31 Ocak 2010 Pazar

Açlık Oyunları | Suzanne Collins



Açlık Oyunları'nı sürekli kitap alışverişi yaptığım bir sitede gördüm önceleri ve itiraf etmem gerekirse (ki gerekiyor) adından ötürü üçüncü sınıf bir rejim kitabı olduğunu düşünmedim değil! Lakin. Gelin görün ki mesele öyle değilmiş!

Bazen asla bitmesini istemediğiniz kitaplar olur, sonuna yaklaştıkça mide ağrısı katlanarak artar ya... İşte, tam olarak bunlardan biriyle karşı karşıyayız. Genel anlamda okuduğunuz veya zevk aldığınız tür ne olursa olsun bu benim yaşadığım mide ağrısını sizin de yaşayacağınıza "bahse" girerim.

Genelde cinayet romanları okuyan biri olarak şunu söyleyebilirim; cinayetleri çözen dedektifler aslında hep birbirine benzer, adli tabipler hep soğuk görünüşlü olur, hep en beklemediğin katil olup çıkar... Ancak bu kitapta karşılaştığım karakterlerle ömrü hayatım boyunca karşılaşmadım, karşılaşamam. Her biri o kadar özel ki... O kadar farklılar ki...

Kitapta çok ütopik bir dünyadan bahsedildiğini düşünebilirsiniz ancak ve aslında o kadar çok benziyor ki mevcut yaşantımıza, eşitsizlikler, yaşam savaşı, aşk, devlet kurumu, lüksler, herşey o kadar derin ama yalın anlatılmış ki şurda cümleler etrafında saatlerce dolanıp dursam yine de ifade etmeyi beceremem.

Kitaba ve karakterlerine dair bilgi vermeyeceğim, alıntı da yapmayacağım. Okuyun ama gerçekten okuyun...

Yazar | Suzanne Collins
Adı | Açlık Oyunları
Orjinal Adı | The Hunger Games
Çeviren | Sevinç Tezcan Yanar
Yayınevi | Pegasus Yayınları
Sayfa Sayısı | 384 sf
Kaç Günde Bitirdim | 3 gün lakin ilgileneceğiniz kocanız, çocuklarınız yoksa, her akşam yemek yapmanız gerekmiyorsa, çalışmıyorsanız, yalıtılmış bir dünyada iseniz bırakın 1 günü birkaç saat içinde bile bitirilebilir.
Fiyatı;13 TL(www.kitapyurdu.com)
Önerirmiyim;Deli misiniz! Sormanıza bile gerek yok! Koşun, hemen gidin alın ancak serinin ikinci kitabı olan Ateşi Yakalamak da anında edinilmeli. Aksi takdirde benim gibi ordörv tabağını silip süpürmüş lakin sıcaklara bir türlü geçememiş gibi hissedebilirsiniz kendinizi!

Tavsiyelerim

1. Kitabın bazı yerlerinde pek çok göz yaşı döktüm, ağlamanızın sorun yaratmayacağı yerlerde okuyun. Otobüslerde okumaktan filan kaçının.

2. Aman canım yarım saat kitap okuyayım da uyurum mantığı ile gece okumaya başlamayın, kafanızı kitaptan kaldırdığınızda güneş tepede yakıyor olur, demedi demeyin!

Edit: Kitabı az önce bitirmiş olmanın verdiği kendini kaybetmişlik ile feleğimi fena halde şaşırmış durumdayım. İşte, tam olarak bu nedenden ötürü söz konusu kitabın serinin birinci kitabı olduğunu, ikinci kitabının Ateşi Yakalamak olduğunu, üçüncü kitabının 10 Ağustos 2010 tarihinde çıkacağının tahmin edildiğini, aynı zamanda Açlık Oyunlarının filminin çekilmekte olduğunu ve söz konusu filmin 2010 yılının ikinci çeyreğinde gösterime gireceği söylemeyi unutmuşum.

Afedersiniz.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Bilgilendirmedir.

Arkadaşlar,

Yazar alımlarına gösterdiğiniz cengaver ilgi için pek teşekkür ederiz. Çok sayıda başvuru aldık, lakin bu hızla başvuru veya yazar almaya devam edersek yakında yazar sayımız okur sayımızdan fazla olacağından bu gidişe bir dur dememiz gerektiğini düşündük.

Bu sorunu ancak tek bir şekilde çözebileceğimizi fark ettik. Ve karşınızda....

HAFTANIN KONUK YAZARI!


Alkış!

~~~~~~~~~~

Her hafta bize gelen başvurulardan bir konuk yazar seçilecektir. Söz konusu konuk yazar, o hafta boyunca istediği kadar yazı yayınlayabilecektir. Aynı zamanda, kendisi cümle alem'e duyurulacaktır.

~~~~~~~~~~

Haftanın Konuk Yazarı olmak isterseniz lütfen başvurularınızı amaltheian@gmail.com adresine gönderiniz.

En yakın zamanda bu haftanın yazarını seçip, duyuracağız.

Sevgiler.

Müdüriyet.

26 Ocak 2010 Salı

Aylak Adam | Yusuf Atılgan


Yusuf Atılgan C. der aylak adama. Bir adı bile yoktur ve her şeye karşıdır, toplumun belirlediği kavramlara, aile kavramına, evliliğe... Kendi ailesi canını acıtmıştır çünkü, evliliğe inancı yitmiştir, evliliğe olan karşıtlığını bir kız arkadaşına şu soruyla anlatır C.: "Neden evlenmek istiyorsun? Kocan senden sıkılsın, çocukların kuşpalazı olsunlar diye mi?"

Böyle bir karakterin yaşamına şahit oluruz bu romanda. Dört mevsime ayrılmış bölümler vardır romanda, C.'nin Ayşe adlı ressam sevgilisinden ayrılmasının ardından dahil oluyoruz düşüncelerine, yaşamına, sonra Güler'le olan ilişkisi, Güler'le ayrılığı, yazlık bir eve taşınması ve orda tekrar Ayşe'yle karşılaşmalarını izliyoruz. C.'nin bir işi yok, işsiz. Akrabalarından kalan mirası var ve paraya hiç önem vermiyor C., bunu denize gitmek için evden çıkarken üzerindeki yüklü miktar parayı kitaplığındaki bir kitabın arasına koymasından, sonra döndüğünde hangi kitabın arasına koyduğunu ve paranın miktarını unutup da "çalınsa da rahatlasam" şeklindeki düşüncesinden anlayabiliyoruz. Oysa sevdiği kadınlar hep C.'nin bir işinin olmasını istiyorlar, ailelerine tanıtmak istiyorlar C.'yi, onunla evlenmek istiyorlar... Bir tek ressam Ayşe'nin onu anladığını sanıyor C. fakat Ayşe'nin günlüğüne yazdıklarından biz okuyucular öyle olmadığını fark ediyoruz, her kadın gibi Ayşe de kıskanç, ailesine C.'yi tanıtmak istiyor, gelecekten korkuyor, C.'yle ilerde yapamayacağını düşünüyor.

C. çok zor bir karakter. Romanın adı çok doğru bir seçim olmuş, aylak bir adam C., bazen ruhsuz, bazen değme filozoflara taş çıkarıyor düşünceleriyle fakat kendinden başkasını pek düşünmüyor, bencil. Topluma ayak uyduramıyor, toplumun kendine ayak uydurmasını da beklemiyor, bir yerden dışlanana kadar orda yaşıyor, sonra başka bir yere taşınıyor. Aslında herkesin aylak olması gerektiğini düşünüyor ve aylaklığından gurur duyuyor. Kimi yerlerde haksız da değil, okurken düşüncelerine hak veriyorsunuz. Ama bulunduğu yere uymuyor işte...

Yusuf Atılgan bu romanda gerçekten altı çizilesi cümleler kurmuş... Kitabı nasıl bitirdiğinizi anlamayacaksınız muhtemelen. C.'nin dünyanın nasıl kurtulacağı konusunda bulduğu çare sizi gülümsetecek, sevdiği kadınlar hakkında kurduğu cümleler ise içinizi acıtacak... Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sını beğenenlere şiddetle tavsiye ediyorum Aylak Adam'ı da.

Nasıl bir belaya bulaştığınızı anlayamıyorsunuz bile: Büyücünün İlk Kuralı

Büyücünün İlk Kuralı, Terry Goodkind tarafından yazılmış Sword of Truth isimli 12 kitaplık bir serinin ilk kitabı, ve yalnızca birinci kitap türkçeye çevrilmiş. Bu kitap türkçeye çevrilip basılalı 7 sene olmuş, bu yüzden serideki diğer kitapların çevirilerini ve türkçe basımlarını beklemek iyimserlik olur.

Diyorum ya, nasıl bir belaya bulaştığımı kitabı bitirene kadar anlamadım! Diğer kitapları biran evel okumak istediğimden, çevirilecek diye iyimserlik falan beslemeden amazondan siparişimi verdim.. Çünkü kitap cidden "sağlam". Terry Bey, 94 yılında yazmış olmasına rağmen kitaplarından çoğu insan  2008 yılında Amerikan ABC televizyonu tarafından yaptırılan "Legend of the Seeker" dizisi ile haberdar olmuştur eminim, ben de bunlardan biriyim.

Çoğumuz fantastik edebiyata ilk adımımızı Yüzüklerin Efendisi ile atmışızdır, türün müptelaları Unutulmuş Diyarlar ve Ejderha Mızrağı kitaplarına da aşinadır. İşte ben de Sword of Truth serisi küçüktür Yüzüklerin Efendisi, büyüktür Ejderha Mızrağı-Unutulmuş diyarlar gibi matematiksel bir ifadeyi kullanırsam size, kitabın durduğu yeri layıkı ile açıklamış olurum.

Benim okuduğum fantazi romanlarında gördüğüm en büyük eksik, içi boş kötü adam tanımlarıdır. Kötü adam kötüdür kötü olmasına ama ne yapmıştır da kötüdür? Kimin tavuğuna kışt demiştir, ne gibi eylemlere dönüştürmüştür kötülüğünü? Okuyucu bunlardan mahrum edilir, iyiye iyi, kötüye kötü diye yapıştırılan etiketlerin içinde olay örgüsüne konsantre olmaya çabalar. Oysa Büyücünün İlk Kuralı, bize kötülerin neden kötü olduğunu layıkı ve ayrıntısı ile, en ince detayına kadar anlatabilen bir kitap. Hatta kimi yerlerde, bu kadar fazla anlatmasın! diyebiliyor insan. Sanki Terry Goodkind iyi karakterlerden çok kötü karakterine özenmişti yazarken.

Ayrıca  iyiler de  melek suyuna batırılmışçasına iyi ve masum değil, iyilerin takımı bile birbirine %100 güven duymuyor diyebiliriz. Bu yüzden insan ilişkileri daha gerçekçi, daha insancıl  diyebiliriz.

Çok kısaca kitabın konusuna da değinirsem, babası yeni öldürülmüş olan Richard Batı Diyar'da yaşayan bir orman korucusudur. Bir gün gizemli bir kadına rastlar, hatta onu bir grup adamın elinden kurtarır..onu küçüklüğünden beri yanında olmuş yaşlı dostu Zedd'e götürür. Richard'ın yaşadıgı batı diyar; orta diyardan büyülü bir sınırla ayrıdır ve o sınırdan geçmek imkansızdır, ancak Gizemli Kadınımız Kahlan sınırın ötesinden gelmiştir ve çok büyük bir amacı vardır... bu amaç, Richard ve Zedd'i de oldukça ilgilendirecektir.

Zaten bir noktadan sonra, kitap öyle sürükleyici bir hal alıyor ki, Terry Goodkind'ın yarattığı dünya gözünüzde büyüyor. confessorlar, mord sith-ler, gar'lar, gece perileri... aslında tüm bu yeni tanımlar, okudugumuz diger fantastik kitaplardan ve oyunlardan aşina gelebilir, ancak Terry Goodkind bu işi biliyor ve tüm tanımlara yepyeni anlamlar katıp, okuyucunun içine dokunmayı başarıyor. Hele büyücünün ilk kuralını öğrenmek, hem şaşırtıyor, hem de onaylamanızı sağlıyor.

Bu kitapla ilgili kötü olan tek şey ilk kitaptan sonrasının türkçe bulunamayışı. Ona da benim gibi amazon'u veya ebay-half-abebooks gibi siteleri kullanarak çare bulabilirsiniz.

Yazıya Kuyruk:

On üzerinden puanım- 8
Yazarı- Terry Goodkind
Adı- Büyücünün İlk Kuralı
Orijinal Adı- Wizard's First Rule
Çeviren- Deniz Akkuş
Sayfa Sayısı- 655
Tür- Fantastik-Macera

Kaç günde okudum- 1 hafta
Kaç kuruş- 7 TL (@ idefix)
Öneririr miyim-  kesinlikle, hele bu fiyata kaçmaz!

22 Ocak 2010 Cuma

Kinyas ve Kayra | Hakan Günday


Kinyas ve Kayra'yı okuyanların genelde ilk sarfettiği cümle "Bu kitabın bir Türk yazardan çıkmış olmasına inanamadım." oluyordu. Kitabı okumadan önce bu cümleyi pek çok kişiden duymuş, pek çok yerde okumuştum. Bir Türk'ün yaşayışına uymayacak, kendi deneyimleriyle anlatamayacağı, ama sanki hepsini deneyimlemiş kadar da ustalıkla anlattığı hikayeler vardı romanda, öyle diyorlardı. Bu yönlendirmenin etkisinde okumaya başlamıştım kitabı, bana çok uzak karakterler olacak içinde, muhtemelen hikayenin içine giremeyeceğim korkusuyla sayfaları çeviriyordum ki, herkesin içindeki karanlık yanı bulabileceği karakterler, herkesin yaşamak isteyeceği başkaldırılarla karşılaştım.

Hakan Günday bu kitabı aslında üç kitaptan oluşturmuş gibi, üç bölüm var kitapta. Daha ilk bölümde, kitabın açılışında birisinin, romanın anlatıcısının evinde pusuya yatıp onu beklemesini, alnına silah dayayarak "Yaz! Her şeyi yaz, yaşadığımız her şeyi yazmanı istiyorum!" demesiyle başlıyor ve kitabın iki kahramanının birbirinden bağımsız olarak anılarını yazmalarıyla oluştuğunu fark ediyoruz.

İki kahraman var romanda. Kinyas ve Kayra çocukluk arkadaşı olan iki kafadar. İkisi de koskoca dünyada kendilerini anlayan kimsenin olmadığına inanıyorlar. Sadece birbirleriyle arkadaş olabiliyorlar, diğer insanların zekalarını, düşünce yapılarını, ahlak anlayışlarını çok garip buluyorlar ve birbirlerinden başka kimseye kendilerini açamıyorlar. Birbirlerine karşı da açık olamıyorlar aslında ama birbirlerinin varlıkları onları bir şekilde rahatlatıyor, ikisi için de yanyanayken kendileri olabildikleri tek insan ötekisi... Birbirlerine benzedikleri noktalar da var fakat daha çok zıtlıkları dikkat çekiyor Hakan Günday'ın anlatımıyla. Fakat en büyük ortak özellikleri en dikkat çekici olanı, ikisi de yalan söylemekten zevk alıyorlar ve ailelerinden uzaklaşmak istiyorlar, kimseye bağlı bir hayat sürmek istemiyor ikisi de.

Yeraltı edebiyatının Türkiye'deki en büyük eserlerinden biri, bir serseri romanı, kara edebiyat. Kinyas ve Kayra'yı tanıdıkça belki onlara benzeyen düşüncelerinizden dolayı şüpheye düşeceksiniz kendinizden. "Benim de sonum böyle olabilir." diye işkilleneceksiniz, Hakan Günday'ın yaratmak isteyip istemediğinden şüpheliyim bu hissi, kimse okurken Kinyas'ı ve Kayra'yı onaylamıyor fakat herkesin bir yanı onlar gibi olmak istiyor. Okuduğunuz cümleler sizi hem rahatsız edecek hem de belki de içinizde bir yerleri harekete geçirecek. Yalan söylemenin kolaylığını keşfedeceksiniz belki de Kayra'nın okuldan kaçıp da annesine yakalandığında ne kadar rahat yalan söylediğini okurken, bir ilkokul öğrencisinin düşündükleri sizi hayrete düşürecek. Hakan Günday'ın cümlelerinden kesinlikle etkileneceksiniz zaten: "Kafamın içi il olma izni alabilecek kadar kalabalıktı." diyen bir adamın romanını okuyorsunuz.

Bu bir romansa, konusu da olmalı diye bekliyor olabilirsiniz okurken, karakterler ve anlatım beni konudan çok daha fazla etkilediği için anlatmaya ordan başladım fakat, Kinyas ve Kayra'nın herkesten uzak olma çabaları, hayatlarını hiç ama hiç önemsememeleri, ölüme karşı olan duyarsızlıkları onları bir gün birbiri ardına gelişecek maceralara sürükler. Dünyanın en azılı uyuşturucu kaçakçılarıyla beraber iş yapmaktan, dünyanın en zengin kumarbazlarını dolandırmaya, fahişeleri sadece zevk için dövmekten, kendisine aşık olan bir fahişeye yanında iş vermeye, AIDS'e, Afrika sıcağına, bir çok fantastik öğeye karışıyorsunuz Kinyas'la ve Kayra'yla beraber. Ve tüm karmaşalardan sonra ikisi yollarını ayırıyorlar, dostlar fakat dostlukları ne kendilerine yarıyor ne de karşılarındakilere. Bir daha görüşmemek üzere ayrıldıklarında ikisi için de zor olan kısım başlıyor. Kayra intihara karar veriyor fakat bir eylemle gelen bir intihar değil aklındaki, insanın kendi kendini zihinsel olarak öldürüp öldüremeyeceğini deniyor. Kinyas ise yıllardır kendisinden bir haber alamamış olan ailesinin yanına Türkiye'ye dönüyor ve normal bir hayata devam etmeye çalışıyor.

Okuyucusunu her açıdan tatmin edebilen romanlar gerçekten kaliteli romanlardır gözümde. Kinyas ve Kayra tam anlamıyla böyle bir roman. Bir anlamda bir yol hikayesi, bir başka yanından bakarsak bir dostluk hikayesi, aslında büyük bir düşmanlığın hikayesi ve çok iyi bir toplum eleştirisi. Bir serseri romanı ama çarkların arasında yaşamaya çalışan herkesin de okuması gereken bir roman.

Uzun süre önce okumuştum ama hala bir çok cümle aklımda bu kitaptan. Uzun süre önce okuduğum için ne kadar sürede okuduğumu hatırlamıyorum ancak bir yerden sonra beni karamsarlığa ittiği için ara verip arada başka bir kitap okuduğumu hatırlıyorum. Fiyatı 28 liraymış Kitap Yurdu'na göre. Şiddetle öneriyorum.

(Hakan Günday kitaplarından sonra David Bowie dinlemeye başlayan insanlar tanıyorum, kitabın yanında David Bowie iyi gider.)

Kirli Zevkler

Moda dünyası ile ilgiliyseniz ya da kafanız çok dolu bir rahatlatıcı kitap istiyorum,kar yağarken elinizdeki kahvenizle yatağa gömülüp saatlerce okumanın tadına varmalıyım diyorsanız kesinlikle bu kitabı öneririm.
Benim dikkatimi ilk 832 sayfa olması çekti itiraf edeyim.Okuduğum zamanlarda şöyle uzun soluklu bir roman okuyayım diye almıştım.Tabi ismini duyan bu nasıl roman ya demekten alamıyor kendisini...

Bir aile düşünün çok varlıklı zengin bir aile ve varlıklı bir Soul dayı...Ölünce ise mirasi hiç beklenmeyen kişiye düşüyor,böylelikle başlıyor olaylar.İhtiras,hırs,moda dünyasının en tepesinde yaşanan oyunlar,birçok kahramanın ayrı ayrı hayatlarıyla bir solukta okunup bitecek bir kitap.Onca sayfanın nasıl bittiğini anlayamıyorsunuz.

Ve kitapta müzik ayağı olunca tabii benim ilgimi daha çok çekti.En beğendiğim ve tuttuğum karakter müzik şirketi sahibi Rob oldu. Özellikle esas kızın hayatında doğru dürüst müzik dinlemediğini(Beatles'ı hiç duymadığını) farkedince bir kutu dolusu "Ölmeden önce dinlemen gereken 100 albüm" notuyla David Bowie,Mar-vin Gaye,Led Zeppelin,Oasis,Velvet Underground,Beatles,John Lennon,John Coltrane,Bob Dylan,Frank Sinatra ve daha nice cd yollamıştı...İşte o an benim bittiğim andı...Kesinlikle böyle biri her insanın hayatında olmalı diye düşündüm.

Kitabın sonunda karakterlerin değişen hayatları ile aksiyonu yüksek sonuyla insanın kafasını dağıtıyor...O yüzden öneriyorum bu kitabı.
Bu kitabın yanında bence bir Beatles albümü gider ki,kız Beatles albümünü pek severek dinlemişti.Ve bu şarkıyı dinlemişti.

Zenginlerin,ihtişamın,lüksün,müziğin,moda'nın dünyasına yolculuğa çıkmak isteyene şiddetle öneririm...

Yazar;Tasmina Perry
Adı;Kirli Zevkler
Orjinal Adı;Guilty Pleasures
Çeviren;Elif Subaş-Bige Turan
Yayınevi;Artemis Yayınları
Sayfa Sayısı;832 sf
Kaç Günde Bitirdim;2 gün
Fiyatı;17,50 TL(Net Kitap)
Önerirmiyim;Evet

Ağır çekimde atılan bir tokat: Baba ve Piç

Elif Şafak'ı severim, okuduğum en iyi türk yazarlardan biridir.
Ama itiraf etmeliyim ki son kitabı "kağıt helva"yı diğer kitaplarından derlemeler halinde çıkarmış olması beni okuyucu olarak biraz hayal kırıklığına uğrattı. kağıt helva'yı pek çok insan gibi ben de ticari bir girişim olarak görüyorum, bu da benim okuyucu olarak Elif Şafak'a olan sadakatimi sarsmadı desem yalan olur! Bana Baba ve Piç, nam-ı diğer The Bastard of İstanbul'dan sonra hiçbir kitabı tat vermedi desem, beni anlayan olur mu aranızda?

 Baba ve Piç Elif Şafak'ın ingilizce olarak yazdıgı ve daha sonra türkçeye çevrilmiş bir kitap.
Bana bu kitap ile yaşadığın deneyimi tek cümle ile anlat derseniz şunu söylerim: Adeta agır çekimde atılan bir tokat gibiydi baba ve piç i okumak. bu roman tabiri caiz ise eşekten düşmüşe dönecek kadar etkiledi beni. Tabi bunun benim aileme özel nedenleri de var, dedemin annesinin tehcire uğramış oluşu, bütün ailesinin ölmesi, mallarının başkaları tarafından sahiplenilmesi vs...

Kitap Ermeni meselesine bir Türk'ün çok da  bakmayı tercih etmeyeceği bir açıdan bakıyor. Elif Şafak'ın başını derde sokan bu kitap, ermeni tehcirine her ne açıdan bakarsa baksın, ne anlatırsa anlatsın; kimliğinizden ve geçmişinizden arınarak milliyetsizce baktığınızda, kullanılan anlatım dili olsun, kitabın bölümlerine verilen isimler olsun, kapak tasarımı olsun, içindeki tasvirler olsun, aklınıza gelen her ayrıntının gerçekten büyük bir özen gösterilerek yaratılmış olduğunu gördüğünüzde okuyucu olarak sizi tatmin edebiliyor.

Henüz okumayanların keyfini kaçırmadan, kitaptaki detayları burada zikretmeden nereden başlamalı ve nasıl anlatmalı? Kitabın kapağını ele alalım mesela, kırılmış ve taneleri dökülmüş narın kadın vajinasına benzerligi de kitabı okuduktan sonra ayrı bir anlam kazanıyor.

Yazımın bundan sonraki kısmında, kitaptan alıntılara yer vereceğim için okumamış olanları şimdiden uyarayım!

Kitaptaki türk ve ermeni meselesine hiç deginmeyecegim, hosuma gitmeyen söylemler de vardı, hoşuma gidenler de. siyası tartışmalar bir kenarda dursun, biz okuyucuyuz.

Hayatımda okuduğum hiçbir romandaki betimlemeler beni bu derece sarsmadı. Ciciannenin alzheimer'ın gölgesinde gidip gelen aklının, fırtınada yanıp sönen silik bir deniz fenerinin ışığı gibi tanımladıgı bölümde Elif Şafak'a hayran oldum... Anılarla anı unutan yaşlı bir kadın, bundan güzel anlatılabilir miydi? hiç huyum olmadıgı halde okurken belli yerlerin altını çizdim paylaşmak istedigim insanlara okuyabilmek için.
Ermenilerden birinin, mahallesine döndügünde bir kedi yavrusu gördügünden bahseden upuzun bir paragraf vardı. Gözyaşlarıma hakim olamadım, ne annesinin öldügü an, ne kızkardesinin açlıktan agladıgı an, hepsinden öte o ölmek üzere ve kendi yarasını yalayan kedi yavrusunun gelmesi adamın aklına..yaşadığı tüm acıları, içinde bulunduğu bütün çaresizliği zihninde bir kedi yavrusunun zavallı görüntüsüne hapsetmiş olması...Yaşanan acıların büyüklüğünü hissedip titremenizi sağlıyor, gözlerinizden yaşlar isteseniz de istemeseniz de süzülüyor.

Şuşan ın babasının yazıyı bırakıp "ölü bir balık gibi gerçek hayata vurması" gibi bir benzetme vardı bir de. Ölü bir balık gibi, gerçek hayata vurmak. Sevgili okuyucu, bu hissi tanıyorsun, bu deneyimi biliyorsun. Elif Şafak'ın anlatımı bu yüzden tokat gibi işte. Kelimelerle acılarımızı ve acıya duyduğumuz o körlüğü anımsatıp, bizi allak bullak ediyor.

Bir tecavüze şahit olan Kodak Balonu...romanın, bitmeden önce bize verdiği son hediye, kapağını kapatıp düşünmek için.

o kadar etkilendim ki, bilmem etkilenmeye hazır mıydım zaten, farketmez, hala aklımda capcanlı, bitirmemden uzun zaman geçmesine ragmen içtikten sonra agızda acı bir tat bırakan bir bardak su gibi bir etkisi kaldı üstümde. baba ve piç. istanbulun piçi.tebrikler elif şafak.

özellikle de yıllar önce ölüp giden bir ermeni büyük büyük anneanne ve onun ucu kaçmış, nerde oldugu bilinmeyen diger akrabalarını hatırlatıp, acaba bir yerlerde hiç tanımadıgımız, hiç bizi tanımayan, türkiyeden nefret ederek bir zamanlar yaşadıkları toprakların özlemi ile dolu akrabalarımız var mıdır, aramalı mı, bulmalı mı, diye gaza getiren kitaptır ki..

o hisler de bambaşkadır işte, karman çorman...

Ben   yazarın bu kitabı, geçmişin acılarının, gelecekte insanları umutla ve barışla buluşturmasına katkı sağlamak  için yazdığına inanıyorum. Ne kadar milliyetçi olursanız olun, okuduğunuzda, bir zamanlar evi olan bu topraklardan sürülmüş olan insanların acısını, derinlerde bir yerde anlayacaksınız, sırf bu deneyimi yaşamanız için bile, bu kitabı seve seve tavsiye ediyorum.

Yazıya Kuyruk:
On üzerinden puanım- 9
Yazarı- Elif Şafak
Adı- Baba ve Piç / The Bastard of Istanbul
Orijinal Adı- Baba ve Piç / The Bastard of Istanbul
Çeviren- -
Sayfa Sayısı- 376
Tür- Yerli Roman

Kaç günde okudum- 1 hafta
Kaç kuruş- 19 TL (@ www.kitapyurdu.com)
Öneririr miyim-  Şiddetle

20 Ocak 2010 Çarşamba

Korku veba gibi bulaşıcıdır: Cthulhu'nun Çağrısı

Korku edebiyatı, diğer türlere hatta polisiyeye göre bile geri planda kalan, çok da fazla insanın okumadığı ve yeterince popülerleşmemiş bir alan diye düşünüyorum. Tabi bunda, gerek görsel gerek işitsel medyanın insanın okuduğu şeyleri korkunç bulma eşiğini yükseltmiş olmasının da payı vardır. Belki de, Kitapları başka dünyalara girmek, hoşça vakit geçirmek için okuyanlar çoğunlukta olduğundan, belli belirsiz ve cılız bir dal olarak kalıyor korku.

Cthulhu'nun çağrısı, türü sevenleri tatmin edecek bir kitap. Özellikle Metallica'nın bu kitap uğruna Call of Ktulu isimli bir şarkı yaptığını da belirtmek istiyorum.

Ben ithaki yayınlarına ait baskıyı okudum. Kitabın girişinde, Yazar Lovecraft'ın hayatını yüzeysel olarak da olsa bahsediyor. yaşadığı dönemde sürekli gölgeleri, canavarları, anormal ve karanlık olayları düşünen, insanı daha güçlü yaratıklara hatta canavarlara av olmak zorunda kalmış ya da bizzat kendileri canavarlaşmış şekilde kurgulamayı adet edinen Lovecraft'ın, yaşamı boyunca fiziksel hastalıklarla boğuşmuş ve annesine çok düşkün bir adam olarak tasvir edilişi, hikayelerine aşina iseniz sizi hiç şaşırtmayacaktır.

Cthulhu'nun çağrısı, birçok hikayeden oluşuyor. Eğer kitabı henüz okumadı iseniz, yazımın bundan sonraki kısımlarında kitapla ilgili okuma zevkinizi kaçıracak detayların bulunabileceğini belirtmek isterim.

İlk hikaye, kitabı adını veren cthulhu'nun çağrısı, kahramanımızın ölen amcasının ardında bıraktığı tuhaf bir nesnenin ve amcasının yaşadıklarının izini  sürmesi ile başlıyor. Hikaye ilerledikçe kimi zaman anlatımda kullanılan bazı kelimelerin tekrarı, sinir bozucu olsa da (geometrisi bozuk, harçsız yapılar gibi..), bu dünyaya ait olmayan yapı ve şekilleri başka nasıl tarif edebilirdi sorusunu kendimize sorarak yazarı affedebiliriz. Öyküde can alıcı olan öğelerden biri, lovecraft'ın kendi uydurgudu dil. özellikle de cthulhu'nun tekerlemesi:  "Ph-nglui mglw'nafh Cthulhu R'lyeh wgah'nagl fhtagn" anlamı, kabaca "ölü cthulhu ,  r'lyeh deki evinde, rüya görerek bekliyor" (kaynak)

R'lyeh in okyanusun dibinde olduğunu da eklemeden geçemeyecegim. olay örgüsü ilerledikçe görüyoruz ki, cthulhu ölü bir şekilde rüya görerek bekliyor fakat yer yüzündeki bazı  insanları da etkilemekten ve hatta eylemleri tetiklemekten geri kalmıyor... Özellikle norveçli balıkçının başından geçenlerin anlatıldığı kısım, oldukça etkileyici.

Sonuncusu dışında kitaptaki diğer hikayeler ilkine oranla daha kısa. İtiraf etmeliyim ki, son hikayeye kadar, aradaki bu hikayelerden ilkinden aldığım zevki alamadım hatta yer yer korku öğelerini başarısız bulduğum, etkilenmediğim de oldu. ancak henüz korku filmlerinin olmadığı bir çağda bunca şeyi hayal edip kağıda dökmüş olan Lovecraft'a haksızlık etmemek için, hikayelerin pek çoğunu "ben bunu zaten şu filmde izlemiştim" diye ele alırken, o filmlerin esas kaynağının bu hikayeler olduğunu pas geçmemek lazım.

Son hikayeden de biraz bahsederek yazımı noktalamak istiyorum. Innsmouth üzerindeki gölge, Cthulhu mitinin bir devamı niteliğinde bir hikaye,  ve bence Cthulhu nun çağrısından daha başarılı. Gerek Kahramanın hikaye boyunca yaşadığı tereddüt ve korkular, başından geçen korkunç olaylar, gerekse hikayenin sürpriz sayılabilecek sonu, Innsmouth üzerindeki gölge'yi okuduktan yıllar sonra bile, detayları ile hatırlanabilir kılıyor.

Bu kitabı daha  küçük yaşlarda okumuş olsaydım kesinlikle daha çok etkilenirdim, ancak ne yazık ki,  yakın bir tarihte okumuş bulundum. İnsanların her kitap için maksimum zevki alabilecekleri bir yaş aralıgı olduguna inananlardanım sanırım... Gene de, korku-gerilim öykülerini  seviyorsanız, hangi yaş aralığında olursanız olun, Lovecraft'a ve Call of Cthulhu ya bir şans verip okumanızı tavsiye ederim...

Yazıya Kuyruk:
On üzerinden puanım- 7
Yazarı- H.P. Lovecraft
Adı- Cthulhu'nun çağrısı
Orijinal Adı- The Call of C'thulhu
Çeviren- Dost Körpe
Sayfa Sayısı- 230
Tür- Korku/Gerilim

Kaç günde okudum- 3
Kaç kuruş- 14,63 TL (@ www.kitapyurdu.com)
Öneririr miyim- Türü seviyorsanız şiddetle. Sevmiyorsanız bile denemeye değer.

19 Ocak 2010 Salı

Koloni | Jean Christophe Grange



Onlar çocuktular...
En mükemmel elmasların saflığındaydılar...
Ne en ufak bir lekeleri
Ne de en ufak bir kusurları vardı...
Ve ne de en ufak bir günahları...
Ama onların saflığı
Kötülüğün saflığıydı...


~~~~~~~~~~

Koloni, Grange'ın Leyleklerin Uçuşu, Taş Meclisi, Kızıl Nehirler, Kurtlar İmparatorluğu ve Siyah Kan'ın ardından çıkardığı son kitabı. Yine Grange tadında ve yine olay örgüsü içinde kendinizi, ağrıyan kolunuzu, bacağınızı unutuyor, dışarıdan gelen gürültüyü duymaz oluyorsunuz.

~~~~~~~~~~

Bir Lionel Kasdan'ımız var. Ermeni. Emekli cinayet masası dedektifi. Yaşlanmış. Ama yaşlılığı kabul etmiyor, kabul etmek istemiyor. Ve tam her şeyi bırakmak, kendini unutmak, hayatı koyvermek üzereyken kilisesinde bir cinayet işleniyor. Hayattan düşmek üzereyken bu cinayete sarılıyor, çünkü yaşamına devam etmek için bu cinayete ihtiyacı var. Bir amaca ihtiyacı var.

Bir de Cedric Volokine'imiz var. İnanılmaz yetenekli bir polis. Taş. Gencecik yaşta kazanmadığı ödül, madalya, vs kalmamış. Ama. Uyuşturucu bağımlısı. Uyuşturucuyu bırakmaya çalışıyor. Ama tuvaletin üzerine eğilmiş kusarak krizlerle savaşırken kendini yapayalnız hissediyor. O sırada bir faks alıyor. Kilise cinayeti... Onun da bu cinayete ihtiyacı var, cinayetin de ona, çünkü cinayet mahallinde bulunan tek iz çok sayıda çocuğa ait ayakkabı izleri.

~~~~~~~~~~

Aynı cinayeti (ve aynı zamanda birbirlerini) soruşturmakta olan bu iki polisin yolları bir şekilde kesişiyor. Araştırmalarına beraber devam etmeye başlıyorlar ki tam ateş ve barut durumu. Sayfalar arasında oradan oraya savruluyoruz. Özellikle bazı sayfaları nefesimi tutarak okuduğumu itiraf etmeliyim. Olay kurgusu, her köşede açılmayı bekleyen bir kutu gibi. Kutu açtığınız an suratınıza bişeyler fırlatılıyor. Olaylar, nazilere ve işkencecilere kadar gidiyor.

~~~~~~~~~~

Grange'nin tarzına gelince... Kimi zaman kimi ülkelerdeki popülerliğini kaybetmemek adına sadece söz konusu ülkelerde geçen kitaplar ya da olay örgüleri hazırladığına daha önce şahit olmuştuk (Bkz. Kurtlar İmparatorluğu ve Türkler). Aynı çizgiyi bu kitapta da sürdürüyor ancak bu defa Ermeni'leri konu ediniyor. Yalnız, şunu açıkça söylemekte fayda görüyorum ki soykırım meselesine hiç bulaşmamış, bir cümlede hafif bir bahis var ama suçlayıcı nitelik taşımıyor lakin Kasdan'ın Ermeni olduğu her fırsatta gözümüze sokuluyor. Bazı noktalarda yeter yahu, anladık, adam Ermeni! şeklinde söylenmedim değil.

Betimlemelerini çok beğendiğim Grange'yı sadece tek bir konuda eleştirebileceğim. O da adresleri, sokak isimlerini, hangi sokağın hangi caddeyi kestiğini, ordan 50m gidip de sola dönünce hangi sokakla karşılaşacağımızı tek tek anlatıyor olması. Malum, Fransızca çok bilinen bir dil değil, böyle teferruatlı Fransızca kelimeler kullanılınca kelimelerin akıcılığı bir anda kesiliyor. Diğer bir yandan, olay örgüsü ile kıyaslandığında devede kulak kalıyor.

~~~~~~~~~~

Yazarı- Jean Christophe Grange
Adı- Koloni
Orijinal Adı- Miserere
Çeviren- Tankut Gökçe
Sayfa Sayısı- 422
Tür- Cinayet & Polisiye & Gizem

Kaç günde okudum- 6
Kaç kuruş- 15, 96 TL (@ www.kitapyurdu.com)
Öneririr miyim- Şiddetle.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Yaşamın Ucuna Yolculuk | Bir İntiharın İzinde


"Her caddenin kendine özgü bir görüntüsü vardır...Her tepe başlı başına bir kişiliktir..."

Hayatımın belki en karmaşık döneminde okumaya başladığım bu kitap benim için hazine değerinde oldu...Tezer Özlü'nün ölümü Türk edebiyatı için büyük kayıp,okudukça üzüldüm...Bir yandan Tezer Özlüye,bir yandan Cesare Pavese'ye...Boşuna dememişler ona Türk edebiyatının gamlı prensesi diye...

Özlü 1983 yılında Almanca kaleme aldığı Auf den spuren eines selbstmords( Bir İntiharın İzinde)1984'de Yaşamın Ucuna Yolculuk adında çevirerek yayımlar...Almanca versiyonu 83'de Marburg yazın ödülü alır...

Konusuna gelince kitap Cesare Pavese'nin "İntihar ve Yaşam"dan alıntılarıyla yollarda geçiyor...Önce Berlin,Prag,İtalya ile bir arayışı anlatıyor...Tezer Özlü ile Kafka,Svevo,Pavese'yi de anlama yolculuğu belki...İçinizi acıtıyor,burkuyor...Onlarla beraber içimizde bir yolculuğa çıkıyoruz bir nevi...

En sevdiğim yeri Ankara ve Prag'ın aynı melankolik havaya sahip olduğunu düşündüğü bölümdü...

"Prag kentinde Maisselgasse'demiyim yoksa,Ankara'da Tuna caddesindemi?...Ya da düş mü görüyorum...Ya da zamanın hangi akışındayım..."

Öyle cesur bir şekilde ifade ediyor ki,insan onun içindeki çığlıklarla,bağırmak haykırmak istiyor içinden geçenleri...

"sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. ve hepsine haykırmak istiyorum. onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak, ya da sayılmak benim gerçeğim değil. bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. hem de hiç bir çaba harcamadan. belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. istediğiniz düzene (ayak uydurmak) o denli kolay ki..."

Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiç bir değeri yok ki. bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. aranızda dolaşmak için giyiniyorum. iyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. aranızda dolaşmak için çalışıyorum. istediğimi çalışmama izin verdiğiniz için. içgüdülerimi hiç bir işte uygulamama izin vermediğiniz için. hiç bir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz."

"insan çoğu kez her şeyin son bulduğu duygusuna kapılıyor, oysa yaşamın sonsuzluğunu algılayabilmek için bile yeterli değil bir insan ömrü."

Kitap Pavese'nin öldüğü 305 nolu oda'ya gidişiyle Gazetta Sera (28/29 Ağustos 1950 nüshası) ile ve Pavese'nin intiharı ile son buluyor...

"Ağır ağır yükselen küçük asansör,tüm umutsuzluk,intihar tutkusu orada bitiyor.Orada yalnızlık,en büyük yalnızlık içinde yitiyor..Hiçlikte...Ve yaşam yalnız rüzgar,yalnız gökyüzü,yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi..." dizesiyle...

Tezer Özlü'yü Yolda filmiyle Yelda Reynold canlandırmıştır...

Tezer Özlü'nün biyografisi için şurayabakabilirsiniz...
Ve Cesare Pavese için;buraya bakabilirsiniz...

Ben kitabı okurken fonumda uzun zamandır dinlemediğim bir grup çalıyordu...Sentenced arka fon olarak çok iyi gidiyor,bu ara bu kitap sayesinde yine çok dinledim...

15 Ocak 2010 Cuma

Veronika Ölmek İstiyor | Paulo Coelho




İnceleyeceğim ilk kitap, Paulo Coelho'dan Veronika Ölmek İstiyor.

Kitabı anlatmaya, sizlere Veronika hakkında empati yaptırarak başlayacağım. Düşünün ki hayatla ilgili amaçladığınız çoğu şey gerçekleşmiş, düzenli bir işiniz, düzenli bir hayatınız, kalacak bir yeriniz, idare edecek kadar bir sosyal hayatınız var. İstediğiniz yemeği yiyebiliyor, istediğiniz zaman sevişebiliyorsunuz, kazandığınız para hayatınızı sürdürmeniz için yetiyor, gençsiniz ve güzel görünüyorsunuz, daha uzun yıllar boyunca hayatınızda pek bir değişiklik olmadan sahip olduklarınızla yaşamaya devam edeceksiniz. Şu durumda hayatınızın sıkıcı olduğunu düşünmez miydiniz? Peki yaşama amacınızın ne olduğunu bilmiyorsanız, sizin için hayat günlerin geçmesinden ibaretse, günler de hep birbirine benzer geçiyorlarsa? Çok sıkıcı olurdu değil mi? Üstelik diğer insanların hayata bakış açıları size saçma geliyorsa, gazetede okuduklarınıza, televizyonda izlediklerinize anlam veremez hale gelmişseniz... Siz de yaşamak istemeyebilirdiniz belki de. Veronika, kitabımızın baş kahramanı, istediği şeylere sahip, hayata karşı yabancılaşmış, hep aynı şeyleri yaparak yaşlanmayı istemeyen, sıkıldığı hayata istediği zaman son verebilmeyi arzulayan bir karakter. Roman da Veronika'nın ölme isteği için bir neden bulmasıyla başlıyor.

Sahi, hayata karşı yabancılaşırsanız, ölmeye karar verdiğinizde intiharınız için ne sebep bulurdunuz? Veronika sıradan bir karakter olmadığını, zekasını, espri anlayışını, duygusallığını, bize intiharına bulmuş olduğu sebeple gösteriyor ilk olarak. İntiharı için sebep olarak gösterebileceği şeyi de bulduktan sonra ilaç içip hayatına son veriyor.

Aslında romanın adının tam olarak çevirisi Veronika Ölmeye Karar Veriyor imiş. Biz Veronika Ölmek İstiyor başlığından bunalım içinde olan, devamlı ölümü düşünen, ölmek için can atan birinin hikayesini okuyacağımızı düşünürken daha romanın girişinde Veronika'nın intiharını okuyoruz. Veronika ölmek isterken ne kadar kararlıysa intiharının başarısızlığından sonra ise tam tersi bir tutum sergileyecek oysaki ölüme adım adım yaklaşan birinin hikayesindense ölümden dönen bir insanın hayata bağlılığını izliyoruz Paulo Coelho'nun anlatımıyla.

Veronika'nın ölüm planları suya düştükten sonra kendisi gözlerini bir akıl hastanesinde açar. Aldığı ilaçlar onu öldürmeye yetmemiştir fakat kalbine ağır derecede hasar veren bu ilaçlar yüzünden en fazla bir hafta yaşayabileceği düşünülmektedir. Tabi canına kıymaya çalıştığı için onu tekrar intihar edebileceği düşüncesiyle dışarıya çıkarmamaktadırlar. Canına kıymaya teşebbüs eden birinin bulunabileceği en güvenli yer bir akıl hastanesidir ve Veronika son günlerini burada geçirmek zorundadır.

Kitapta Veronika'nın akıl hastanesinde gün geçtikçe daha çok hayata bağlanmasını, orda edindiği akıl hastası arkadaşlarının içinde kendisini dışardaki sözde akıllı insanların kurmuş olduğu hayat düzeninin içinde olduğundan daha güvenli, daha rahat hissetmeye başlamasını, aslında hayatında yapmak istediği şeyleri ve düzeltebileceklerini son bir haftasının içindeyken ve dışarıya çıkarmıyorken keşfetmesini okuyoruz, çok da sürükleyici bir anlatımla... Üstelik Veronika bir de şimdiye kadar yaşamadığı bir duyguyu da bu kısıtlı zamanında keşfediyor, akıl hastalarından birine aşık oluyor.

Son günlerini bu hastanede geçirmek istemediğini doktorlara söylemeye başlayan Veronika'nın bu isteği reddedilir ve sonra sürpriz sona doğru yaklaşırız. Aşık olduğu akıl hastası ile birlikte hastaneden kaçan Veronika, hayatı sevebileceğini görmüştür. Kitabın sonunda da Veronika yaşam sevincini yeniden bulduğu için kendini şanslı hissederken okuyucuların da aklında hayatın anlamsızlığı, tekdüzenin sıkıcılığı, bunlara rağmen hayatı anlamlı kılmanın yolları gibi düşünceleri bırakır.

Veronika Ölmek İstiyor'un herkesin okuması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, bir akıl hastanesinin içinde ne kadar ilginç düşüncelerin, ne kadar büyük hayal dünyalarının gizli olduğunu görebilirsiniz, delirmenin bir kaçış yolu olup olmadığını düşünebilirsiniz, bir de bu kitabın yanında Park Chan-wook'un I'm A Cyborg But That's Ok adlı filmini izlerseniz akıl hastası olmayı bile dileyebilirsiniz. Hayatınızda arka plana ittiğiniz, keşmekeş içerisinde fırsat bulamadığınız zevklerinizi hatırlayabilirsiniz, aşık olmanın önemini keşfedebilirsiniz.

Paulo Coelho'nun usta anlatımıyla daha yakından ilgilenmek isterseniz de ufak bir araştırma için link: http://en.wikipedia.org/wiki/Paulo_Coelho

Simyacı'yı da belki bir gün bu blogda tanıtırız zaten.

Herkese iyi okumalar!

Not: Kitapta bol bol bahsedilecek olan Ayışığı Sonatı'nı da belki dinlemek istersiniz.
Related Posts with Thumbnails