar, insana dokunmaması abes olur  zaten..

İyi okumalar.

15 Temmuz 2010 Perşembe

İçinizdeki o sevilmeyi bekleyen genç kızı bulup sömürmeye and içen nadide bir seri: Twilight

Alacakaranlık Serisi veya her ne kadar ona "Saga" demeye dilim varmasa da Twilight Saga olarak bilinen 4 kitap, bir mormon ve amerikalı olan Stephenie Meyer tarafından yazıldı. Kitapla ilgili fikrimi, ilk cümleden ve başlıktan zaten anlamışsınızdır. Evet kemerlerinizi bağlayın ve arkanıza yaslanın. bugün bir kitabı daha yerin dibine sokup çıkaracağız.

bu tarz Chick-lit kitapların savunulan tek bir faydası var, gençleri okumaya sevk etmeleri. İyi ama, bunu okuyan ve seven genç, buna bir "aşk destanı" diyen genç, hiçbir zaman Uğultulu Tepeleri eline alıp okumaz ki. Ne de olsa içinde cool vampirler yok ve bilmemkaç sene önce geçiyor değil mi? Eh, onlar da haklı.

Twilight bence bir pazarlama harikası. Yazarın tek bir konuda hakkını yiyemem, o da kitabın sürükleyiciliği. İnanın kitabın kapağını kapattıktan sonra aklınızda tek birşey kalmıyor. Yani ne bir duygu, ne bir cümle, ne de etkileyici bir yorum. Ama kitabı bir çırpıda okuyor ve okurken de zevk alıyorsunuz. Tabi ben bunu bir kadın olarak söylüyorum, erkeklerin bu kitapta birşey bulacagını sanmıyorum.

Zaten işin komik yanı da bu. biz kadınların içinde sevilmek ve beğenilmek isteyen bir genç kız yok mu? var. İşte bu kitabın kahramanı adı bile buram buram soap opera kokan Bella Swan, çok özelliği olmasa da yakışıklı vampiri ve delişmen kurtadamı kendine aşık etmeyi beceriyor. Biz de napıyoruz? kendimizi Bella nın yerine koyuyoruz. onunla heyecanlanıyor, umutlanıyor, iç geçiriyoruz, vay be!

İşte tüm bunların üstüne, bir de filmlerinin yarattıgı tantanayı ve raflarda satın alınmayı bekleyen albüm/kalemlik/t-shirt ve daha binlerce çeşit Twilight ürününü görünce sinirden sayfaları koparıp çiğneyesim geliyor. bu edebiyat değil ki, bu sadece reklam.. bu sadece idealize kahramanlar yaratıp insanları tüketmeye sevketmek. çocukların, gençlerin aklını boyamak. İnternette biraz aratın, team edward-team jacob diye bölünüp kavga eden fanlar mı istersiniz, edward diye yırtınan kızlar mı. İnsanları kendinden geçirecek kadar kuvvetli olan hiçbir şey yok bu kitapta ki kardeşim. Asıl mesele bu kızların herbiri hayattan delicesine bir Edward bekliyor.

İşte ben bunu sevmiyorum...
Stephenie Meyer iyi bir yazar mı? Bence Harlequin serisi potansiyelinde iyi. Ama  Vampir furyası adı verebilecegimiz serileri bana kitap diye getirmeyin! Vampir Lafı geçmişken değinmeden edemeyecegim  Charlaine Harris in True Blood serisinin de sadece ilk kitabını okudum - gerisini okumayı düşünmüyorum- ama o bile bence Twilight dan daha iyiydi.

Ayrıca yazarın mormon inançlarının su yüzüne çıktıgı bir anda kitapta, kızın babası "evlenmeyeceksiniz de günah içinde mi yaşayacaksınız" tadında birşeyler söylüyordu, burda olsa kıyamet kopar ama amerikada sanırım şeriat tehlikesi olmadığından çok kimse sallamamış!

Sonuç olarak nereye baksam vampir görüyorum Neriman..
tüm kitapçılarda birsürü vampir kitabı var ve sanırım bunların  -en azından -Türkiyedeki patlamasına Twilight sebep oldu. İlla dogaüstü ve gizem okuyacaksanız Kuziciklerim Neil Gaiman var, H.g. Wells var, Rowling var... Aşk istiyorsanız klasiklerde en bir şahane örnekleri var. Twilight ne ilk ne son pazarlama harikası, Yaşar Kurt olmak ve "paranı verme annee!" diye bağırmak istiyorum!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Noel Kekinin Gizemi - The Adventure of the Christmas Pudding | Agatha Christie

Eğer siz de benim gibi, Poirot'un buluduğu bütün kitapları okumuş olmanın hüznü ile Agatha Christie dolu raflara iç geçirerek bakanlardansanız, türkçeye yeni çevrildiğini sandığım bu kitap ilacınız olacak.

Her biri birer kitap haline getirilebilecek kadar güzel 5-6 tane hikaye var bu kitapta. Düş, Noel Kekinin Gizemi, Sarı Süsen hikayelerden bazıları. Hepsinin başrolünde Poirot var elbette! Uslanmaz bir gizem çözme meraklısı olan belçikalımız kimi zaman sahte cinayet tertiplerine, kimi zaman gerçekten dikkatle planlanmış cinayetlere tanık oluyor ve tabi ki olayı her zaman en ince ayrıntısına kadar çözüyor.

Kitaptaki en hoş hikaye bence : Düş

Özellikle bir kitabı baştan sona okumaya konsantrasyon ve vaktiniz yoksa, ama şöyle kısa kısa ve ara ara okuyayım diyen bir polisiye meraklısı iseniz, bu kitap tam size göre. İyi okumalar..

13 Temmuz 2010 Salı

Sisters Of The Moon Serisi'nin İlk Kitabı; Cadı!


Geçen hafta annemle kendimizi kaybedip çılgın kitap alışverişi yaptık. Öyle zamanlarda onu da alayım, onuda alayım, bu kitabın kapağı çok güzelmiş bunu da alayım gibisinden psikolojiye sahip oluyorum. Evet sadece kapaklarını beğendiğim için aldığım çok kitap var itiraf ediyorum.

Şimdi bu kitabın kapağı etkileyici ve merak ediyorsunuz. Ben alırken seri olduğunu bilmeyerek aldım. Özellikle de, şu son zamanlardaki vampir temalı serilerden kaçıyordum, tam göbeğine düştüm farketmeden.

Kitaba baktığımız zaman çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Hatta çok basite kaçmış, çocuksu bakış açısıyla yazılmış olduğunu söyleyebilirim.
Ama konunun Seattle'da geçiyor olması, bahsedilen müzikler, ilgimi çekti.

Konu Seattle'da geçiyor, D'Artigo kızkardeşler yarı peri, yarı insan ve aynı zamanda birisi cadı, diğeri kedi kadın, en küçükleri de sonradan olma vampirdir. Nasıl yani dediğinizi duyar gibi oluyorum ama kitapta tek boynuzlu atlar, gargoyleler, cinler, ejderhalar(ki sonradan seksi bir adama dönüşebilen bir ejderha), cüceler artık ne ararsanız mevcut.
Bu dünya'da yaşayıp Ödha'ya ajanlık yapıyorlar ve aynı zamanda öteki dünya dedikleri periler dünyasından gelmişler.

Ve dünya ve Öteki dünya cinlerin saldırısına karşı ciddi bir tehlike altında, ve güç mühür yüzüklerini bulup cinleri öldürmeleri gerekiyor.

Evet anladığımız üzere yazar birçok kitabın etkisinde kalmış. Ama kitabı her ne kadar çok tutmasam da merak ettim seri'nin diğer kitaplarını. Az çok tahmin edebiliyorum gerçi olacakları ama eğlendim bir yandan da.

Aynı zamanda nette bir küçük çaplı araştırma sonucunda yazarın bloğunu buldum. Dediğim gibi müzik zevki iyi.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gökyüzünden dev bir pasta gelseydi...

İtalyan çocuk edebiyatının babası Gianni Rodari'den muhteşem bir çocuk romanı! Zaten isim süper: Gökyüzünden Gelen Pasta. 30 yaşında olmama rağmen hemen tavlandım, atlayıp aldım. 2 günde de bitirdim. Uzun zamandır okuduğum en "gerçek" çocuk kitabı. Şöyle ki yeni çocuk edebiyatında (ve tabi yeni pedagojik gidişatta) çocuklara gösterilen -bence- gerçekdışı hürmet ve nezaketten eser yok içinde. Annelerin söz dinlemeyen çocuklarına tokadı bastığı, babaların bağırıp çağırdığı ve çocukların altı delik spor ayakkabılarla kırda bayırda koşup oynayarak gerçekten çocuk olduğu bir hikaye Gökyüzünden Gelen Pasta. Bu bakımdan biraz daha bizim jenerasyona hitap eden bir kitap bence.

Hikaye, Roma'nın Trullo mahallesinin tepesinde bir sabah vakti peydah olan tuhaf bir "uzay gemisiyle" başlıyor. Marslıların saldırmak üzere olduğuna inanan devlet büyükleri hemen acil durum alarmı veriyor. Kimse evinden çıkamıyor. Elbette kahramanlarımız Paolo ve Rita kardeşler dışında! Paolo uzay gemisi teorisine inansa da Rita bunun bal gibi de pasta olduğundan emin. İddiaya girip birlikte Trullo'nun en yüksek tepesine, pasta-gemiyi kontrol etmeye gidiyorlar. Hatta yanına gitmekle kalmayıp içine bile giriyorlar ve olaylar gelişiyor.

Kitabın bize tanıdık gelecek bir diğer noktası da devlet büyüklerinin otoriter, paranoyak ve beceriksiz tabiatları. Her sorunun bir kriz masasıyla daha da büyütülerek ölçüsüz tepkilerin geliştirilmesine vesile olması. Bir çocuk romanı olmakla birlikte, politikanın ve bilimin araçsal akla teslim oluşunu çok iyi anlatıyor Gökyüzünden Gelen Pasta. Bir meselesi var yani. Bu bakımdan da suya sabuna dokunmayan çocuk romanlarından hemen ayrılıyor.

Kardeşlere, kuzenlere, yeğenlere mutlaka alınması gereken bir eser.


Gökyüzünden Gelen Pasta
Yazar: Gianni Rodari
Çeviren Eren Cendey
Yayınevi: Can / Çocuk
104 sayfa
7 TL

Ayrıca 1970 Andersen ödülü sahibi...

9 Temmuz 2010 Cuma

Kaybeden Hepsini Alır | Graham Greene


Orjinal adı ile Loser Takes All, İngiliz Yazar Graham Greene imzalı, ipincecik ve bir solukta okunan bir kitap. 1955 senesinde yazılmış olan kitapta, aynı o dönemin filmlerinde olduğu gibi, herşey çok masum..Aldatma, kumar, hile..Hepsi bugün olduğundan o derece farklı yazılmış ki, insan bunun yazarın algısı mı yoksa dönemin halet-i ruhiyesi mi olduğunu merak ediyor!

Kitabımız, kendisinden 20 Yaş küçük Cary ile evlenmek üzere olan Bertram'ın, patronu tarafından "Gel Monte Carlo'da evlen, benim yat senin sayılır" diyerek baştan çıkarılması ile başlıyor.Bertram müstakbel eşini de alıp, Monte Carlo yolunu tutuyor, ancak o da ne? Patronu geç kalmıştır! Bundan sonra, Bertram kendini kumar masalarında buluyor. Kumarda, herkesin, çalışacağına emin olduğu bir "sistem" i var. Matematiksel olan bu sistemleri, insanlar birbirine satıyor. İşte öykünün omurgasında, Bertram'ın sistemi oturuyor: Kazanmak için kaybetmek...

Kitap zaten kısacık, daha da anlatırsam hikaye bitecek. Gerisini keyifle okuyun.

Şunu belirtmeden geçmeyeyim, Kitabın arka kapağındaki açıklamada, resmen saçmalamışlar.  "Kaybetmenin erdemi" diye birşey yok bu kitabın içinde... arka kapağı okuyunca insan çok farklı birşey algılıyor, neden böyle bir yazı koymuşlar arkasına anlamadım..

Bir çırpıda okunacak, şöyle eğlenceli bir şey istiyorum diyenlere birebir. Hem o dönemin havasını solumak, hem de kumar terimlerine şöyle bir göz atmak için ideal. -kumar terimlerine şöyle bir göz atmak da kimin ne işine yarar bilemiyorum ama o da bir genel kültür sonuçta degil mi?-

8 Temmuz 2010 Perşembe

Kırsal alan dehşeti : Anadolu Korku öyküleri

Anadolu Korku Öyküleri'ni İzmir Kitap Fuarında görünce büyük bir heyecanla almıştım. Ben "elimizdeki malzeme" diyebilecegimiz, dini inanışlar ve yaşam kültürü ile oluşmuş birikimden becerikli yazarların inanılmaz korku-gerilim öyküleri ve senaryoları çıkaracağına inananlardanım. Yani bence, babaannelerin, ninelerin anlatıp durduğu uğursuz öykü ve efsaneler, inanışlar, filmleştirilse amerikan korku sinemasının tozunu attırır. Anadolu Korku Öyküleri Demokan Atasoy, Galip Dursun, Koray Günyaşar, Kayra Küpçü, Beril Tetik ve Ayşegül Nergis 'e ait 6 adet öyküden oluşan bir öykü kitabı.

Hemen kısa kısa öykülere geçelim:

Koray günyaşar'ın öyküsü Karatepe  beni en çok korkutanlardan biri oldu! öykü yıllar sonra köyüne dönen genç bir adamın, köydeki kimseyi tanımaması ile başlayan korkunç olaylardan bahsediyor.

Ayşegül Nergis'in öyküsü olan "gerçekte onlar hayvan gibilerdir" i ben pek sevemedim. bu hikayede bir doktorun yeni atandığı köyde yaşadığı ürpertici olaylar anlatılıyor. Köyde insan pek azdır, çok hayvan vardır...

Demokan  Atasoy'un öyküsü Kuyu  "eder, yapar" anlatım dili ile yazılmış, sanki senaryo okuyormuş hissi verdi bana. kuyu'da oynak büyücü kadın Anşa ve yarım akıllı kızı Güles'in başına gelenler anlatılıyor. Biraz "sır kapısı" bölümlerini andırsa da, Sarsıcı bir öykü..

Işın Beril Tetik'in öyküsü "Gelin Otu", yeni doğum yapmış bir kadının yaşadığı korkunç olaylara dalış yaparak bizlere yıllarca anlatılan lohusa kadın depresyonuna farklı bir bakış açısı getiriyor.

Cevizin gölgesi hain olur ise Kayra Küpçü'nün öyküsü. Bu da benim ısınamadıklarımdan biri oldu... hikayesi çok basit, babaannemden farklı versiyonlarını dinlemiştik.  Bir çobanın bir gün ceviz ağacının altında, ölen sevgilisini görmesini ve akabinde gelişen olayları anlatıyor.

Ve son olarak gene sağlam bir hikaye olan Güzay'ın Dilek ağacı var, Galip Dursun imzalı. Bence bu içlerindeki en yaratıcı  hikayeydi. Hatta görselleşse ve film olsa ne güzel olurdu!

Evet, yıllarca amerikan korku filmleri ile beslenmiş "ben"i korkutan bir kitap oldu Anadolu Korku Öyküleri. Gece okuyamadım, sabaha bıraktım desem, korkak der misiniz bana? Elimde değil, içinde cinlerden bahseden şeylerden korkuyorum :) Bence bu tarz korku filmleri çekilse, pek çok insan korkudan uçuklar, aslında kültürümüzde sağlam gerilim malzemesi var değil mi?

Minik bir ekleme:
Kitabın kapağında, gerçek bir büyüden alıntılanmış figürler/yazılar bulunuyormuş, hatta kitabın sonunda bu yazıları paylaştığı için birine teşekkür ediliyordu, adını unuttum şimdi :)

6 Temmuz 2010 Salı

Jane Eyre

İngiliz edebiyatından ilk okuduğum romanlardan biriydi. Kasvetli ve acıklı havasıyla beni etkilemişti baya baya.

Jane Eyre'e baktığımız zaman ilk realist ve feminist romanlardan biridir. Döneminde baya eleştirilmiş, açık saçık roman yaftası bile vurulmuş. Tabi döneme baktığımız zaman normal geliyor.

Jane Eyre annesini ve babasını küçük yaşta yitirmiştir, amcasının yanına gelir lakin amcası ölünce yengesinin ve kuzenlerinin aşağılamalarına maruz kalır ve sonunda yatılı okula gider. Son derece katı ve dindar bir okulda çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirir. Mezun olunca Thornfield malikanesine Bay Rochester'ın evlatlığı Adele Varens'a mürebbiye olarak işe başlar.

Tabi Edward Rochester bu değişik ve sade tabiatlı küçük Jane Eyre'dan etkilenir. Ve olaylar devam eder. Okuyanlar bilir, okumayanlar içinde bu kadar spoiler yeter sanırım.

Jane Eyre hikayesi beyazcam'a aktarıldı birçok klasik eserde olduğu gibi.
En ünlüleri 1944'de Elizabeth Taylor'lu, Orson Welles'lı Jane Eyre, 1996 yapımı Charlotte Gainsburg, William Hurt, Anna Paquin, Elle Mcpherson'lu yapım ve Bbc dramalarından 2006 yapımı Ruth Wilson, Toby Stephens'in oynadığı ( ve benim en favorim,fotoğraftaki yapım) yapımlarla aktarılmıştır.

Dönemin gotik havası, eşyaların kıyafetlerin kasvetli hali ile ben kendi adıma seviyorum Jane Eyre'ı okumayı, izlemeyi. Özellikle kendi ayakları üzerinde dimdik duran bu kadını okumanızı şiddetle öneririm..

Katina'nın Hikayesi İzmir Büyücüleri

İzmiri anlatan, ama Rum'ların bakış açısıyla gösteren bir kitap İzmir Büyücüleri. Büyücü deyince tabi, insan merak ediyor ve büyü kitabı mı acaba diye merakla başlıyor.

Şimdi çirkin ama çok çirkin bir kadın düşünün. Yaptığı büyülerle erkeklerini elinde tutan onları, parmağında oynatıp tabir-i caizse oyuncak edip, yetinmeyip öldüren bir kadın Katina. Dile kolay 7 adamla evleniyor bu şekilde..
Ama açıkçası ben bu kadını çok zeki ve akıllı bulmuştum okurken. Onun bu büyülere aslında pek de ihtiyacı yoktu. Çok eğlenceli bir kitap, okurken güzellik tarifleri de edinebiliyorsunuz.

Rum'ların bakış açısı dediğim için, kitapta en çok eleştirilen nokta Türkleri aşağılıyor bu kitap düşüncesidir. "Pis, çirkin ve bakımsız Türkler" gibisinden benzetmeler bu düşünceyi bir şekilde destekler belki ama, sonuçta objektif bir şekilde okumak gerek ve bu tabirlere takılmak bence biraz anlamsız.

Katina'nın hikayesinden sonra yazar yetinmeyip, Katina'nın destesi diye Tarotvari eskiden kalma, Katina'nın kartlarını'da çıkardı satışa. O kartlarla da ilgili spekülasyonlar çıktı. Yok efendim, kartlar alan kişiye uğursuzluk getiriyormuş, dikkat etmek gerekliymiş gibisinden. Ne kadar doğru onu bilemeyeceğim, lakin bu konuda kendi görüşüm bu kadar olumsuzluk içeren bir kadının destesini almanın negatif tesirleri üstünüze çekebileceği yönünde.

İzmir Büyücüleri/Mara Meimaridi





5 Temmuz 2010 Pazartesi

Kocanızı Afrika Usulü Nasıl Pişirirsiniz?

Bu ilginç isme ve yazarı Afrika kökenli Calixthe Beyala'nın Fransız Akademisi roman ödülü sahibi olmasına rağmen Kabalcı'nın 1 TL'lik kitaplar bölümünden almış Mehmet bunu zamanında. Ben de isme vurulup okudum. Romanın kahramanı Aissatou, kendini "beyaz bir zenci" olarak tanımlayan genç bir zenci kadın. Ama beyaz, çünkü ırkının kadını değil, kuru kemçik Avrupalı kadınlar gibi çok zayıf kalmaya çalışarak çekici olduğunu düşünüyor. Kilo alırım korkusuyla geleneksel yemeklerin yanından bile geçmiyor. Beyaz adamlarla başarısız ilişkiler yaşıyor ve vücudu gibi kuru bir hayatı var. Ta ki üst komşusu Bay Bolobolo'ya abayı yakıncaya kadar.

Aissatou gibi zenci olan Bolobolo, manyak anasıyla birlikte yaşayan, çapkın bir adam. Aissatou kızımız adamı tavlama derdine düşüyor ve annesinden yaptığı Afrika bilgeliği taşıyan quote'lar doğrultusunda kendini ve hayat algısını baştan aşağı yeniliyor. Bu arada yol göstersin diye ziyaret ettiği yaşlı Afrikalı büyücü ise "Aşırı zayıfsın" diyor, "Bu halde kimse sana aşık olamaz. Ah bugünün kızları yemek yapmayı bile bilmezler! Bunun için kadın olmak gerek!" Kızımız böylece önce insan gibi yemek yemeğe başlıyor - tabi Afrikalı insan, yani timsah, kirpi, yılan filan da serbest- sonra haliyle daha kadınsı ve çekici hale geliyor. Pişirdiği envai çeşit geleneksel yemeğin kokusu apartmanı sarınca da Bay Bolobolo tarafından nihayet farkediliyor. Sonrası zaten asıl dert.

Aissatou'nun annesi kitabın gizli kahramanı, eski tip kadınlığın feriştahı:
"Bir insanın tek zenginliği yaşamdaki küçük zevklerdir: yemek, içmek ve sevişmektir. Gerisi boştur."
"Üzüntüyü işe yaramaz hale getirmelisin, çünkü o, bedelini ödeyemeyeceğin bir lükstür."
"Kadının yaşamında evliliği kocadan daha çok sevdiği bir an gelir."
"Bir erkeğin başka bir kadını sevmesini, hiçbir kadın asla engelleyemez" ve benzeri laflarla hem kızının hem de bizim kalbimizde müstesna bir yer ediniyor. Kadın gibi kadın olmanın inceliklerine dair hoş ipuçları, ilişkilere dair hem hayalperest hem gerçekçi yaklaşımı ve bölüm aralarına serpiştirilmiş geleneksel Afrika yemek tarifleriyle, kitap lezzetli bir hikaye sunuyor.

Ama bütün bunlara rağmen yine de 1 TL'likler rafında olmasının bir sebebi var elbette. Yazarın sıradışı olmak adına öylesine kopuk kopuk bir dili var ki, hikaye yer yer korkunç yorucu bir hal alıyor. Zaten konun hoş, karakterlerin bomba, yemek tariflerin ilginç, e daha ne kastırıyon be Calixthe Abla?

Ah bu üslup sorunları...


Kocanızı Afrika Usulü Nasıl Pişirirsiniz / Calixthe Beyala
Çeviren: Sevgi Tamgüç
İstiklal Kitabevi
152 sayfa

4 Temmuz 2010 Pazar

Deniz Kızları Şarkı Söylüyor - the Mermaids Singing | Val Mcdermid

Ben "whodunnit" polisiyelerinden sıkıldım, vahşi, acımasız psikopatların kol gezdiği, işkencelerle bezeli cinayetlerin ayrıntısı ile anlatıldığı çarpıcı bir seri katil hikayesi dinlemek istiyorum derseniz, sizi böyle alalım.

İskoç Val Mcdermid ablamız iç kaldıran bir tarafsızlıkla, hem katilin hem de polislerin / kriminal psikologun gözünden detaylı bir seri katil romanı yazmış. Adını T.S. Elliot'un şiirinden alan Deniz Kızları Şarkı Söylüyor'da Katil, erkekleri hedef alan, işkence düşkünü bir psikopattır. Kurbanlarının cesetlerini Bradfield kentinde gay'lerin yaşadığı bölgelere atar. Şehirde kısa sürede, herkes korku duymaya, polisin beceriksizliginden yakınmaya başlar. Polise yardımcı olma amacı ile Tony Hill isimli bir psikolog görevlendirilir. Tony, DCI Carol Jordan ile beraber basının "ibne katili", kendisinin "becerikli andy" adını taktığı bu sapığı yakalamak için kolları sıvar.

Kitap bir polisiye olarak ele alındığında çok başarılı. Olay örgüsü ilerlerken, bölümlerin aralarında bir de katilimizin gözünden dinliyoruz cinayetleri, cinayet hazırlıklarını, kurbanlar hakkındaki düşüncelerini. Özellikle katilin işkence aletlerine olan düşkünlügü, midenizi zorlayabilir. Çok ama çok detaylı anlatmış bazı yerleri Val abla!  Sonunda ise, hayal kırıklıgına uğratmıyor.

Ben Tony Hill karakterinden çok hoşlandım açıkçası. Klasik güçlü erkek modundan çok ötelerde, kendi sorunlarının farkında olan ve ayakları yere basan bir adam. Yazar Tony'i "wire in the blood" serisinin başkahramanı yapmış zaten. Yani tony'i başka kitaplarda da okuyabilme lüksümüz var! Aynı isimli bir de İngiliz Dizisi var, ben bu kitabın uyarlaması olan bölümlerini (2bölüm) izledim, fena da değil.

Kitabın yazarının kadın oldugunu ögrendigimde ufak çaplı bir şok yaşadım çünkü arka kapaktaki resim tıpkı bir erkek gibiydi, dahası kitap hiç de feminen değildi. Gerçi Tony hill in psikolojik debelenmeleri etraflıca düşünülürse pek de erkek eli değmiş gibi değildi, ama...

Sözün özü, sağlam bir mideniz ve söndürülemeyecek bir polisiye aşkınız varsa, sizi bu kitabı elinizden bırakamayacağınız saatler bekliyor.Kitap zaten bir Altın Hançer ödülüne de layık görülmüş. Yeter ki iki ön şartıma kulak vermiş olun :) İyi okumalar..

Filler de Hatırlar - Elephants Can remember | Agatha Christie

Sürükleyici Agatha Christie kitapları, uzun yolculukların veya evde geçen sıkıcı bir günün en güzel ilacıdır. 10. sayfadan sonra kaptırır, gider, kitabın sonuna kadar "katil kim?" sorusunun yanıtını arar dururuz. Filler de Hatırlar da bu duruma bir istisna olmuyor, nasıl olsun, içinde Hercules Poirot var bir kere...

Aynen five Little Pigs- Beş Küçük Domuzcuk da olduğu gibi, yine geçmişte yaşanmış bir olayın izini sürüyor Poirot. Seneler önce, iyi bir çevrede yaşayan, mutlu bir çift ölü bulunmuştur. Olay hiçbir zaman tam açıklığa kavuşamamıştır. Çifte intihar mı? cinayet mi. kadın mı adamı vurdu, adam mı kadını? Kadının neden 4 peruğu olduğu sorusundan başlayan Poirot, kadim dostu Adrianna Oliver ile hatırlayan Filleri tek tek gezerek gerçeği bulur.

Sürükleyici ama geçmişte işlenmiş olayları araştırma safhalarından geçtiği için çok da heyecanlı olmayan bu kitap Agatha Ablamızın en iyilerinden olmasa da yine de severek okumalık bir polisiye...
Related Posts with Thumbnails