30 Ağustos 2011 Salı

Aşk Ve Öbür Cinler (Gabriel García Márquez)


"Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu. Tutam tutam güçlü saçları kazınmış kafasından sanki köpük köpük fışkırıyor, gitgide uzadığı gözle görülüyordu. "
Bu kitap çok özeldir, bir çırpıda okunan ve derin iz bırakan, ardından düşündüren. Sanki Estrella Morente'nin ağıt gibi sözlerini bilmeseniz dahi içinizi yakan şarkısı "Volver" gibi.

Yazar bu kitapla 1982'de nobel ödülü aldı. Bir gazete haberi ve, anneannesinin bir hikayesini birleştirerek oluşan büyülü, enteresan, mistik ve aşk dolu bir roman. Marquez'in genç bir muhabirken 26 Ekim 1949'da Santa Clara manastırının mahzenindeki mezarların boşaltıldığı haberine gider ve orada bir mezarda kazdıkça yoğun bakır renkli çıkan ve en sonunda küçük bir kız çocuğunun kafatasına ait olan yirmi iki metrelik bir saç yığını bulurlar. İşçilere göre normal gelen bu durum, Marquez'in aklına anneannesinin anlattığı Karayip adalarında meşhur bir şekilde efsaneleşmiş bir markiz'in on iki yaşındaki kızını aklına getirir ve iki olayı birleştirir.

Konu öncelikle alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi köpeğin Casalduero Markizinin kızı Sierva Maria'yı ısırmasıyla başlar. Kızın ailesi son derece kendinden bağımsız ve ilgisizlerdir. Bir süre sonra Sierva evdeki afrikalı kölelerle kendine ait bir dünya kurar. Onlar gibi yaşar, zaten tuhaf tabiatlı kıza daha egzantrik bir hava katar bu. Kuduz köpek ısırınca olayı ailesi örtbas etmeye çalışırlar, bu durumdan utanırlar. İyileştirme yöntemleri geç olduğu için işe yaramaz ve tedaviler o belirtileri daha çok fark edilir hale getirir. Zaten garip tabiatlı olan kızı daha değişikleştirir ve etraftan içine cin girdiğine dair söylentiler yayılır. Bu halini gören babası kızını manastıra kapatır. Ve rahip Cayetano Delaura'yı kızın içindeki cini çıkarması için görevlendirirler. Ama bu durum ikisi arasında bir aşkın başlamasına yol açacaktır.

Olmaması gereken aşkın, saf ve acı yönünü gözler önüne sererken diğer yandan harika satır araları var.

Mesela;

"Bunun yasaklanmış bir kitap olduğunu biliyor musunuz?"
"Son yüzyıllardaki en iyi romanların hepsinin yasaklandığı gibi,"dedi Abrenuncio.
Ve Garcilaso de la Vega'dan harika soneler okuyorlar. Hep bir yanlarında acı ve ölüm var sanki.


"Yo acabaré, que me entregué sin arte
a quien sabrá perderme y acabarme
si ella quisiere, y aun sabrá querello;"
Öleceğim çünkü vuruldum bilmeden,
isterse öldürmeyi çok iyi bilen
ve elbet bunu isteyecek olana"
Mutlaka okuyun bu büyülü, kızıl saçlı, değişik kızın hüzünlü hikayesini.

Mahrem (Elif Şafak)


Bu roman, içinde bir sözlük barındırıyor ama bu sizin bildiğiniz sözlüklere benzemiyor. Görmekle, görülmekle, görmemekle, görememekle alakalı olarak açıklanan maddelerden oluşan bu sözlük, Nazar Sözlüğü ve Nazar Sözlüğü'nün yazarı, Be-Ce adında bir adam. Sevgilisiyle Hayalfeneri Apartmanı'nda yaşayan Be-Ce, gözlerden ırak bir hayat sürmeyi tercih ediyor, romanın önemli bir kısmı da sevgilisinin ağzından ilişkilerini ve hayatının zor anlarını gösteriyor. Yalnız ilişki de sizin bildiğiniz ilişkilere benzemiyor. Be-Ce'nin adı "cüce-büce"den geliyor, bir cücenin sevgilisi olan roman anlatıcısı ise bir yokuşu çıkarken nefes nefese ve ter içinde kalan bir kadın, yüz otuz iki kiloluk bir kadın.

Mahrem, adı üzerinde, mahremiyet olgusu üzerine şekillenen bir roman. İnsanların mahremiyete olan ihtiyaçları, klasik bir Elif Şafak romanında olduğu gibi üç farklı hikaye etrafında örülüyor, bu üç hikayeden Memiş Efendi'nin (ki tam adı Keramet Keşke Mumi Memiş Efendi) hikayesi bana Puslu Kıtalar Atlası'nı hatırlattı okurken. Fransız madam de Marelle'in hikayesi de, Memiş Efendi'nin hikayesi de, Be-Ce ile şişman kadının aşkı da mahremiyet olgusu üzerine kuruluyor ve klasik Elif Şafak romanlarından farklı olarak bu kez sonunda birbirleriyle birleşmiyorlar, hatta sonu beni epey şaşırttı.

Elif Şafak sevenlerine tavsiye edebileceğim bir kitap ama sanırım ben bir yerlerde bir yanlış yaptım, birbirine yakın dönemlerde Elif Şafak romanları okumak gibi bir hataya düşüyorum, daha önce de Bit Palas ile Araf'ı, hemen ardından da Siyah Süt'ü arka arkaya, çok yakın zamanlarda okumuştum ve gitgide aldığım tad azalmıştı. Bu kez de Baba ve Piç ile Mahrem'i yaklaşık bir ay içinde arada başka kitaplar da okumama rağmen birbirine yakın bir sürede okudum ve yine son okuduğumdan, önceki okuduğumda aldığım zevki almadım. Belki romanlarının belkemiğini aynı şekilde oluşturduğundandır, belki de aynı yazarın romanlarını arka arkaya okuyunca hep böyle oluyordur. Benim için en sevdiğim romanlar arasına girmedi, Baba ve Piç'i de daha çok beğendim, belki yazarının hayranları benden daha farklı düşüneceklerdir.

28 Ağustos 2011 Pazar

Ezilenler (Dostoyevski)


Roman, Altın Kitaplar baskısının kapağındaki yaşlı bay Smith ile en az kendi kadar yaşlı köpeği Azorka'yı tanıtarak başlar. Bay Smith, yaşlılığın verdiği bir yarım akıllılıkla her gün aynı saatte aynı şeyleri kurulmuş gibi yapar, köpeği Azorka da her daim kendisine eşlik eder ve genç bir yazar olan Vanya'nın dikkatini çeker. Bir gün Vanya'nın da şahit olacağı bir şekilde önce köpek Azorka, hemen ardından Smith ölür ve Vanya için değişik olaylar başgösterir.

Vanya, Dostoyevski'nin kendi hayatından öğeler taşıyan bir yazar, tıpkı onun ilk romanından sonra aldığı eleştiriler ve yazın dünyasına girişinin önce dergilerde romanlarını tefrika ettirmesi ve sonra yayınevleriyle anlaşması ile olduğu gibi o dönem yazarlarının geçtiği yollardan geçen fakir bir yazar. Romanda Vanya dışında Nataşa, Nataşa'nın annesi ve babası ile Alyoşa ve Alyoşa'nın prens babası olan diğer önemli karakterler ise, "ile" bağlacıyla ayırdığım şekilde düşman iki ailedir. Nataşa, Vanya ile nişanlıyken Alyoşa ile "düşman ailelerin çocuklarının birbirine aşık olması" tehlikesinden kaçamaz ve Vanya'yı Alyoşa için terk edip baba evinden ayrılarak Alyoşa'ya kaçar. Ancak önceden dost olan bu düşman aileler bu ilişkiyi onaylamamaktadırlar, Nataşa'nın dünyada Alyoşa'sından başka bir de eski nişanlısı iyi yürekli Vanya'sı vardır. Bir de Vanya'nın kötü şartlardan kurtardığı on dört yaşındaki Nelli (ki kendisi yaşlı Smith'in torunu olur) ile Alyoşa'nın babasının kendisini zorla evlendirmeye çalıştığı soylu Katya da olaylara dahil olduğunda, ortaya eski zaman filmleri gibi çetrefilli ilişkiler ve karanlık günlerle dolu bir roman çıkıyor.

Dostoyevski, bu romanında birey sorunlarına değiniyor, yalnızlık korkusu, ölüm korkusu, özlem, iki aşk arasında kalma, evlat sevgisi ile evlada karşı duyulan öfke, hastalıklar, parasızlık, sefillik, açlık gibi pek çok şeyin altından kalkmaya çalışan karakterler, bir yandan kendi başlarına her şeyi düzeltmeye çalışıyor, diğer yandan birbirlerinin iyiliği için atacakları adımları hesaplamaya çalışıyorlar fakat sonunda her şey olacağına varıyor. Olayların çözümlenme şeklini okurken çok sevmiştim ben, umarım siz de benimle aynı zevki alırsınız.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Blogger N'lerini seçiyor !

Merhabalar!

Sevgili Tuşların Tıkırtısı ve Blog Mania bizi en bilgilendirici bloggerlar arasinda gostermis! Kendilerine sonsuz tesekkurlerimizi sunuyoruz.

Raflarin Arasindan'da birden fazla yazar bulundugundan ortak bir liste hazirladik! Mevcut listede Aslisin'in, Sweet Leaf'in, Sycorox'un ve bendeniz Amaltheian'in tercihleri bulunmaktadir. Her kategori icin uc kisi yazabildigimizden ne kadar zorlandigimizi tahmin edersiniz! Yazarlarimizin hazirlayip bana verdigi listelerdeki ortak isimleri secip yazmaya calistim.

Sevgiler!

**

Yazının başlığı "Blogger N'lerini seçiyor !" şeklinde olmalı.. Bir bütün halinde ilerlemeliyiz. Her kategori için en fazla 3 kişi yazabilirsiniz.. (Sadece bir kategori için 5 tane yazma hakkınız var. Çoğumuzun blog açmasına sebep olan şey, kendimizi anlatmak.) Ekstradan 1 kategori daha ekleyip, seçiminizi yapabilirsiniz. Kategori açarken tercihinizi mümkünse en zeki, en güzel, en akıllı gibi şeylerden yana kullanmayın. Tamam birbirinizi tanıyor olabilirsiniz. Ama burda genel bi seçimden bahsediyoruz ve birbirimizi sadece yazılarımızdan tanıyoruz. Yazılardan yola çıkarak sonuca varabileceğimiz kategoriler olmalı. (Kişileri rencide edecek, küçümseyecek türden kategorilere kesinlikle yer vermeyin.) Aynı kişiyi birden fazla kategoriye yazabilirsiniz. Mim yazılarınız kesinlikle okunacaktır. Yazılarınız okunduğuna dair yorum bırakılacaktır. Bir gün içerisinde yazılarınıza yorum gelmezse mail atarak haber verirseniz en doğru sonucu elde etmiş oluruz.(birinceses@gmail.com)

En İyi Tasarıma Sahip Blogger : Şu Bu O, Hayat Erkeği, Hesionka

En Güncel Blogger: Muhtesip, Sweet Sunshine, CineShoot

En Meraklı Blogger: Pek Güzel Şeyler, Okuyan Kedi

En Yetenekli Blogger: Özlem Akın

En Çok Bilgilendiren Blogger: Sigara Yanıkları, Pasif Agresif, Salıncakta İki Kişi

En Çok Kendini Anlatan Blogger: Cips Yiyemeyen Kız, Sarhoş Kedi, Amsterdam'dan Kartpostallar

En Çok Eğlendiren Blogger: Sel, Öküzün Önde Gideni, Atgötten

En Akıcı Yazan Blogger: Finduilas, Glamdring

Yukarıda adı geçen herkes mimlenmiş sayılıyor :)

21 Ağustos 2011 Pazar

On Küçük Zenci | Agatha Christie


On küçük zenci yemeğe gitti,
Birinin lokması boğazına tıkandı. Kaldı dokuz,
Dokuz küçük zenci geç yattı,
Sabah Biri uyanamadı, kaldı sekiz,
Sekiz küçük zenci Devon’u gezdi,
Biri geri dönmedi. Kaldı yedi,
Yedi küçük zenci odun kırdı
Biri baltayı kendine vurdu. Kaldı altı,
Altı küçük zenci bal aradı,
Birini arı soktu. Kaldı beş,
Beş küçük zenci mahkemeye gitti,
Biri tutuklandı. Kaldı dört,
Dört küçük zenci yüzmeye gitti,
Birini balık yuttu. Kaldı üç,
Üç küçük zenci ormana gitti,
Birini ayı kaptı. Kaldı iki,
İki küçük zenci güneşte oturdu,
Birini güneş çarptı. Kaldı bir zenci.
Bir küçük zenci yapayalnız kaldı.
Gidip kendini astı. Kimse kalmadı.

Böyle başlar On Küçük Zenci.

Birbirinden bağımsız on ayrı kişi birer davetiye alır. Zenci Adası'nda unutamayacakları bir tatile davet edilirler. Ama Zenci Adası'nda ölümler birbirini takip eder, durmadan bir sonraki cinayeti tahmin etmeye çalışır dururuz.

Sürükleyicidir, heyecanlıdır, eğlencelidir.

Bildiğimiz Agatha! Merak uyandırıcı, zihni zorlamadan düşündürücü.

Tek tavsiyem eski basımını temin etmeyin, aslında çok şey ifade eden On Küçük Zenci şiirinde bile eksiklikler var çünkü. Yeni basımı candır, canandır.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Aşık Papağan Barı (Nazlı Eray)

Öyle bir roman düşünün ki okurken uzun, çok uzun bir rüya görüyormuşsunuz gibi hissettirsin. Nazlı Eray'ın bu fantastik romanı, uzun bir rüya gibi. Bir gece romanı ağzından okuduğumuz anlatıcı kadın, kendini bir hastanede bulur. Bu hastaneye açık kalp ameliyatı için getirilmiştir ama ne olduğunu hatırlamaz. Yanındaki "koruyucu meleği"ne neler olduğunu sorduğunda, melek ona "Sus sus, yorulma şimdi, bir trafik kazası oldu, siyah bir Opel Vectra son hız giderken kalbine saplandı." der. Kadın, ameliyathanede doktorların yanısıra bir kaportacı ve çırağını fark eder, açık kalp ameliyatı devam ederken bir yandan da kalbindeki hurdaya dönmüş Opel Vectra'yı çıkarmaya çalışıyorlardır.

Böyle başlayan bir romanın aslında çok yoğun, çok duygulu bir aşk romanı olduğunu söylemeliyim ama bir yandan da çok uzun ve gerçeküstü bir hikaye bu, sadece bir aşk romanı diyip geçmemek gerek. Ameliyatta bedenini bırakan kadın, zaman ve mekan kavramından bir süre için bağımsız olduğunu öğrenince unutamadığı anlara geri döner, rüyalara girer, çıkar, cinci hocalarla, mafya babalarıyla, vücudu olmayan bir dudakla muhatap olur, kitaba adını veren Aşık Papağan Barı'na girdi mi hele bir daha oradan çıkamaz. Aşık Papağan Barı da neresi mi? Las Vegas'ta, içinde çok büyük bir sır perdesini barındıran, yıllar önce bara gelen kızıl saçlı bir kadına aşık olan bir papağan sayesinde bu isme kavuşan bir bar. Mutlaka bu bara uğramalısınız.

19 Ağustos 2011 Cuma

Kelebek, Henri Charriére


Gerçek bir yaşam öyküsü olan Kelebek, Henri Charriére'in özgürlük mücadelesini anlatıyor. Kelebek lakaplı Henri, 25 yaşında, işlemediği bir suç yüzünden Fransa'da müebbet hapis cezasıyla cezalandırılmıştır. Henüz çok genç olan ve bu cezayı hak etmediğini düşünen Kelebek için kaderine boyun eğmek mümkün değildir, özgürlük için yapması gereken her şeyi yapacak, müebbet hapis cezası, kürek cezasına çevrilince tek çözüm olan firarı göze alacaktır. Roman, Henri Charriére'in defterlerinden oluşuyor. Tüm yaşadıklarını yazmaya karar verdiğinde, mahkeme günlerinden Venezuella'da özgürlüğüne kavuştuğu günlere dek anılarını on üç defterde toplayan yazar, anılarının basılıp basılmayacağından emin olmadan bir yayınevine gönderiyor, roman basıldıktan sonra da bir özgürlük mücadelesi olarak ve Fransa'nın o yıllardaki hukuk sistemine ağır bir eleştiri olarak inanılmaz ün kazanan bu roman, sonradan filme dönüştürülüyor ve hatta Hollywood'un en ünlü oyuncularından Steve McQueen, Kelebek'i oynuyor. Kişisel bir öneri getirereceğim, hakimlik ve savcılık yapmayı düşünen tüm hukukçuların bu romanı okuması taraftarıyım, cezalandırma gücü çok büyük bir güç, insanların hayatına etkileri tahmin edebileceğinizden çok daha büyük, çok uçsuz bucaksız etkileri var, bunu bir mahkumun kaleminden okuyunca daha iyi anlayabilirsiniz.

Roman epey akıcı, edebi niteliği konusunda tartışılabilir ama inanılmaz bir öykü. 25 ve 38 yaşları arasını bu romanda anlatan Henri Charriére, bu romanın popülaritesi ve yarattığı meraktan sonra Banko adında bir romanla Kelebek'in devamını da getiriyor ve onda da topluma yeniden karıştığı, özgürlüğüne kavuştuktan sonra neler yaptığını anlatıyor.


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Mercier ile Camier (Samuel Beckett)


Beckett'ın romanları da oyunları da zor okunur, büyük bir absürdlük, ne yaptıklarını bilmeyen karakterler ve hiç belli olmayan, karakterlerin henüz yaparken unutmaya başladıkları olaylardan oluşur. Mercier ile Camier de Beckett'ın ilk uzun roman denemesiymiş, yer yer oyun yazar gibi yazdığı, iki bölümde bir "Önceki iki bölümün özeti"ni okura sunduğu ilginç bir roman. İki yaşlı insan olan Mercier ve Camier'in bir kenti terk etmek üzere buluşamamalarıyla başlayan romanda bu iki yaşlının başlarına gelen absürdlükleri, geçmişlerini, henüz karar veremedikleri amaçlarını konuşmalarını okuyoruz. Romanın alt metninde çiftin terk etmeye çalıştıkları şehrin Dublin olduğu, evine uğradıkları Helen'in de Dublin'in ünlü bir genelev patronu olduğu gizliymiş, belki de çok sadık bir okuru olmadığım için anlamamışımdır.

Romanın en çok ilgimi çeken özelliği de, eğer Beckett'tan ilk olarak bu romanı okuyacaksanız son bölümde bir anda ortaya çıkan karakterlere dikkat edin, Watt ve Murphy de Samuel Beckett'ın başka iki romanının karakterleridir, bu ayrıntı beni epey gülümsetmişti.

9 Ağustos 2011 Salı

Tutunamayanlar (Oğuz Atay)


Tutunamayanlar, Oğuz Atay'ın bir roman yarışması için el yazısıyla yazıp da "Bu adam da nereden çıktı, hem de mühendismiş, bu kadar sayfa yazmış da getirmiş..." dedirttiği, okuyanları güldürüp de dehşete düşürdüğü, pek dışarıdan girdiği yazın dünyasında yerinin kalıcı olduğunu müjdelediği ilk romanı.

Turgut Özben, güzel eşi Nermin ve iki kızıyla hali vakti oldukça yerinde bir mühendistir. Evlendiğinden beri eski arkadaşlarıyla eskisi kadar sık görüşemez, öyle ya artık evli arkadaşlarıyla yemekli toplantılarda görüşülüyordur, yeni aldıkları arabaların taksitlerinden, yazları sakin olan sayfiye yerlerinden, salonlarına aldıkları yeni oturma gruplarından falan bahsedecekler... Selim Işık ise Turgut Özben'in en sevdiği eski dostlarından biridir, ne var ki yirmi sekiz yaşında, annesiyle birlikte yaşadığı evinde kendini öldürür. Turgut, Selim'in ölümü üzerine düşünmeye, düşündükçe araştırmaya, Selim'in arkadaşlarıyla görüşmeye, Selim'in anılarını okumaya ve neden kendini öldürdüğünü bulmak için çaba göstermeye başlar. Bu araştırmalar, görüşmeler, Turgut'a da pek iyi gelmeyecektir, Turgut, içinde bulunduğu yaşantıdan, Selim'i özlemeye başladıkça sıkılacak, "düzgün" bir insan olmaktan boğulacaktır.

Tutunamayanlar, müthiş bir eleştiri, müthiş bir kara mizah. Tutunamayanlar, Turgut'un ailesi ve benzeri ailelerin küçük burjuva hayatıyla ilgili sivri dokundurmalar içerirken Selim'in kendi kendini eğitmesi ve edebiyatla uğraşmasını anlatırken de Oğuz Atay burnu pek büyük olan, iki kitap okuduğu anda kendini dünyanın en birikimli insanı zanneden sözde entelektüellerle de dalga geçmeyi unutmuyor.

700 küsür sayfalık bu romanda, Selim'in dünyasını Turgut'un gözleriyle görüyoruz genelde ve bir insanın günlük hayatında karşılaştığı şeylerin, hayatındaki sorunların, hele de başarı konusunda vasatın altında olan insanların dertlerinin birbirine ne kadar benzediğini fark ediyoruz. Evet, gündelik hayatın sorunları hepimiz için hep aynı. Ancak Selim gibiler, bu sorunlar karşısında gülüp geçemiyorlar, ince ruhlu insanları kırılgan yapan o karışımı, Turgut, Selim'i öldükten sonra tanıdıkça fark ediyoruz. Olağan şeylere fazla kafa yormak, başkaları adına da düşünmek, insanları gereğinden fazla sevip onları bir anda tanımaya çalışmak ama karşılığını görmemek, başarısızlıkları devamlı omuzlarında taşımak, hastalıktan, ölümden korkmak, kendine benzemeyen insanların arasında büyümek, edebiyata, kitaplara gönül vermiş olup da hiçbir zaman bir kitap yazamayacağını düşünmek, çok okudukça kendini yetersiz bulmak gibi pek çok özelliği, Selim'i günden güne yiyip bitiriyor ve kimse bunun farkına varmıyor. Çünkü Selim, kırılganlığını muhteşem bir mizah yeteneğiyle saklayabiliyor. Ta ki ölümünden sonra ortaya çıkan anı defterleri, mektupları, şiir ve şarkıları sayesinde Turgut onu anlamaya başlayana kadar. Sonrası, Turgut'un kendi yaşantısını sorgulamasıyla devam ediyor.

Tutunamayanlar, mutlaka okunması gereken bir yapıt, Oğuz Atay, mutlaka tanışılması gereken bir yazar. Üstelik aslında sadece bir mühendis canım, nereden de çıkmış bu adam?


Related Posts with Thumbnails