30 Temmuz 2013 Salı

Uyanış (İlk Uyanış ya da Akıl Çağı), Jean-Paul Sartre


Fransızcada hem "uyanış" hem de "akıllanma çağı" anlamına gelen bir sözcükten bahsedildiği için bu kitabı Türkçeye Altın Kitaplar Uyanış ve İlk Uyanış diye (iki basımda farklı isimlerle) ve Can Yayınları ise Akıl Çağı diye kazandırmış.

Uyanış, Özgürlüğün Yolları üçlemesinin ilk kitabı, ardından Bekleyiş ve Tükeniş geliyor, isimleri de zaten gerçekten mükemmel bir üçleme oluşturuyor. Üçlemeden daha önce sadece Uyanış'ı okumuştum fakat geri kalan iki kitabı da tamamladım, onları da okudukça tanıtırım ve bu kitabı da diğer iki kitabı okumadan önce bir kez daha okumak istedim. Bugün bitirdiğimde, Sartre'ı ne kadar sevdiğimi tekrar hatırlattı.

Roman, birkaç karakterin, birkaç olay hakkında yaptıkları ve düşündüklerini anlatıyor. En belirgin, düşüncelerine en çok girdiğimiz karakter olan Mathieu Delarue, bir felsefe öğretmenidir ve 34 yaşındadır. Bu yaşına kadar pek bir şey yapmadığını, hiçbir hayalini gerçekleştiremediğini düşünür ve sıklıkla bunalır. Yedi yıllık uzatmalı sevgilisi Marcelle ile görüşürken bir yandan da öğrencilerinden biri olan Boris'in kızkardeşi Ivich'e ilgi duymaktadır fakat aralarındaki yaş farkı yüzünden bunu kendisine bile itiraf edememektedir.

Boris ve Ivich, Laon'dan Paris'e okumaya gelmiştir fakat ikisinin de okumak gibi bir gayeleri yoktur, Boris, kendinden yaşça büyük bir pavyon şarkıcısı olan Lola'yla sevgili olmuş, Ivich de ağabeyi ve ağabeyinin arkadaşlarıyla vakit geçirip hayatını yaşamaktadır. Tüm bu karakterlerin yanında bir de hem Marcelle'in hem de Mathieu'nun arkadaşı olan Daniel olay örgüsüne girip çıkar ve olaylar Ivich'in kalacağından korktuğu botanik imtihanının sonucunu beklerken Marcelle'in de hamile kaldığını öğrenmesiyle başlar. Sonrasında tüm karakterler kendi özgürlüklerini, kendi yaşamlarını, kendi doğrularını bulmaya çalışırken birbirlerine çarpa çarpa, düşe kalka ilerleyecektir.

İnanılmaz sevdiğim bir romanmış, çok eskiden okumuştum ve yeniden hatırladım, belki de en sevdiğim yazarın yazdığı bir roman olduğu için fazla subjektif yaklaşıyor olabilirim ama çok güzel. Sürekli olay örgüsüne girip çıkan farklı karakterler ve tüm bu karakterlerin birbirinden çok farklı iç dünyaları, bunları birbirlerine yansıtmaları ya da yansıtmamaları yüzünden gelişen ya da gelişemeyen olaylar, sürekli kendileriyle bir kavga içerisinde olan karakterlerin hepsinin de aslında özgürlüklerine kavuşmak istemeleri ve birbirlerine ayak bağı olmaları, herkesin ince ya da kalın zincirlerle birbirlerine bağlı olması, olaylara müdahale edemedikleri anda var oluşlarının sancılarını daha da fazlasıyla çekmeleri, her şey çok güzeldi. Şiddetle tavsiye ediyorum. Bu arada sanırım Paris'te Dome adında bir kafe - bar gerçekten vardı ve Beauvoir ve Sartre orada oldukça zaman geçiriyorlardı, bu ikilinin okuduğum her romanında bu bardan bahsediliyor, bu da çok sevimli bir ayrıntı.

İnanılmaz bir merakla biter bitmez Bekleyiş'i elime aldığımda ilk sayfada karakterlerden bahsedildiğini gördüm, sanki bir tiyatro oyunuymuş gibi karakterleri tanıtmışlar, yayınevi mi böyle yapmış Sartre mı bilemiyorum. Bu kitaptan Mathieu, Marcelle, Daniel, Boris, Lola ve Ivich de yine üçlemenin ikinci romanında da eksiksiz bir şekilde var olmaya devam ediyorlar. Hiçbir karakterde fire vermiyor olmamız da çok mutlu etti beni, hiç arayı açmadan direkt Bekleyiş'e başlıyorum, ondan da mutlaka bahsederim.

John Green | The Fault In Our Stars


  Öncelikle bu kitabı okumak isteyen herkesin yanında paket paket mendil bulundurması zorunlu! Çünkü hikaye fazlasıyla duygusal. Acıklı duygusaldan değil ama. O kadar saf, o kadar masum bir arkadaşlık ilişkisi anlatılıyor ki "benim etrafımda da böyle insanlar var mı acaba?" diye düşünüyor insan.

  Hikaye kanserle mücadele eden iki pırıl pırıl gencin -Hazel Grace ve Augustus Waters- etrafında dönüyor. İkisi de bir "support group"ta tanışıyorlar ve arkadaşlıkları başlıyor.

  Benim için hikayenin çekici yanı, bu kadar zor bir şeyle mücadele eden, aslında çocuk olan bu iki gencin ne olursa olsun hayattan bu kadar çok keyif almayı başarabilmeleri. Birbirleri için yaptıkları görünürde küçük ama özünde kocaman olan o fedakarlıklar... Augustus'un kendini ifade etme biçimindeki başarısı inanılmaz! Şöyle bir etrafıma bakındım yok mu bunun kitap karakteri olmayan versiyonu diye. Yokmuş, kahrolsun bazı şeyler çocuklar!

  Benim gözümde, kitabın içeriği kadar önemli olan bir diğer konu da dili. İmkanı olan orjinal dilinde okusun. Gramer bakımından zorlayıcı bir dili yok, gayet sade ve anlaşılır bir üslubu var yazarın. Hem de içinde öyle güzel betimlemeler var ki! Çeviriyle bu güzelliklerin kaybolacağını düşünüyorum. Bir süre önce kitap dilimize çevrildi ve raflarda yerini aldı ama adı bile çok alakasız! Kitap "Aynı Yıldızın Altında" ismiyle çevrilmiş. Yahu ayıptır yazıktır ne alakası var? Üstelik kitabın adının içeriğiyle o kadar alakası var ki, adını bu hale getirdilerse içerik ne hale gelmiştir diye düşünmeden edemedim. O yüzden dediğim gibi imkanı olanlar orjinal dilinden okusunlar kitabı.

  Son sözü her zaman olduğu gibi yazara bırakmak istiyorum (ama gönlüm John Green'den ziyade Augustus Waters'a bırakıyor aslında).


  "My thoughts are stars I can't fathom into constellations."

  İyi okumalar!

28 Temmuz 2013 Pazar

Jean-Christophe Grangé | Sisle Gelen Yolcu


   Ordan oraya koşturan bir hikaye, öyle ki ne desem tabiri caizse spoiler olur! Polisiye sever herkesin okumasını şiddetle tavsiye ediyorum lakin istemeden yanlış bir şey derim diye yazamıyorum iki gündür!

   Kitabı bana alan şahıs çok sevdiğim Amalth. Kendisinin benden yemediği küfür kalmamıştır. Koskoca kitabı bana final dönemimde okutup, sınavlarıma çalışmama dahi engel olmuştur!  Kitabı önerdiğim arkadaşlarımdan da benim yemediğim küfür kalmadığını düşünecek olursak hepimiz topluca Amalth'a sövebiliriz çocuklar.

  Grange her zamanki gibi okuyucuyu, akıcı üslubuyla yarattığı hikayenin içine çekmeyi başarmış. Bir çok mitolojik hikayeden bahsediliyor ve kurguya apayrı bir tat katıyor bu hikayeler! Hikayeleri bilmiyorsanız bile bu bir sorun değil   Grange işin o kısmını da halletmiş. Ancak benim gibi hikayeleri bilenler için daha değişik bir atmosferi olacaktır kitabın.

  Kimliğinin peşinde koşan bir adam (kendisine hayran olmayanı dövüyorlarmış bilesiniz).
  Mitolojilerle donatılmış bir kurgu.
  Uranos, Ikaros, Minotauros.
  "Her seferinde canavarsı, beceriksiz, zarar veren bir oğul."
  
  Hem katil hem kurban.
  Kendinden kaçarak benliğini bulmaya çalışan bir adam.
  Sonuç: Okuyucu her bir cümlesiyle bir öncekinden daha fazla şaşırtan bir kitap!

  En başta da söylediğim gibi, polisiye severlerin kaçırmaması gereken bir kitap. Herkese iyi okumalar!

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Ana, Pearl S. Buck


Neredeyse bir oturuşta sayılacak kadar kısa bir sürede okuyup bitirdiğim bir romandı Ana, sanki eski Türk filmlerini izliyormuşum gibi hissettim kendimi.

Pearl S. Buck, Nobel edebiyat ödülünü almış ilk Amerikalı kadın yazarmış, Çin'de akademik çalışmalar yapmak için uzun süre bulunmuş ve Çin kültürüne hayran olmuş. Daha sonra Amerika'ya döndüğünde kendini Çin'de çok daha iyi hissettiğini düşünürken Amerikalı bir misyoner rahiple evlenip tekrar Çin'e yerleşmiş ve kendini orada yuvasında gibi hissettiğini söylermiş. Bu nedenle, Ana'da aslında Çin geleneklerini, Çin köylerini anlatırken bunu bir Amerikalı gözüyle anlatmaktan bir nebze çekinerek bu romanın evrensel bir roman olabilmesi için ana karakterlerin isimlerini yazmamış, Ana, büyük oğlan, küçük oğlan, kocakarı, fitne dul gibi karakterlerin hiçbirinin ismi olmadığı için okurken gerçekten sanki bir Anadolu öyküsü okur gibi hissettim, sanki Orhan Kemal ya da Necati Cumalı yazmış olsa bundan farklı anlatmayacaklardı gibi.

Romanda, bir Çin köyünde, tarlada çalışarak geçimlerini sağlayan ufak bir ailenin anasını anlatıyor Pearl S. Buck, gündüzleri güneş doğarken kocasıyla tarlaya giden, öğle sıcağında eve dönüp kocasının yaşlanmış annesine ve çocuklarına yemek hazırlayan, evdekilere her mevsim birer kat kıyafet diken, kocasıyla birlikte tarladan topladıkları ekinleri satmaya kasabaya giden bir ananın gündelik yaşamını anlatırken, erkenden evlendiği için ve bu tekdüze yaşamdan sıkıldığı için bir gün kasabaya gidip de geri gelmeyen kocası, bu gündelik yaşamı ana için tek başına katlanılması gereken bir hayat kavgasına çevirir. İçten ve sade bir dille, yalnız bir kadının, üç çocuğuyla birlikte, komünizmin yeni yeni yayıldığı Çin'in ücra bir köyünde nasıl ayakta kalmaya çalıştığını, çocukları için katlandığı şeyleri, yalnızlığıyla başa çıkma yollarını, küçük bir köydeki dedikodu lobisini nasıl başından savdığını bir çırpıda okunabilecek bir roman haline getirmiş olan Pearl S. Buck, gerçekten Nobel ödülünü hak ediyormuş, kendisine hayran kaldım.

26 Temmuz 2013 Cuma

Danny Sugarman | Wonderland Avenue



Otobiyografi niteliginde bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Danny Sugarman kitapta cocukken tanistigi Jim Morrison'la olan iliskini anlatir. Bahsettigimiz kisi Jim Morrison olunca bu iliskinin bazi bedelleri oluyor tabii ki.

Kitap boyunca Danny'nin adim adim bu dunyaya nasil girdigini goruyoruz. Bir gun yolu uyusturucuyla kesistigindeyse olan olur.

Jim Morrison'in dönemlerini yaninda bizzat bulunmus birinden ogrenmek oldukca guzel diyebilirim. Morrison'a dair hic bilinmeyen o kadar cok sey ogreniyorsunuz ki bir yerden sonra basiniz donuyor. Siz de benim gibi bir Jim faniysaniz bu kitap sizi inanilmaz derecede tatmin edecektir.

Kitap dilimize cevrilmedi maalesef ancak sahaflardan ya da internet uzerinden kitabi temin edebilirsiniz.

 "Mystery and pain always precede an act of creation. You're in the process of creating yourself today. Try and enjoy it. Accept the unexceptable. Whatever happens embrace it. Resistance just brings persistance."

 Iyi okumalar!

25 Temmuz 2013 Perşembe

Chuck Palahniuk | Gorunmez Canavarlar



Bir cok kitabini okumus oldugum yazar Chuck Palahniuk'e ait kitaptir. Okudugum her kitabi bir oncekinden daha iyiydi ama "Gorunmez Canavarlar"a sadece "daha iyi" demek bu sahesere buyuk haksizlik olur.

Yazar her zamanki gibi populer kultur, aile, guzellik gibi kavramlara bir guzel giydirmis. Hicbir seyin gorundugu gibi olmadigi ise, kitabin asil temasi diyebiliriz. Sahsen kafayi guzellik kavramiyla bozmus on bes yaşındaki takintili gençlerimize kisisel gelisim kitabi olarak okutulmasi taraftarıyim.

"Bana guzellik ver. Flas!"

Kitabin ilginc noktalarindan biri ise tasvirler cok basarili olsa da anlatılan seyi bir türlü tam olarak gozunuzde canlandiramiyor olusunuz.
 
Hayalgucu oldukca carpik bir sekilde calisan bir yazar Chuck.
Sonuna ulastiginda agzimin bes karis acik oldugu cok kitap olmuştur, ama hicbirinden sonra sandalyemde yarım saat etrafa bos gozlerle bakmamisimdir. Insani dusunmeye, daha dogrusu bircok seyi sorgulamaya iten bir eser olarak tanımlayabiliriz.    

"Bana saskinlik ver. Flas!"

 Kitaba dair son soz de ustadan gelsin:

 "Ne kadar dikkatli olursanız olun, hep bir seyleri kacirmis gibi hissedeceksiniz; sizi derinden etkileyen, tamamini tecrube edemediginizi soyleyen o berbat his. Dikkat kesilmeniz gerekirken dakikalarin hizla gecmesinin yarattigi o zavalli duygu hep kalbinizde olacak. Yani o hisse alissaniz iyi olur. Gunun birinde tum yasaminiz bu histen ibaret olacak cunku."

 Allah belani versin Chuck. FLAS!


Haftanin Konuk Yazari | Armagan Tuna

Merhaba!

Bu haftaki konuk yazarimiz cok cok sevdigim bir kitap delisi, ona aldigim kitabi okurken heyecandan evin icinde volta atan, kitabi suratima firlatip bir miktar sovdukten sonra "Insan arkadasina final zamaninda boyle kitap mi alir lan!?" diye bagiran cok sevimli bir kadin.

Bu bir hafta boyunca cok acayip, inanilmaz kitaplar hakkinda yazacak. Okuyun, yorumlarinizi eksik etmeyin, takip edin.

Opucukler!
Amalth.

Armagan'in Twitter hesabina da suradan ulasabilirsiniz: twitter.com/moirainee

James Patterson | The Midnight Club ★★★★★


"James Patterson'dan hala bikmadin mi?" diye soylenenleri duyabiliyorum ve verecek cok acik bir cevabim var: Hayir! Zira bu adam, geceleri nasil uyuyabildigini anlamadigim, heyecan verici hayal gucunu tasavvur edemedigim bu adam, her defasinda her kitabinda bana baska bir duygu yaratmayi beceriyor.

The Midnight Club beni heyecanlandirmaktan cok aglatti cunku The Midnight Club iyilerin de olebildigini hatirlatan bir roman. Kimi zaman kazanirken aslinda kaybediyoruz ve o kazanmak, aslinda pek de kazanmak olmuyor.

~

Kitabin hikayesini bir suc orgutu olan Midnight Club'dan ve orgutun lideri olan Alexandre St-Germain'den intikam almak uzere tekerlekli sandalyede bile olsa meslege geri donen John Stefanovitch'in en iyi arkadasi, The Bear (Ayi), Harlem'de gorev yapan bir dedektif ve guzel bir gazeteci yardimiyla orgute karsi mucadelesi olarak ozetlemek mumkun. Lakin, karakterler arasindaki dostluk, iliskiler, ozen ve fedakarlik oylesine guzel ele alinmis ve lanet olasica Patterson oylesine cumleler kurmus ki kimi yerde agliyor, kimi yerde ise nefesinizi tutuyorsunuz.

Agladim, biliyorum.

Nefessiz kaldim, biliyorum.

~

Kitaba dair kafa karistirici buldugum tek bir konu var. Kitap, bildigimiz, aliskin oldugumuz bolumlerden olusmuyor. Ayni anda farkli karakterlerin neler yaptigini, baslik olarak ilgili kisinin adinin kullanildigi bolumlerden ogreniyoruz. Kitabin yapisina alismam yaklasik 20 sayfami aldi, ardindan sorunsuz bir sekilde okudum.

Goodreads'de The Midnight Club'a 3 puan verdim. Hikayenin klise olmasi puani dusuk tutmama neden olduysa bile hislerim uzerinde boyle bir egemenlik kurmasi nedeniyle aslinda hakki 3,5 idi. Lakin... Kurallar:)

~

Son olarak...

Artik nasil bir James Patterson delisi oldugumu bilen sizlerden kucuk bir ricam var. Kitaplarimi sahaflardan, ve ozellikle Ingilizce olarak tedarik ettigim icin bazi kitaplari bulmakta cok zorlaniyorum. Sayet olur da bir sahafa giderseniz ve orijinal JP kitaplariyla karsilasirsaniz lutfen bana haber verin ki eksiklerimi tamamlayabileyim. Bana buradan yorum yazmak suretiyle, amaltheian@gmail.com adresinden ya da twitter.com/amaltheian hesabindan ulasabilirsiniz!

Simdiden cok tesekkurler!
Opucukler.
Amalth.

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Başkaldıran Kurşunkalem, Ferhan Şensoy


Başkaldıran Kurşunkalem, Ferhan Şensoy'un anılarını anlattığı bir kitap. Daha öncesinde yazdığı Kalemimin Sapını Gülle Donattım'ı okumadan, aralarında bir sıra olduğunu bilmeden, ilk önce bu kitabı okudum fakat bir anlam kaybolması yok, zaten bu kitapta da Ferhan Şensoy, ara ara çocukluğundan, genel olarak tiyatro ekibiyle birlikte Anadolu'yu turlamalarından, "Gizem Kız" diye bahsettiği sevgilisiyle olan büyük aşkından ve Fransa'dan döndükten sonraki yaşamından bahsederken kronolojik bir sırayı takip etmiyor, laf nereye geliyorsa, oradan anlatmaya devam ediyor hayatını.

Ferhan Şensoy'u sevmeyenlerin ya da özel olarak ilgi duymayanların pek beğeneceğini sanmıyorum ama eğer oyunlarına, filmlerine aşinaysanız, o oyunların zamanında nasıl ortamlarda yazıldığını, nasıl bir insanın kaleminden çıktığını okumak çok zevkli. İnsana okurken "Nasıl bir ortamları varmış yahu, yok yok?" dedirtiyor, Haldun Dormen, Ayşen Gruda, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Münir Özkul, Sümer Tilmaç, Ayfer Feray, Nevra - Metin Serezli, Zeki Alasya, Oya Başar, Özdemir Asaf  ve diğer pek çok tiyatrocuyla, şairle, oyuncuyla bir arada olmak nasıl bir şeydir diye düşünürken bizim için çok önemli olabilecek bir anda, hayran hayran bakabileceğimiz, ağzımızdan çıt çıkmayacak bir anda Ferhan Şensoy'un Ayşen Gruda'yı işletmesi ya da Özdemir Asaf'ın "r" harfini telaffuz edememesiyle eğlenmesini gördükçe çok güldüm.

Bu kitaptan sonra mutlaka Kalemimin Sapını Gülle Donattım'ı da okumaya karar verdim. Ferhan Şensoy sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.

23 Temmuz 2013 Salı

Zehir Ustası | Büyü Ustası | Maria V. Snyder


Hızlı bir ölüm mü isterdin, yoksa yavaş yavaş öldüren bir zehir mi içerdin?

Maria V. Snyder'ın Study serisinin ilk iki kitabını bitirdim. Geriye bir kitap kaldı. Aslında üçlemeyi bir arada yazmayı düşünüyordum ama dayanamadım. 




 Kitap: Zehir Ustası (Study #1)
Yazar: Maria V. Snyder
Orijinal Adı: Poison Study
Yayıncı: Dex Yayınları
Sayfa Sayısı:370
Tür: Genç Yetişkin, Fantastik
Puanım: 4


"Yelena idam edilmek üzereyken sıradışı bir teklif alır: Ixia'nın yeni komutanı Ambrose'un çeşnicisi olmayı kabul ederse, hapisten kurtulup en güzel yemekleri yiyecek ve sarayda yaşayacaktır. Ama komutanın en güvendiği adamı Valek, Yelena'ya Kelebek Tozu adında bir zehir içirir. Böylece Yelena Valek'ten her gün panzehir almak zorunda kalır yoksa onu acılı bir son beklemektedir.

 Kaçsa da, kalsa da ölüm hep arkasındadır. Yelena her gün zehir konusunda eğitimler alır ve giderek uzmanlaşır; sarayda dostlar bile edinmeye başlamıştır. Fakat bu kez de yetimhanedeki korkunç geçmişi Yelena'nın peşini bırakmaz. Çok geçmeden, yeni askeri yönetime isyan edip eski krallığı savunan isyancılar ve görüldüğü yerde vurulması emredilen büyücüler de, Yelena'nın düşmanları arasına katılır."

İlk kitap Zehir Ustasını pek sevmiştim. Özellikle zehir tadımcılığı, çeşniciliği dikkat çekiciydi. Baş karakter Yalena'yı da sevince gayet güzel ilerledi kitap.

Karakterimiz kitabın başında 1 yıl boyunca zindanda hapsolmuş idamı bekleyen bir mahkumdur. Sonra seçim yapar ya ölümü seçecektir yada çeşniciliği. Bunun sonucunda her gün ölüm tepesindedir artık. Komutanın çeşnicisi olur doğal olarak. Valek ona zehir çeşitlerini, nasıl ayırt edeceğini, tatlarını öğretir.

Karakter olarak inatçı, yılmayan biri Yalena. Onca yaşadığı şeye ancak böyle biri dayanırdı diyorsunuz.

Kendini yabancı hisseder uzun bir süre sürekli savunma durumunda gezer.

Şimdi esas adam Valek'a gelelim. Kitap karakterlerinde en favori adamlarımdan oldu hemen. (Valek kalp kalp demiş olabilirim) Soğuk, sert ve acımasız usta suikastçı bu adam Yalena'nın çoğu zaman ödünü koparır. Sadece Yalena'nın mı herkesin öyle.

Ülke ise distopikti. Katı kuralları olan, kıyafet zorunluluğu, birini öldürdüğün zaman olayın ne olduğuna bakılmaksızın cezanın idam olması, büyücülüğün tamamen yasak olması ve yine sonunun idam olması gibi.

Öyle bir kitap ki, sonuna kadar heyecan içinde okuyorsunuz. Ortalarda Yalena nihayet dostlar ediniyor. Ari ve Janco ile arkadaştan öte abi kardeş gibi oluyorlar. Onlardan dövüş dersleri alıyor. Bir yandan da Yalena'nın büyü becerileri ortaya çıkmaya başlıyor.

Sonu çok değişik ve heyecanlı bitiyor, Yalena için üzülüyorsunuz.



Kitap: Büyü Ustası (Study #2)
Yazar: Maria V. Snyder
Orijinal Adı: Magic Study
Yayıncı: Dex Yayınları
Sayfa Sayısı: 422
Tür: Genç Yetişkin, Fantastik
Puanım: 4


Bir sadakat dersi, entrika üzerine bir uzmanlık eğitimi. 


 Yelena şu ana dek hayatta kalmayı başardı. Çocukken kaçırıldığı, gençliğinin başında hapse atılıp çeşnici olmak şartıyla serbest bırakıldığı düşünüldüğünde yeterince acı çektiğini düşünebilirsiniz.
 Fakat hayır.
 Ixia'da yasaklı büyü güçleri ona bir idam fermanı getirdi. Tek şansı Sitia'ya, doğduğu yere dönmek. Ancak Sitia ona çok yabancı bir yer. Burada güçlerini kontrol edemiyor. Başıboş bir büyücü korku salıyor ve kurban olarak Yelena'yı seçiyor. 

 Büyü Becerileri Yelena'yı Kurtaracak Mı... Yoksa sonunu mu getirecek? 

 Yelena'nın hikâyesi Zehir Ustasının ardından Büyü Ustası ile devam ediyor.


Yalena Ixıa'dan Sitia'ya hem hakkında çıkan idam kararı yüzünden, hemde ailesiyle tanışmak,  büyü yeteneklerini kontrol etmek için gider. 

Ailesi Zaltanaların köyüne gittiklerinde abisi Leif, adam öldürdüğü için ondan hoşlanmaz. Annesi ve babası ise daha önceki hayatını hatırlatmaya çalışır. Lakin Mogkan Yalena'yı kaçırdığında tüm hatıralarını sildiğinden hiçbir şey hatırlamaz.

Yalena'nın ailesi ağaçlarda yaşıyor benim en sevdiğim şey buydu. Birde babasının tuttuğu çizim günlüğü çok hoş ayrıntıydı. 

Bu kitapta Yalena kaçırılıyor yine! sonra Ixıa casusu sanılıyor, yine güvenilmiyor, zor günler geçiriyor. Aynı zamanda Valek'in özlemini çekiyor.

Çok fazla spoiler'a girmesin diye yazmak istemiyorum. Bu kitap yine başından sonuna kadar heyecanlı, elinizden bırakamıyorsunuz. 

Kitapta hoşuma gitmeyen şey Valek'in ikide bir "aşkım" demesi. Adama yakıştıramadım bir türlü. 

Seri bana turunu yaptığımız Doğum Lekesi serisini hatırlattı. Yalena aynı Gaia, Valek ise Leon. Karakterler benzeşiyorlar. 

Birde kitap kapakları çok puan kırdırdı. İlk kitabın kapağı çok güzel hatta dikkat çekici lakin Yalena o tarz giyinmedi ki hiç. İkinci kitap ise Valek'i ele almışlar herhalde ama Valek çok arka planda. 

Ben diğer kapakları daha uygun gördüm. Bizim kapaklar alakasız olmuşlar sanki. Onların dışında gayet heyecanlı bir seri tavsiye ederim. Kitapla beraber SweetLeaf'ın tavsiyesi ile Idril'in playlistlerini dinledim. Tavsiye ederim tam arka fonuna uygun oldu.

Yazarın diğer kitaplarını takip eder miyim? Tabii evet. Yazım tarzını, ele aldığı konular tam bana hitap ediyor çünkü. 



İyi Okumalar...

-Sycorox-



19 Temmuz 2013 Cuma

Ejderhanın Gözleri, Stephen King



Stephen King, hemen hemen her okurun, en az bir romanına aşina olduğu bir korku yazarı, bilirsiniz. Fakat Ejderhanın Gözleri, Stephen King üslubuna aşina olan okurları şaşırtacak bir fantastik roman.

Bizim ekibimizden Sycorox'un da katkıda bulunduğu Kitap Oburları oluşumundan Pinuccia'nın kişisel bloğunda şöyle bir etkinlik var: http://pinucciasbooks.blogspot.com/2013/07/2013-yaznda-hem-okuyalm-hem-eglenelim-mi.html

Ben de bu etkinliğin başlangıcından beri, okuyacağım kitapları bu listeye göre sıraya koyuyorum, bu listeye uyanlara öncelik veriyorum, Ejderhanın Gözleri de bu listedeki "Kahramanı ya da yazarının adı ya da soyadının sizinkiyle aynı olduğu bir kitap" şıkkından dolayı okuduğum bir romandı. Kısa bir araştırmadan sonra Stephen King'in birkaç romanında yer alan Randall Flagg adlı bir karakter olduğunu öğrendim, soyadlarımız aynı olmasa da onunkinin bir harf fazlası var. Biraz araştırdıktan sonra elimdeki e-kitaplardan Ejderhanın Gözleri'nde de Randall Flagg'in önemli bir karakter olduğunu keşfettim.

Tam da "medieval" zamanlarla ilgili oyunlar oynar, müzikler dinlerken bu romanın karşıma çıkması çok tatlı oldu diyebilirim, bilindik Stephen King romanlarından ve hikayelerinden farklı olarak bu romanda korku öğesi yok. Rivayete göre bu romanı zaten en küçük çocuğunun siparişi üzerine yazmış :) (Tıpkı Chan-wook Park'ın Oldboy gibi, Stoker gibi, Thirst gibi aşırı doz gerilim ve çarpıklıklar içeren vurucu filmlerinin yanında sırf çocuğuna izletebilmek için I'm A Cyborg But That's Ok'i çekmesi gibi.)

Geçmiş zamanda Delain Krallığında Roland adındaki bir kralın, iki oğlu Peter ve Thomas ve sevgili eşi Sasha ile mutlu bir şekilde yaşamasıyla başlayan hikaye, önce Sasha'nın ölümüyle küçük çapta bir aile dramına dönüşüyor. Annelerini erken yaşta kaybeden küçük prensler, anne sevgisinden biraz eksik büyürlerken büyük kardeş Peter bir şekilde erdemli, gözüpek ve iyi bir gence dönüşüyor, Thomas ise ağabeyinin aksine, babasının sevgisini de pek hissetmediği için Peter'ın yanında ezilerek kindar, sarsak ve tembel bir oğlan oluyor. Tahtın beklenen veliahtı Peter iken Kral Roland'ın hizmetinde olan saray büyücüsü Randall Flagg, ailenin kendi içinde yaşadığı sıkıntıları fırsat bilerek bu zayıf aile bağlarını kendi yararına kullanmaya karar veriyor ve bir anda masal, içine zehirler, entrikalar, kule zindanları gibi etkenleri de katarak fantastik bir kahramanlık hikayesine dönüşüveriyor.

Randall Flagg, daha sonra da pek çok Stephen King romanında karşımıza çıkıyormuş, ben daha önce denk gelmemiştim fakat Mahşer'de ve Kara Kule'de de aynı kimlikle beliriyormuş. Çoğu okur, Stephen King'in tüm romanlarının aslında dönüp dolaşıp hemen hemen aynı hikayeleri anlattığına, bir romanda, diğer bir romana atıfta bulunduğuna inanır, hepsinin birbirini tamamladığını söyler. Bu hikayede de Randall Flagg, yüzyıllar boyunca yaşayan, hiç yaşlanmayan, aynı topraklarda yaşlanmadığının farkına varılınca oradan ayrılıp daha sonra yine oraya geri dönen ve kendi çıkarları için tüm olumsuzlukları kullanan bir karakter, Stephen King'in üstü kapalı bir şekilde bahsettiği üzere şeytanın ta kendisi.

Bu romanı çok sevdim, kitabı bitirdiğimde düşündüğüm ilk şey şu oldu, Neil Gaiman bu romanı eğer okuduysa, kıskançlıktan hüngür hüngür ağlamıştır herhalde.


13 Temmuz 2013 Cumartesi

Alex Kava | The Soul Catcher ★★

Su yaziya en az dort farkli sekilde basladim ve her defasinda sildim.

Yazamiyorum; cumleleri birbirine baglayamiyorum. Zira The Soul Catcher cok kopuk bir kitap.

Sayisi gereginden fazla, olayin akisina hicbir katkisi olmadigi halde yasamlari derinlemesine incelenmis karakterler; henuz ilk cinayetin ayrintilarini okurken kim oldugunu kolaylikla tahmin edebildiginiz bir katil; sirf birkac tane daha sayfa isgal etmek icin sonradan eklendigi asikar olan yan olaylar; 200'uncu sayfadan sonra biraz hareketlenen ve aniden bitiveren bir kitap...

Her ne kadar karakterler, olaylar ve kurgu birbirinden kopuk olsa da karakterler arasi iliskiler inanilmaz guzel ele alinmis.

Insanin caresizligi; bir yere baglanma, daha buyuk bir olayin parcasi olabilme istegi; alkolik bir anne; kahramanca olen ama kahramanligi (!) anne tarafindan durmadan tartisilan bir baba; cok kucuk yastan beri annesine annelik yapmak zorunda kalan bir kadin...

Cok saglam cumleler, cok ciddi meramlar, unutulmayacak paragraflar ama sifir kurgu, sifir heyecan, sifir butunluk...

~

The Soul Catcher, Alex Kava'nin unlu kadin FBI ajani Maggie O'Dell'in bas kahramani oldugu bir thriller.

Maggie'nin atandigi dava ve onu takip eden cinayetler Joseph Everett adinda bir kisinin liderligini yaptigi, disaridan bakildiginda oldukca yasal, lakin ici azapla, korkuyla, asagilanmayla dolu bir tarikati gosterir. Cinayetleri ve baglantilarini arastiran Maggie, ailesinden birinin de Everett'in tuzagina dustugunu fark ettigi zaman caresizlikle en iyi yaptigi seyi yapmaya calisir; ona ihtiyaci olan annesini bir kere daha kurtaracaktir.

~

Bu kitap bitmemis bir dizi gibi. Yan karakterlerin hayatlari o derece ayrintiyla islenmis ve devaminda ne olacagini merak ettigim onca yeni hikaye baslamisti ki sanki yarin aksam bilgisayarimin karsisina gececegim de yan karakterlerden birinin nispeten baskin oldugu yeni bolumu izleyecekmisim gibi geliyor. Oylesine kesilip atilmis, en onemli ogeler atlanmis, zayif kalmis bir roman...

Lakin, o okudugum paragraflarin gucunu asla yadsiyamam; kitaptan kopmamami saglayan tek unsur, oldukca iyi analiz edilmis oldugunu dusundugum "korku salmak suretiyle kontrol etmeyi" ele alan cumlelerdi.



Bir de... Sayet okumaya niyetlenecekseniz Maggie O'Dell romanlarini sirasiyla okuyunuz. Yazar, onceki kitaplardaki cinayetlere ve karakterlere fazlasiyla geri donuyor. Hikayeleri de gereksiz yere uzattigindan, soz konusu karakteri tanimiyor olmaniz halinde kitabi elinizden birakiveriyorsunuz.

Cicekler, bocekler, opucukler.
Amalth.

7 Temmuz 2013 Pazar

Aşk Adında Hayat / (Teeny Templeton #1) Michael Lee West

Gerçek aşkı bulmak mı, yoksa ondan kaçmak mı kolay? 

 "Teeny Templeton sonunda kaderin ona güldüğünü düşünmektedir. Evlenecektir, kendi düğün pastasını kendisi yapacaktır ve o sıkıntılı geçmişini ardında bırakacaktır. Ta ki nişanlısını kendi evlerinin şeftali bahçesinde iki kadınla yakalayana kadar... Hem de çırılçıplak bir haldelerken...

Bu skandalın ardından düğünleri iptal olur. Ne var ki Teeny'nin başına gelenler bununla sınırlı kalmayacaktır. Nişanlısı bu olaydan sonra ölü bulunur ve herkes Teeny'nin suçlu olduğunu düşünür. 

Tek umudu, artık başarılı bir avukat olan ilk aşkı Coop O'Malley'dir. Ancak onunla yüzleşmek demek, geçmişle de yüzleşmek anlamına gelmektedir. Peki, Teeny başına gelenlere rağmen kalbinin sesini dinleyip karşısındaki bu adama yeniden güvenecek midir?"

Kitap: Aşk Adında Hayat (Teeny Templeton #1)
Yazar: Michael Lee West
Orjinal Adı: Gone With A Handsomer Man 
Yayıncı: Arkadya Yayınları 
Sayfa Sayısı: 426
Tür: Yetişkin, Aşk, Polisiye
Puanım: 4,5 

Arkadya yayınlarından çıkan Teeny Templeton serisinin ilk kitabı öncelikle beni kapağı ile cezbetmişti. Çok şirin tam yaza uygun bir kitap kapağı evet. Lakin bizim kitabın cicili bicili kapağı olmamış sanki. Orjinali aşağıda ve tam uymuş. Keşke o kapağı kullansalardı diye küçük bir eleştiri yapayım.

Dikkat ettim içinde yemek ile alakalı her kitap beni ciddi cezbetmeye başlamış. Hele arkasında tarifler varsa direkt alma sebebim. Bu kitap da onlardan biri.

Öncelikle serinin ilk kitabına bayıldım. Çok eğlenceli ve temposu düşmeden ilerledi. Ha ben katilin kim olduğunu tahmin etmiştim ama güzel bağladı olayları yazar. Bizim kapaktan ve tanıtım yazısından çok romantik, duyguları incinmiş bir kitap beklerken, başına gelmedik şey kalmamış, bir yandan acayip eğlenceli bir kitapla karşılaştım.

Baş karakter Teeny normal, kısa boylu, kendi halinde şirin ve biraz sarsak, biraz safça kızımız. Saf olduğuna bakmayın başına ne geliyorsa iyi niyetinden geliyor. Kendi dünyasında yemek pişiriyor, cicili bicili yaşıyor. Lakin nişanlısını iki kadınla basınca çılgınlaşıyor. Ağlaya ağlaya çekip gitmektense, ağacın birine çıkıp olgunlaşmamış şeftalilerle çıplak nişanlısı ve iki kadını resmen taşlıyor. Tabii bu sayede başına gelmedik kalmıyor, ne evine geri dönebiliyor, nede gidecek yeri var. Olaylar böyle başlıyor. Üstüne birde nişanlısı öldürülünce bir numaralı zanlı olarak buluyor kendini.


"Arada bir, kabarmayan hamurlarla uğraşmak zorunda kalır ve en baştan başlarsınız. Hamuru yoğur, üzerini sıcak nemli bir bezle ört ve en iyisi için umut et. İlişkiler de aynen böyledir. Bir yemek tarifine harfiyen uyduğunuzu düşünebilir, her şeyi doğru yapabilirsiniz; ama ortaya çıkan sonuç sindirilemez olabilir. Ekmek gibi kokuyor olsa bile ekmek olmayabilir. "


Teeny'in nişanlısı Bing esasen kızı seviyordu ama karakterinde aldatmak olduğu için, evde yemek pişiren sevimli biri olsun ben gönlümü diğer şekilde eğlendiririm kafasındaydı.

Teeny'nin ilk aşkı Coop ise bir tuhaf adam. Ben halen onun tam olarak ne istediğini çözemedim. Tamam bizim kızı seviyor onu anladık ama tuhaf da davranışları vardı.

Dedektif Red Butler ise ayrı alemdi ya. Önceleri Teeny'den hoşlanmazken sonra en büyük destekçisi oldu. Hele o yemek kitaplarını çalarken halleri, birlikte kek pişirmeleri falan acayip eğlenceliydi.

Coop'un karısı Ava'da değişik bir karakter. Bir yandan sinir oluyorsunuz, bir yandan da Teeny'e o kadar yardım ediyor ki resmen yardım en kilit zamanlarda hızır gibi yetişiyor.

En güldüğüm yeri Teeny'nin geleneksel aile yemek defteriydi. Teyzeleri, annesi, Teeny kendilerince sinirlendiklerinde zehirli tarifler uydurup yazıyorlar. Tarifleri yaptıkları yok, zaten amaç sinirlerini yatıştırmak. Ama o defter başına neredeyse bela oluyordu.

Ve kitabın sonu! Nasıl bitti öyle ya, resmen seriyi deli gibi bekliyorum artık.

Kitabın birde soundtrack'i var ki ne şarkılar. Genelde Elvis ağırlıklı, Zz Top, 98 Degrees, Radiohead, Jimi Hendrix, Five for Fighting ile devam ediyor. Kitabı okurken playlistimi dinlersiniz artık. 

 

Sizde yaz için böyle neşeli, eğlenceli bir yandan aşk bir yandan polisiyenin olduğu romantik komedi kıvamında bir yaz kitabı okumak istiyorsanız doğru yerdesiniz. Ben kitaba 4,5 puan verdim. 
Ayriyeten bu kitabı yollayan Arkadya Yayınlarına çok teşekkür ederim. Serinin devam kitabını merakla bekliyoruz. 

İyi okumalar, keyifli dinlemeler...

-Sycorox- 

2 Temmuz 2013 Salı

Alper Kamu Cehennem Çiçeği - Alper Canıgüz


 
“Dünyanın en küçük dedektifi geri döndü. Alper Kamu 9 yıl sonra, hâlâ 5 yaşında.”
Alper Kamu’yla ilk kez 2004 yılında çıkmış olan Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabıyla tanıştık. Oğullar ve Rencide Ruhlar’ın arka kapağını okuduktan sonra ev arkadaşımla “kitabı ilk kim okuyacak” diye ufak bir arbede yaşamıştık. Alper Kamu’nun ikinci macerası Alper Kamu Cehennem Çiçeği'ni de tesadüfen aynı arkadaşımla beraber görüp aldık.

Devam kitapları, fimleri; genel olarak devam eserleri, her zaman insanda ilki tutunca bir kere daha eser üzerinden ‘ekmek yeme’ mantığıyla yapıldığı şüphesini uyandırır. Fakat korkmayın, Alper Kamu en az ilk eserde olduğu kadar heyecan verici, neşeli ve afacan.

Oğullar ve Rencide Ruhlar'da olduğu gibi, yine diğer insanların faili konusunda oldukça emin olduğu fakat Alper Kamu’nun kafasında oluşan soru işaretleri sebebiyle çözmeye kalkıştığı bir cinayetle karşı karşıyayız Cehennem Çiçeği’nde.
Alper Kamu ise, 5 yaşında olmasına bakmadan; içki içen, küfür eden, babasını bir yerlerde içerken toparlayıp getiren, boyundan büyük işler peşinde koşan bildiğimiz Alper Kamu. Bir yandan bütün bunları yaparken, bir yandan da cinayet dosyasını incelemek için girdiği yatağın altında uyuyakalan ya da daha önemli işleri olmasına rağmen “ne de olsa çocuk” olduğunu belirtip yemek yemeye oturan ve bütün bunları yaparken bize hiç “ya 5 yaşındaki çocuk hiç böyle konuşur mu – yapar mı” hissini yaşatmayan bir tuhaf ufaklık. Ki bu noktada bu karakteri bu kadar gerçekçi yazabilen Alper Canıgüz’e olan hayranlığımızı da bir tur belirtmek gerekir zannederim.
Bir taraftan failini merak ettiğimiz bir cinayet, bir taraftan kimin kimi aldattığını anlayamadığımız bir aşk hikâyesi ve bütün bunların nereye bağlanacağını merak etmekteyken “mutsuzluklarını kanıksamışlardı ve daha büyük bir şeyin peşinde koşmak akıllarından bile geçmiyordu” gibi enfes cümlelerle araya sıkıştırılmış aşk, hayat ve ölüm üzerine yapılan felsefe ile Cehennem Çiçeği, hiç bitmesin istediğimiz o şahane eserlerden biri haline gelmiş. Ve elbette olmadık yerlerde insanı vuran o sinsi mizahı da unutmadan eklememiz gerek.

Bir hikâye içinde birbirine geçmiş hikâyeler herkesi çok etkilerken, bir de bütün birbirine geçmiş hikâyelerin arasında “dünyayı sırtında taşıyan kız”ın masalını anlatmıştır bize Alper Canıgüz ki sırf bu 6,5 sayfalık masal için bile, kendisini yıllarca yere göğe koyamayacağım.
Kitabın sonu ise, bir ihtimal yeni bir devam kitabına kapıyı açık bırakmak adına biraz muğlak kalmış. Ama yenisinin çıkmasını da büyük bir hevesle istediğimizden, varsın muğlak kalsın.
Tavsiyem benim gibi delirip “ne olacak acaba, aha şimdi ne oldu acaba” diye hızlıca bitirmek yerine, dayanabilirseniz biraz daha yavaş okuyup, kitabın tadını çıkarmanız. Ha bir de eğer ki ilk romanı okumadıysanız, önce onu bir okuyun. Her ne kadar, Cehennem Çiçeği’nin başlı başına yeni bir kitap olarak okunması mümkünse de ara ara ufak göndermeler yapılmış ilk romana, illa ki merak edersiniz.
Ve son olarak bir de Alper Canıgüz için kamu spotu koyayım, Tatlı Rüyalar ve Gizli Ajans son dönem Türk Edebiyatında ışıl ışıl parlasalar da, zannediyorum Oğullar ve Rencide Ruhlar ile Alper Kamu Cehennem Çiçeği ikilisi birer şaheser olduğundan, sanırım ilk andığım iki kitaba her zaman biraz haksızlık edeceğiz. Bunun için ilham perileri bizi affetsin!

İyi okumalar.
* Oğullar ve Rencide Ruhlar'ın tanıtımı için şuraya tıklayabilirsiniz.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Haftanin Konuk Yazari | Canan Saka

Cok acayip ve sevimli bir konuk yazarimiz var bu hafta; Canan Saka.

Her ne kadar kendisinden onu tanitabilmem icin bir kac parca bilgi istedigimde dunyanin en mutevazi cumlelerini kurmus olsa da Canan'i "uzun zaman once iliskiler hakkinda blog yazmis, simdi de sevdigi kitaplari paylasmak isteyen" bir kadin olarak tanitmayacagim.

Canan'in kitabi yeni cikti, ve en son satis rakamlariyla D&R'larda kendi turunde ucuncu siradaydi! Biliyorum ki kendisi cikip da "Kitabimin adi vesaire" demeyecek;o yuzden ben bagirmaliyim. Kitabinin adi Yalniz Kizlarin 41 Kurali.

Aliniz, okuyunuz, seviniz.

Cicekler, bocekler, opucukler!
Amalth.


Related Posts with Thumbnails