25 Nisan 2010 Pazar

Psikopat | Keith Ablow


On iki eyalet, otoban kenarlarında bulunan on iki adet ceset. Kurbanların suratlarında hafif bir şaşkınlık, biraz da huzur. İşlenen cinayetler karşısında toplumun nefreti an be an büyürken, kimsenin tahmin edemediği şey ise "Otoban Katili'nin" aslında ziyadesiyle başarılı bir psiyatrist olduğudur. Cinayetler işlenmeye devam ettikçe, ve katilin yaşlılar, sakatlar, çocuklar, siyahlar ve beyazlardan oluşan yelpazesi gitgide genişledikçe FBI üzerindeki baskı artar. Ünlü adli psikiyatr Frank Clevenger ile birlikte çalışmaya başlarlar. Derken, "Otoban Katili" kendinden önceki katillerden pek de farklı olmayarak (Bkz. Zodiac) The New York Times'a bir mektup gönderir ve Frank Clevenger tarafından mektuplar aracılığıyla tedavi edilmeyi talep eder. Frank, "Otoban Katili'nin" içindeki meleğin şeytanlarını yok etmesine yardımcı olmalıdır.

~~~~~~~~~~

Tarzına, üzerine yapılan yorumlara, yazarın birikimine güvenerek elime aldım Psikopat'ı. Ve yine, yeniden yorumlara güvenerek kitap seçmemem gerektiğine kanaat getirdim. Herşeyi oldukça sıradan. Diğer bir yandan, şok edici bir psikolojik gerilim romanı diye lanse edilen Psikopat'ın sadece korkunç çevirisi şok etmeyi başardı beni. Kitabın her bir sayfası yüzlerce imla, dilbilgisi ve çeviri hatasıyla doluydu. Tam kendimi kurguya kaptırmışken yapılan imla ve çeviri hataları nedeniyle sürekli "uyandım". O nedenle Psikopat benim için vasat bir deneyim olmaktan öteye gidemedi.

Lanet ettiklerimden bazıları;

* Your honour...
- Onurunuz...

Hiç mi orijinal film, dizi izlemez bu çevirmenler, hiç mi okuduklarını anlamazlar. Avukat, çıkmış hakimin karşısına ona hitaben konuşuyor. Saygıdeğer Hakim şeklinde çevrilmesi gereken ibare Onurunuz oluyor. Bu durumda ben de kendimi çimdiklenmiş gibi hissediyorum.

* Fair enough.
- Oldukça adil.

Yine bir Tavuk Çeviri örneği.

İşte, her sayfada bu gibi hatalardan yaklaşık üç ya da dört tane var. Bağlaçlar unutulmuş, baskı hatasından "kapını" diyecekken "Kapmı" diyor, cümleler sondan başa çevriliyor okuyucu da bir kelime bir işlem misali okuduğunu anlamaya çalışıyor.

~~~~~~~~~~

Sadece imla ve çeviri hatalarına odaklanıp kitabın değerini göz ardı etmek isteyemiyorum. Ancak bu oldukça "sıradan" kitabın yaz mevsiminde güneş altına serilip okunacak ve bir hafta sonra unutulacak kitap olma kaderinden kurtulabileceğini de hiç sanmıyorum. Ve hatta kitaplarını deliler gibi sevip elimden düşürmediğim Pegasus Yayınları'nın bu özensiz çalışmalarından ötürü kitabın çevirisini baştan yaptırıp, yeniden yayınlamaları gerektiğine inanıyorum.

~~~~~~~~~~

On üzerinden puanım- 3
Yazarı- Keith Ablow
Orijinal Adı- Psychopath
Çeviren- Duygu Gündeş & Seval Birdal (Şu noktadan sonra isimlerini gördüm mü kaçarım!)
Sayfa Sayısı- 384
Tür- Roman

Kaç günde okudum- 3
Kaç kuruş- 13 TL Normal Boy - 6,44 TL Cep Boy @kitapyurdu
Öneririr miyim- Yeni basımlarına bir şans verilebilir ama Ekim 2008 tarihli Birinci Baskı'yı kesinlikle önermiyorum.

Not: Frank Clevenger'lı dört adet daha romanı varmış Keith Ablow'un. Tess Gerritsen bile bu kadar övmüşken ben sanırım bir şans daha vereceğim. Daha sonra isyanımı burada paylaşırım:)

Sevgiler.

22 Nisan 2010 Perşembe

Lilith, Adem'in İlk Karısı | Vera Zingsem


Geçen yılki İzmir Kitap Fuarı'nda ilgimizi çeken standlardan biri mitoloji serisi standıydı, Çin efsaneleri, Japon mitolojisi ve Lilith'i anlatan üç kitapla ayrılmıştık o standdan, diğer kitaplar hala okunmayı beklerlerken Lilith adlı bu kitabı yutar gibi iki üç günde okuyuvermiştim. Mitoloji denilen şey açıkçası çok fazla ilgisi olmayana uzaktan çok ilginç görünse de biraz okumaya başladıktan sonra sıkmakta okuyanı. Bu yüzden şimdiye kadar bir solukta bitirdiğim ilk mitolojik kitap olan Lilith'e de bu blogda yer vermeye karar verdim, belki sizin de mitolojiye olan önyargınızı kırar.

Öncelikle bu mitin kahramanı olan Lilith başlıbaşına ilginç bir mitolojik kahraman, pek çok ulvi karakter iyilik yaparken, tanrılar ve onların yarattıkları varlıklar genellikle iyilikle görevlendilirmişken, Lilith, şeytanın işbirlikçisi olarak bilinir. Daha da basit bir şekilde tanıtmak gerekirse Lilith'i, onun, Adem'in Havva'dan önceki eşi olduğunu ancak Adem'e boyun eğmemek istemesiyle tanrıları ve Adem'i kızdırdığını, bu sebeple de şeytanla işbirliği yaptığını ve kötü tarafa geçtiğini, bunun üzerine Adem'e karı olarak yaratılan Havva'ya da yasak elmayı uzatan yılan kılığında tüm insanlığı cezalandırdığını söyleyebiliriz. İşte böyle bir karakteri anlatan kitap da Lilith mitiyle ilgili tarihöncesi yazıtları Gılgamış Destanı'ndan başlayarak derliyor ve günümüzde Lilith mitinin modern hayata yansıyışını, feminizmi, dinlerin Lilith'e ayrı ayrı bakışını, sanatta Lilith'in yerini anlatıyor. Kitabı daha fazla açıklamama gerek yok, sanırım Lilith'le ilgilenen, bu miti merak eden herkesin ilgisini çekecek bir kitap bu.

Kitaptan bazı alıntılar yapmak gerekirse; Jakov Lind, Lilith ve Havva başlığını taşıyan, bu mitin modern bir versiyonunu yaratmayı amaçlayan bir denemede Lilith'ten şöyle bahsedilmekte:

Bir zamanlar Lilith tarafından takip edilen bir adam vardı. İblis normal, basit, hoş bir kadının elbiselerine bürünmüştü ve yalnız kaldığında Adem'i ziyaret etti.

"Neden yalnızsın?" diye sordu Lilith. "Benim yerimi alması için gönderilen karın nerede?"

"Akrabalarını ziyaret etmek için şehir dışına çıktı, ama kısa süre sonra geri dönecek. Seni burada gördüğüne sevinmeyecektir; çünkü senden korkuyor."

"Kız kardeşimin benden korkması için nasıl bir neden olabilir ki?" diye sordu Lilith. "Ben de kalbimde en az onun kadar basitim. Onun kadar iyi ve sevimliyim. Aynen onun da yaptığı gibi annemi, babamı ve çocuklarımı çok seviyorum. Tek farkım onun gibi düşünmüyor olmak, aramızdaki ayrım ruhlarımızda gizli, bedenlerimizde değil."

"Sana inanıyorum" dedi Adem, "ve seni seviyorum; ama huzurlu bir hayata ihtiyacım var."

"Ne istiyorsan onu yap," dedi Lilith, "huzurlu hayatını devam ettir. Ben sadece senin diğer zevcenim ve seni terk etmeyeceğim, geçmişte seni nasıl sevdiysem gelecekte de sevmeye devam edeceğim."

Ve son olarak kitabın arka kapağında bu mitle ilgili tanıtım şöyle verilmiş:

Ve başlangıçta Havva'dan önce Lilith vardı. Adem'in ilk karısı. Gizemli ve baştan çıkarıcı. Kanatları olan ateşli, tahrik edici karaktere sahip olan bir yaratık. Bir Tanrıça mı? Bir Şeytan mı? Yoksa onu takip edemeyen kaba toprak parçası Adem'in kendisine müdahale etmesinden hoşlanmayan bir kadın mı sadece? Kaynaklar onun hakkında neler söylüyor? Geçmiş ve gelecekte, Lilith hakkında bu kadar ilgi çekici olan şey nedir ki; çoğu zaman sevilmeyen, lanetlenmiş, zaman zaman Havva tarafından yeri doldurulan ve bazı zamanlar ise Tanrı'nın sağında oturan bu kadın popülerliğini yitirmiyor. 

Lilit: Işığın bir meleği mi?
İsa'nın dişisi mi?
İlk kadın Şaman mı?
Neden Musevi - Hristiyan erkek fantezileri tarafından rahat bırakılmıyor?

Hepsinin cevabı Vera Zingsem'in derlediği bu mitoloji kitabında.

21 Nisan 2010 Çarşamba

Kayıp Kıta Mu


Her yerde gördüğünüz sembolleri merak ediyorsanız şayet, bu kitap size yardımcı olacaktır. Yazarı Albay James Churchward'ın detaylı çalışmasıyla, ve Mu'nun izini nasıl sürdüğünü görünce insanın daha çok ilgisini çekiyor şüphesiz.

Kimilerince insanlığın anayurdu sayılan Mu, yaklaşık 12.000 yıl önce pasifiğin sularına gömülmüş büyük bir kıta aslında. Battığı zaman bir çok insan hayatını kaybetmiş, kalanlar ise tamamen sefil bir hayata adım atmışlar. Açlık baş gösterince, birbirlerini bile yemeye başlamışlar ki, bu yamyamlığın başlangıcı olsa gerek.. Onların başından geçenleri yazdıkları tabletlerin peşine düşmüş Churchward. Bu tabletlerde bizim uygarlığımızdan önce çok muazzam bir uygarlığın yaşadığını, geliştiğini ve yok olduğunu ve yıllardır tapınaklarda bulunan bu tabletlerde neler yazdığını gün ışığına çıkarmış bir nevi. Bu kitap da, araştırmalara nasıl başladığını, kayıp parçaları nasıl bir araya getirdiğini anlatıyor.

Sanırım kitabın bu kadar ses getirmesinde Atatürk'ün de eserlerini dilimize çevirtip incelemesi de etkili olmuştur.

Ayrıca sembolizm'le ilgilenen bir çok kişiye de, yardımcı olabilecek bir kitap diyorum ben.

Ben bu tip kayıp uygarlıklara, sembolizme çok meraklı olduğum için, heyecanla ve büyük bir zevkle okumuştum.

Yakında devam kitaplarından "Mu'nun Çocukları" na başlayacağım, ona da yer veririm burada.


20 Nisan 2010 Salı

Y'ol



"sunu (ya da bir parça matematik)

Her gün bir kez bu kitabın başına geçtim. Her gün bir kez dışarı çıktım kırık bir bulutla yürüdüm, her gün bir insana bakıp, yüzümü yere eğdim. Her gün bir gazeteye boş gözlerle baktım. Her gün birileri konuştu, onları dinliyor gibi yaptım. Her gün bir kez “neredeyim” diye sordum kendime. Her gün bir kuzey kışı indi içime. Her gün karşımda duran fotoğraflarına baktım. Bir kez öfkelendim her gün bir kez sordum kendime neden bu kadar bağlandın. Her gün adalet ve zalimlik üzerine düşündüm. Belki de her şey. Her gün bir barbar, bir medeni ile gezdim sokaklarda. Minareleri her gün sabaha ezan sesleriyle ben açtım. Her gün bir perdeyi aralamaya çalıştım. Her gün hiçbir şeyi anlamadığımı düşündüm, her gün her şeyi anladığımı düşündüm. Güvercinleri yolculadım. Her gün, günlere dayanamadığımı düşündüm. Kitapları alt alta dergileri kıvırarak yan yana dizdim. Ne idüğü belirsiz yerler benimle yürüdü. Gördüğüm her “cümle” bana bir bıçak gibi battı, anlamadım. Her gün bir taş parçası söktüm içimden. Her gün uyku beni koynuna alsın diye yalvardım. Her gün, gün bitiyor gece bitmiyor dedim. Her gün işlerin beni avutmadığını gördüm. Ayrılık günlerini sonradan niçin bir sisli perde gibi hatırlarız diye sordum. Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim. Her gün en az bir saati ayakta durmaya, dimdik durmaya ayırdım. Her gün ömür sözcüğünü bir kez kalbimden geçirdim. Her gün ömür sözcüğü kömür gibi tınladı içimde. Her gün sana içimden bir kez “sevgilim” diye seslendim. Her gün sana bir kez “zalim” diye seslendim. Her gün, yan yana oturup birbirine rikkatle bakan iki yaşlı kadını düşündüm. Her gün o kadınların bu fotoğrafı yırtıldı dedim. Her gün “ah” ettim bir kere, bir kere o ahı geri aldım. Her gün “yol arkadaşım” dedim, kahırla kapladım sözlerimi. Her gün acını tattım. Her gün unutmak için değil, unutmamak için ağu kattım kalbime. Her gün insan olmak ne çok kusur içeriyor diye düşündüm. Her gün bir kilidi açmaya çalıştım. Başka bir şey vardı, başka bir şey; ben sana dünyanın değil yer yüzünün diliyle seslenmiştim. Çile nedir, günah ne? bana ne bunlardan. Dünyanın merkezi sendin her gün ben senden uzayan uçsuz bucaksız bir kara. Karrrrrrrrrrraaaaaaaaaa.
"

Diye başlıyor "Sunu" ile şair. Ve öyle bir başlıyor ki, o anda zaten dağılıyorsunuz. En azından her okuduğumda da olurdu, lakin dün gecenin bir yarısı okuduğumda beni daha da bir etkiledi sanırım, son zamanlardaki ruh halimden ötürü.

Birhan Keskin benim en sevdiğim, şiirlerini en "derin" bulduğum şairlerdendir her zaman. İçinizi acıtır, ama onu yine de çok seversiniz. Y'ol sanki gerçekten bir yol arkadaşı gibi intiba bırakıyor insanda.

"Dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
Düşsün, olsun, bırak,
içinde yıldızlar patlıyor.
Kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
Yoluna baş koymak diyoruz.
Biz barbarlar buna"

"Rüyamda sapladığın jiletler etimde.
Kanamıyor, acımıyor.
Acımıyor.
Bu dünya buz, bu buz
zzzzzzzzzzda
Hiçbir şey acımıyor."

"Birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay
Oysa her aşık önce kendine sonra yanındakine cellat.
Ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan
Bozulsun diye im
Her ateş önce yanını yoklar sevgilim"

Birhan Keskin/Y'ol


Kayıp Şeyler Ülkesinde | Ege Erim

Çocuklar için yazılmış kitapları okumanın en kötü yanı, çabucak bitivermeleri sanırım. Çünkü sizlere bugün tanıtacağım "Kayıp Şeyler Ülkesinde" isimli kitabı dün elime almamla, bitirmem arasında yarım saat vardı, tadı damağımda kaldı.

 Can isimli kahramanımız, kendisine ait eşyaları sürekli kaybediyor ve bir gün kayıp eşyalarından biri olarak uyanıyor. Yanında bulunan silgi; Can'a kayıp şeyler ülkesine nasıl gidip gelebileceğini anlatıyor ve macera da böylece başlıyor...

Kitap her ne kadar çocuklar için basılmış olsa da, biz yetişkinler için de çok hoş bir okumalık. Özellikle benim gibi ofiste çalışan yahut plazalarda ömür çürüten insanların geçmişi anımsayıp tebessüm etmesini sağlayacak derecede içten yazılmış. Dün pazartesi sendromuma ilaç oldu bir bakıma. Çocukken hepimizin yaşadığı, hayatın tatlı ekşi detaylar; varsa kardeşlerimizle didişmelerimiz, karmaşık olayları-diyalogları anlamlandıramayıp çocuk aklımızla basit açıklamalar buluşumuz.. bunlar gibi nice tebessüm ettirici kısımlar var kitapta.

Çocuğunuz varsa okutun, yoksa bile kendiniz okuyun bu kitabı. Günümüzün idealize çocuk kahramanlarından uzak, sıcak, içten, naif bir eser bu. Bir türk yazar tarafından yazılmış olması gurur verici :)  Biz ki Kemalettin Tuğcu'larla büyümüş insanlarız, bu açıdan kitap "çocuk edebiyatı sürekli dram olmak zorunda"  ezberimizi bozduracak kadar güzel...

Hani eskiden Doğan Kardeş vardı. Ama şu an çıkan çizgi roman ağırlıklı olanı demiyorum. 90 ların başında çıkmış olanlar.. işte o doğan kardeşlerin tadını buldum ben bu kitapta. Hayatın kendisi gibi...Bence tam de günümüz çocuklarının ihtiyacı olan şey bu. Zaten kitabın kahramanı Can da günümüz çocuklarından çok bizim çocukluğumuza benziyor, dedim ya, kendi çocukluğunuzdan parçalar bulacaksınız kitapta!

4. baskısını yapmış olan bu kitaptan "tadımlık" bir kupleyi de şu adresten okuyabilirsiniz, kitap hakkında daha çok fikir sahibi olmak için..
İyi okumalar :)

15 Nisan 2010 Perşembe

Bir Konstantiniye Dokudum Düşlerimde: Puslu Kıtalar Atlası

Bir Konstantiniye dokudum düşlerimde. Puslu Kıtalar Atlasını okudum da dokudum.
Çünkü bu büyülü bir masal!
Sayfaları çevirdikçe konstantiniyenin eski sokaklarında yürüdüm.
Galataya varmayı umarak yürüdüm. Topkapısından geçtim, Külhanbeylerine çarptım, tulumbacıları seyrettim uzaktan. Telaşlı sokakları, dertli başları, görüp geçirmiş kaldırımları okudum. Dilenciler yapıştı eteklerime, zor kurtuldum. Yatağanlardan parlayan güneş gözlerimi aldı. Başımı çevirdiğimde, hınzır bir çocuğun kırmızı el izini görür gibi oldum duvarda. Gözlerim kamaştı..

Ben böyle bir hayal gücü destanı görmedim arkadaş! Demek ki Türkçe fantastik kitap da olabiliyormuş...

Puslu Kıtalar Atlası bilgi, emek ve hayalgücü ile anlatılmış bir masal.. Okuru eşi görülmemiş bir maharetle alıp 300 yıl öncesinin İstanbuluna götürüyor.  Koltuğunuzda oturmuş okurken, zamanın içinden geçip Osmanlı dönemi İstanbuluna gidiyorsunuz. Sesleri, renkleri, kokuları yaşarcasına geziyorsunuz kitabın götürdüğü yerlerde. Hikayeleri o an, orada durmuş da izliyormuşcasına yaşıyorsunuz.

Ağlanacak yerinde benim gibi gözyaşı hemen hazır olanları ağlatan, güldürecek yerinde apansız kahkahayı koyduran bir kitap bu, üstelik insanı derin düşüncelere de sürüklüyor.

Kitabın kahramanlarının her biri öyle özenle anlatılmış ve yaşanmış ki yazarı takdir etmek elde değil. Bünyamin, Alibaz, Uzun İhsan Efendi, Hınzıryedi, Ebrehe, Zülfiyar, Kubelik, Dertli, Müşteri, Arap İhsan, Aglaya...ve aklıma şu an gelmeyen daha niceleri!

İhsan Oktay Anar felsefeci olduğunu kitabın gelişme bölümünden itibaren belli ediyor..

Okudukça, İlahi Uzun İhsan Efendi, diyorsunuz, olacak iş mi bu?
Ama oluyor işte...Olduruyor İhsan Efendi... Rendekar çözümünü bulsa da, Uzun İhsan Efendi'nin içi rahat etmiyor, o da kendi çözümü buluyor!

Kahramanlar o kadar gerçek gibiydi ki,
Sanki Ebrehe, el kimya odasında incecik sesi ile sinsi sinsi konuşuyor,
Bünyamin, çaresizlik içerisinde ne yapacağını bilmeden karanlıkta oturuyor,
Kubelik daha yeni aşırdığı bir ceseti kesip biçmekle meşgul,
Müşteri dilencinin tekinin cebinden çaldığı yemişleri zıkkımlanıyor,
Alibaz çetesini yeniden toplamış, yine oyuncakçıları yağmalamış..
Aglaya pencerenin önünde ağlayarak Bünyamin'i bekliyormuş,
Hınzıryedi gizli gizli domuz eti yiyip parmaklarını yalıyormuş...

İşte hepsi capacanlı, yerli yerinde, bir tek Uzun İhsan Efendi ise izmirde, 300 yıl sonrasındaymış!

14 Nisan 2010 Çarşamba

Tüm sevişmelerimizi arşivlesek ne olurdu: Bir Kadının Seks Günlüğü


Evet sayın okuyucular. Sex Sells... blogumuzun izleyicileri bu girişimden sonra artar mı bilinmez (!) ama bugün size, sadece ve sadece seks içeren, anlamsız bir kitaptan bahsetmek istiyorum: bir kadının seks günlüğü...

Aynı zamanda bir filmi de olan bu kitap, benim büyük olasılıkla yarıda bırakmama rağmen buraya yazma gereği gördüğüm ilk kitap olacak.

Bir zamanlar donuk, ölü balık bakışlı Melissa P. isimli bir kadının yazdığı, yatmadan önce 100 fırça darbesi isimli kitap vardı; çoğunuz eminim anımsayacaktır. O kitap Türkiyede çıktığında reklamı gayet güzel yapılmış ve istenen ilgiyi görmüştü.

Daha sonra da yazarın kod adıyla yazdığı iddiası ile, "Türk Diplomatın Kızı" adında bir felaket çıktı ama, o sanırım yazan kişi Türk olduğundan olacak, aynı tantanayı yaratamadı. Ben onu da okudum ve 100 fırça darbesi kadar rezalet olduğunu söyleyebilirim.

İşte Bir kadının seks günlüğü bu 2 kitaptan biraz daha hardcore ama en az onlar kadar berbat, zaman kaybı bir kitap. Diyorum ya, bitiremedim bile. Sırasıyla beraber oldukları adamları, fantazileri, başlarından geçen çeşitli folloşluk öykülerini kitap diye basıp satanlara saygı duyamadığım gibi, bu kitaplar da bana zevat gibi geliyor. E neden alıyorsun o halde? dediğinizi duyar gibiyim! Ne yapayım, her yeni çıkan kitabı cidden sıradışı olabilir hevesi ile alıyorum. Çünkü Erotik edebiyat diye bir şey var, ama bence bu şekilde olmaz. Seksin sadece "kitabımı alsınlar" diye Allah ne verdiyse anlatılması sadece sıkıntıdan okunamayan bir kitapla sonuçlanıyor. Mastürbator bir ergen değilseniz de-ki olsanız bile daha iyi alternatifleriniz vardır-, hiçbir şekilde tavsiye edilmeyecek ziyan bir kitap çıkıyor ortaya...

13 Nisan 2010 Salı

Ali ile Ramazan

Perihan Mağden'i severim. Ama eski köşe yazılarından severim, daha önce kitabını okumamıştım hiç. Bu ilk oldu. Önce şunu söylemem gerek: Bu kadının dilini en çok eleştirenlerin, en hocaanım ve de yaratıcılıktan en nasiplenmemiş Türkçe'ye sahip olduklarına inanırım. Onlar hala annelerinin margarinini kullanadursunlar, dil tam da Perihan Mağden gibi insanlığa ve varoluş hallerine dair bi derdi olan, zeki yazarların kalemiyle şekillenmeye açık olmayacaksa hiç olmasın daha iyi. Hepimize TDK baksın, beynimizde değil ağaç, ot bile bitmesin, sen sağ ben selamet.

Ali ile Ramazan, bir üçüncü sayfa haberinin romana dökülmüş hali. Birkaç dakikada okuyup cıkcıkladığımız ve sayfayı çevirince unutmayı tercih ettiğimiz hayatların arkasına bakma, ordaki gerçek tutkuyu ve gerçek acıyı görme çabası. Bir oturuşta okunabilecek kadar sürükleyici, kalbinizi unufak edecek kadar acı ve bir o kadar da gerçek bir hikaye. Okurken iliklerinizde hissediyorsunuz kötülüğü, kadersizliği, çaresizliği ve aşkın yakıcı/yıkıcı gücünü. Türkiye'nin en çok kanayan yerleri bu kitapta. Dili bazılarına çok küfürlü gelebilir. Bana hiç rahatsızlık vermedi. Ali ile Ramazan olup payına düşenle başka türlü konuşmak mümkün olamazdı. Onlara sürekli çelme takan bu dünya bütün küfürleri de dibine kadar hakediyor zira. Bu kitabı okuyup küfürlere takılmak, okuduğundan hiçbir şey anlamamış olmakla eşdeğerdir bana göre.

Du bakiyim sözlük'te neler demişler diye bir göz attım, sanırım medyada eşcinsel aşk romanı diye ön plana çıkartılmış. Aylar var ki gazete okumuyorum, haberim yok bunlardan - Zaten de content'in düzeyi bu olduğu için gazete okumuyorum. Siz bunlara takılmayın. Önyargılarınızı bir kenara bırakıp Ali ile Ramazan'ın dünyasına girin. Çok pişman olacaksınız ve en çok da kendi önyargılarınızdan utanacaksınız.

Dağıttın beni Perihan, ne diyim...


Doğan Kitap / 12 TL / 162 Sayfa

Hepimiz Bir Tutam Fosfor değil miyiz: Cesur Yeni Dünya


Cesur Yeni dünya ile ilgili konuşulabilecek, tartışılacak, düşünülecek o kadar çok şey var ki, ne yazarsam yazayım yazım aciz kalacak. Aldous Huxley okumayanlar için büyük bir kayıp, okuyanlar içinse saygı duyulacak bir beyindir. Yıllar öncesinden gelişen dünyanın geleceği noktayı hayal etmiş ve hayret edilecek bir çarpıcılıkla kitaplarına akıtmıştır düşüncelerini.

Düşüncelerini uzuvlar haline getirip bize dokundurabilen nadir yazarlardandır bence. Cesur Yeni Dünya benim pek çok insan gibi Huxley ile ilk tanışmam oldu.

İnsanların daha doğmadan etiketlenerek "üretildiği", aile- karı koca-kardeş vs. akrabalık gibi insanı bağların yok olduğu sınıflardan oluşan bir dünya "cesur yeni dünya". insanlar öldükten sonra ziyan olmuyor, bilakis vucutlarındaki fosfor değerlensin diye kullanılıyor. Daha doğmadan genetik kodları belli, doğduktan sonra verilen eğitimlerle nasıl yaşayacakları, nasıl zevk alacakları ve hatta kaderleri yönetiliyor. Suç yok, cinayet, tecavüz, şiddet, hırsızlık yok. Herkes olduğu yerden son derece memnun ve mutlu! Mesela Alfa sınıfı insanlar, hem güzeller, hem akıllılar. Betalar dan aşağıya inildikçe insan özellikleri kötüleşiyor, onlar da zaten amele sınıfı oluyor :))

Cesur yeni dünyanın sınırları ötesinde, C.Y.D.'ya göre vahşi tabir edilen ama bize göre normal-kabilemsi- insanlar yaşamakta. işte bu insanlardan birinin kaderi de bizim concon tabir edebilecegimiz laboratuar üretimi kişilikler tarafından değiştiriliyor...

Din kitlelerin afyonudur ya, işte cesur yeni dünya conconlarının afyonu da Soma adında bir maddedir. Bu ruhsuz insanlar, aynen bizim bugün inandıgımız/inandırıldığımız zorunluluklar gibi, kendi zorunluluklarının çizdigi sınırlardan çıkamadan ama koyunlar gibi mutlu mesut yaşıyorlar.

Onların yerinde olmak istermiydik? Düşünsenize, stres yok, üzüntü yok, mutsuzluk yok, gelecek kaygısı yok, aşk acısı, evlat acısı, ayrılık acısı, korku keder yok... içimizde cesur yeni dünyada yaşamak isteyen insanlar vardır eminim! Ama zaten merak etmeyin, oraya doğru yol alıyoruz, çocuklarımızın beynine çizgi filmlerle, reklamlarla, bilgisayar oyunlarıyla sokulan idealize kahramanlar onların geleceğini etkilemeye başladı bile... -yaşasın paranoya!-

6 Nisan 2010 Salı

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi - Tomris Uyar


Tomris Uyar'ın, 1973 yılında basılmış bir başka öykü kitabı. Ben doğduğum sene basılan bir kitabı okumak ve çok zevk almak beni iki kere etkiledi. Yazının kalıcılığı, ölümsüzlüğü ile yüzleştim sanki.

Hikayeler, yine tadından yenmez kıvamda. Kitabın sonundaki Şahmeran Hikayesi, Binbir Gece Masalları tadında, sayfaları ardı ardına çevirerek, içinde kaybolacağınız bir masal.

"Tomris Uyar okumayan kalmasın" diye kampanya yapsam, katılır mısınız dostlar?


Foto: kitapelinizde.com

4 Nisan 2010 Pazar

Faith of the Fallen | Terry Goodkind

Sword of Truth serisinin altıncı kitabı olan Fatih of the Fallen, Anderith'te hayal kırıklığına uğrayan ve Kahlan'ın başına gelenlerden sonra iyice darmadağın olan Richard'ın bir de Sisters of Dark tayfasından Nicci'ye esir düşmesini anlatıyor.

Evet, evet. Kahlan ve richard gene kaderin sillesini yiyerek ayrı düşüyorlar!

Terry abimiz, dominatrixçilik mi oynamak istiyor nedir bilinmez, protagonist'ini 6 kitapta tam 3 kere kadınların eline esir düşürdü. Kesin var bişey!

6. kitap, beşinci kitap olan Soul of the Fire'a göre epeyce tempolu gelişse de, sonuna doğru sıkıcı olmaktan kurtulamıyor.

Yazarın en gıcık olduğum özelliklerinden biri de sürekli aynı kelimelerle tekrarlarla anlatışı. korkuyu anlatmak için "felt gooseflesh" kalıbı en az bin kere geçiyor mesela... Richard'ın doğruluk kılıcını, Kahlan'ın fiziksel özelliklerini, büyünün/gift'in harekete geçişini hep birebir aynı kelimelerle, hatta bazen aynı cümlelerle anlatıyor ki insanın kitabı kaldırıp atası geliyor!

Ben Ayn Rand ın the fountainhead'ini henüz bitiremedim, bir ara başlamıştım ancak bitmemişti.. bu kitapta ona çok büyük göndermeler ve hatta esinlenmeler bulunmaktaymış, bunu da aktaralım.

Richard ve Kahlanın başına gene pişmiş tavuktan beter şeyler gelse de, sonu güzel toparlanıyor diyelim.

Büyücünün altıncı kuralı ise, The only sovereign you can allow to rule you is reason.
Sana hükmetmesine izin vereceğin tek şey sebeptir.

Soul of the Fire | Terry Goodkind

Soul of the fire, Sword of truth serisinin 5. kitabı. Her okuduğum kitabın bir öncekinden daha kötü olduğunu düşünüyordum, hatta 3. kitap olan blood of the fold'a bu konuda oldukça haksızlık etmişim.  Soul of the Fire 5. kitaba dek serinin içinde en kötü kitap.



Birinci ve ikinci kitaplardaki o yeni keşif, durmak bilmeyen okuma isteği, serinin içinde ilerledikçe, 3. kitapta negatif ivmelenmiş fakat durmamış, 4. kitapta gene coşmuştu. Fakat soul of the fire'ı o kadar dur-kalk yaparak okudum ki, sanki geçici olarak başka bir şey okuyor gibi hissettim kendimi.

4. kitabın sonunda, richard kurtulmuş ancak Kahlan onu kurtarırken "chimes" denilen kötücül yaratıkları farkında olmadan serbest bırakmıştı. Evet! espri bu zaten, olaylar niyetsizce birbirini tetikleyecek ki hikaye uzasın... Soul of the fire  chimes'lerin cinayetleri ile başlayıp, Zedd'in bütün engellemelerine rağmen,  Richard ve Kahlan'ı Anderith denilen bir ülkeye sürükleyen olaylar anlatılıyor.

Ama asıl sıkıcı olan bu degil, hikayeye katılan yeni karakterler. Richard ve Kahlan'ı dinlerken birden pat diye Ander & Haken denilen iki milletin arasında geçen bir öyküye geçiyorsunuz. sonra yeniden Richard tarafına geçiyor. Sonra Ander & Haken tarafında 3'e hatta 4'e bölünüyor hikayeler. Okuyucu olarak sinir oldum Terry Goodkind'a... Tamam anladık destansı olsun istiyorsun ama, uzatmak da bir yere kadar! bu kitaptan diğer kitaba geçemeyecek 3-4 karakter için, niye kafamızı yoruyorsun güzel kardeşim? ben richard ve kahlan ı okumak istiyorum!

Sonuçta, gene ölümüne çaba, istenmeyen olaylar, yerinde kayıplar, ders verici nitelikte bolca konuşmadan sonra, buruk da olsa bir sona ulaşıyoruz; Terry Goodkind Kahlan'a kötü sürprizler hazırlamış bu kitapta...

Büyücünün 5. kuralına da vakıf oluyoruz, şöyle ki:
Mind what people do, not only what they say, for deeds will betray a lie.
yani, insanların yaptıklarını umursa, sadece sözlerini değil, çünkü eylemler yalanlara ihanet ederler.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Popüler Çocuk Edebiyatından Seçmeler

Blog'umuzun kapsama alanına giriyor mu emin değilim ama geçen hafta okuduğum 2 popüler çocuk kitabını tanıtmadan geçmeyeyim dedim.

İki kitabı da çocuk edebiyatı eleştirmeni ve yazar arkadaşım Tülin Kozikoğlu'ndan aldım. Türk çocukları bu kitapları pek seve seve okuyormuş dostlar: Biri ingiliz yazar Chris Riddell'dan Ottoline ve Sarı Kedi, diğeri ise İsveçli yazar Asa Lind'den Kumkurdu.

Önce Kumkurdu'ndan başladım. Çevirinin kötülüğünden mi, yoksa kitap mı akmıyor nedir, 1 haftada güç bela yarıladım - Nal kadar yazıları olan 120 sayfalık bir çocuk kitabından bahsediyorum. Sonra belki daha eğlencelidir umuduyla Ottoline ve Sarı Kedi'ye başladım. İşe giderken ve dönerken deniz otobüsünde okuyup bitirdim tek günde. Akşam o gazla oturup Kumkurdu'nu da bitirdim.

Kumkurdu'nun çevirisi, dediğim gibi, epey sorunlu. İsveççe çeviri yapan milyon tane Türk olmadığını tahmin ederim. Muhtemelen çeviriyle pek haşır-neşir olmasa da isveççe bilen ilk tanıdığa kitabı emanet etmekte bir sorun görmemiş yayınevi. DAAART! Yanlış! Nasıl olsa çoluk çocuk okuyacak diye çevirisine dikkat edilmeyen kitaplar yüzünden, kötü sinema tercümesi gibi konuşan, de'yi da'yı ayırmayı bilmeyen, tuhaf cümleler kuran nesiller yetişiyor.

Eleştirimizi yaptıktan sonra gelelim kitabın konusuna: Zackarina deniz kenarında bir evde anne ve babasıyla yaşayan küçük bir kız. Bir gün sahilde ilginç bir hayvanla tanışıyor, kumda yaşayan bir tür kurt, kumkurdu. Bundan sonra evde ailesiyle ne zaman bir arıza çıksa yavrumuz soluğu Kumkurdu'nun yanında alıyor. Kumkurdu da ona çaktırmadan hayata dair dersler veriyor, olaylara bakış açısını genişletip yumuşatıyor diyelim.

Sıkıldım. Çocuklar bunu neden beğenmiş anlamadım. Buna benzer bir milyon kitap var, dolayısıyla Kumkurdu'nun külliyata yeni bir şey eklediğini düşünmüyorum.

Ama ah o Ottoline, bayıldım! Bir kere çizimler süper. Yazarın aynı zamanda karikatürist olmasından kelli, detaylar muhteşem. Karakterler tuhafötesi ve hikaye de su gibi akıyor. 170 sayfayı toplam 1 saat gibi bir sürede okudum gitti.

Ottoline kocaman bir dairede Bay Munroe adındaki bakıcısıyla birlikte yaşayan bir kız çocuğu. Anne ve babası sürekli uzak ülkelerde seyahat halindeler. En büyük hobileri de eve bu uzak ülkelerden sürüyle garip gurup eşya taşımak. Hikaye, anne ve babası yine uzaktayken şehirdeki esrarengiz bir durumu çözmeye çalışan Ottoline ve Bay Munroe'nun baş rolleriyle ilerliyor. Tahmin edersiniz ki o pek esrarengiz olayı bir yetişkinin çözmesi 5 dakika bile almıyor. Buna rağmen ilgiyle ve merakla okudum kitabı. Zekice kurgulanmış, zekice resimlenmiş, çok keyifli bir kitap. Yeğeniniz filan varsa alın bunu mutlaka!

Kumkurdu
Yerdeniz Yayınları

Ottoline ve Sarı Kedi
İş Kültür Yayınları

1 Nisan 2010 Perşembe

Kreşteki Yabani (hayır, çaki değil!)

Yine bir Adam Phillips eseriyle karşı karşıyayız. Epeydir elimdeki psikanaliz kitaplarını bitirmeye çalışıyordum. Bu artık son. Bir daha uzunca bir süre psikolojiyle ilgili bir şey okumayacağım. Durduk yere içim daralıyor.

Bu kitabı çocuk psikolojisiyle ilgili sandığım için almıştım ama pek de öyle çıkmadı, ismine aldanmayın yani. Kreş mreş gibi ortamlardaki sorunlara bire bir eğilen bir eser değil. Ha elbette psikanaliz özü itibariyle çocukluk yıllarından beslenen bir şey. O bakımdan bütün psikanaliz kitaplarına çocuklarla ilgili diyebiliriz. Ama bu kestirmeden gidiş, kitabın içeriğinin, isminin yarattığı beklentiyi karşılamadığı gerçeğini değiştirmez. Phillips en temel arıza durumlarına dair her zamanki tarzıyla dağınık dağınık yazmış, ucunu da 'siz bağlayıverin gari' dercesine açık bırakmış. Oldu, bağladık.

Benim bağlarken en çok etkilendiğim yer, insanların çocukken dünyayı sanki istedikleri her şeyin olabileceği bir yer olarak kurgularken, aşama aşama öyle olmadığı gerçeğiyle yüzleşerek büyüdükleri bilgisiydi. Bunu hepimiz biliyoruz diyeceksiniz ama öyle değil işte. Çocuklar hayal ederek gerçeği yaratabileceklerine inanıyorlar. Hatta "arzu da hayalin bir parçası olduğuna göre arzuladığımız dünya, pasif bir şekilde kabullendiğimiz dünyadan daha gerçektir" diyormuş Northrop Frye - Blake hakkında. Ha Blake, ha çocuklar. Bunu şöyle bağlıyor Phillips: "Psikanalizin konusu da zaten, insanların iştahını neyin söndürdüğü ve nasıl olup da bizi hayatta tutabilecek olan yegane şeyin, bizi en çok korkutan şey olduğudur."

Psikanaliz okumalarıma son verecek olmamın temel sebebi, bu alanın kendi içindeki kısır döngüsünün bana da sirayet etmesi. Phillips bile -ki dini imanı psikanaliz olmuş bir psikanalist değildir, o yüzden severim- 'böyleyken böyle, kabul et veya etme bunlar gerçek' diyor yazarken - tabi daha kibar bi dille. Oysa ben de yine bizzat kendisinden bir alıntıyla cevap vermek istiyorum ona: "Kendi hayatının sanatçısı olan insan için ona neler verilmiş olduğu o kadar önemli değildir; asıl mesele, ona verilmiş olanlarla neler yapabileceğidir."

Buraya kadar yazdıklarım size bir şeyler dediyse mutlaka bu kitabı edinip devamını da okuyun. Demediyse yanından bile geçmeyin.


Kreşteki Yabani / İnceleme / Ayrıntı Yayınları / 126 sayfa / İngilizceden çeviren: Özden Arıkan
Related Posts with Thumbnails