27 Haziran 2013 Perşembe

Gökkuşağını Yakalamak- Kathleen Long


Siz kendi gölgenizin esiri olmuşken, başkasının hayatını nasıl aydınlatabilirsiniz?


Kitap: Gökkuşağını Yakalamak
Yazar: Kathleen Long
Orjinal Adı: Chasing Rainbows
Yayıncı: Arkadya Yayınları
Sayfa Sayısı: 310 
Tür: Yetişkin, Aşk 
Puanım: 3

"Bir zamanlar tek derdinin fazla kiloları olduğunu düşünen Bernadette Murphy, hayatın, yediği çikolata kadar tatlı olmadığını acı bir şekilde anlamıştır. Babasının ani kaybıyla kendini adeta bir boşlukta bulurken, kocasının onu terk edişiyle içten içe savaşmaktadır. En yakın arkadaşının bir bebek beklediği gerçeği ise onu adeta karanlığa sürüklemektedir. 

 Aslında acıya ve kalp ağrısına hiç de yabancı olmayan Bernadette, babasının ona bıraktığı şifreli cümlelerden oluşan bir defterle kendine bir yol bulmaya çalışacaktır. Çözmeye çalıştığı her şifreli cümle, yeni bir umut kapısıdır onun için. Ya bu umut kapısını aralarken gökkuşağının peşinden gidecektir ya da kendi gölgesine hapsolacaktır..."

Gökkuşağını Yakalamak yaşanan zorluklardan sonra iyileşme dönemini anlatan bir roman sanki. Baş karakter Bernie kocasının onu terk edişi ve babasının ölümünden sonra kendine gelmeye çalışıyor. Acılarını bol bol yiyerek, bazen televizyon kanallarındaki alış veriş programlarını arayıp içindeki boşlukları hiç kullanmayacağı eşyalar almakla, kavga etmekle dolduruyor. 

Bu konuda en yardımcı kişisi, köpeği Poindexter. Sanırım kitaptaki en sevimli şey oydu. Tepkileri, uçak geçince çıldırıp havlamaya başlaması falan çok hoştu. 

Onun dışında komşusu yakışıklı Aidan'da tam komşuydu. Ben sonuna kadar onunla neler olacak diye bekledim. Keşke onunla daha iyi bir son yazsaydı yazar. 

Bernie'nin arkadaşlarının, ailesinin hali ise enteresandı. Sonuçta herkes acısını kendi çapında yaşıyor ve hallediyor. 

Kitap pek benim tarzım değildi. Bu tarz boşanma hikayeleri biraz sıkıyor. Birde baş karakter Bernie'den hoşlanmadım. Onun için 3 puan verdim. Lakin Arkadya Yayınlarının romanları, kapakları ve ayraçlarına bayılıyorum. Harika yapıyorlar ve umarım devam ederler. 

İyi okumalar...

-Sycorox- 

24 Haziran 2013 Pazartesi

Aşk Tanrıçasının Yemek Okulu - Melissa Senate



Kitap: Aşk Tanrıçasının Yemek Okulu
Yazar: Melissa Senate
Orjinal Adı: The Love Goddess Cooking School
Yayıncı: Martı Yayınları
Tür: Yetişkin, Aşk, Chick Lit 
Sayfa Sayısı: 372
Puanım: 4 


"Holly aşk ve iş hayatında yaşadığı sorunlardan kaçmak için bir sığınak gibi gördüğü Mavi Yengeç Adasındaki Aşk Tanrıçasının Yemek Okulunu işleten büyükannesinin yanına döner. Kısa süre sonra çok sevdiği büyükannesinin ölümüyle ona sunulan yeni hayata sımsıkı sarılır. 


Fal bakma yeteneği ve muhteşem yemekleriyle adada oldukça ün yapmış büyükannesinin bu mirası Holly'nin tutunacağı güçlü bir dal gibidir. Bu görev aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde getirir ada halkına umut dağıtıp yaşam gücü veren Aşk Tanrıçasının Yemek Okulunu ayakta tutmak zorundadır. Bu konuda yeteri kadar tecrübesi olmayan Holly'nin elinde ona yol gösterecek iki şey vardır büyükannesinin dilek ve hatıralarla yarattığı muhteşem yemeklerle dolu tarif defteri ile masalsı bir geçmişe ışık tutan günlüğü...


Aşk Mutfağında hazırlanan, tarifinde hüzünlü bir hatıra ile tutkulu bir dileğin olduğu leziz bir yemeye davetlisiniz."

Bu kitabı sırf isminden ve kapağından dolayı aldım. Yemekle ilgili filmler, kitaplar çok ilgimi çekiyor, yapmayı sevdiğim gibi böyle restoranlarda, küçük işletmelerde geçen sıcak hikayeleri severim. Hele arkasında tarifler falan var ise tam benlik. 

Kitap klasik romantik komedi filmi gibi. Yani esas kız terk edilir, hayatında birçok şeyi kaybeder ve film başlar. 

Bunda da kitap başlıyor Holly Mavi Yengeç adasına büyükannesin yanına gidiyor. Büyükannesine bayıldım zaten, Sophia Loren tarzında, her yanından dişilik akan güçlü bir kadın. Holly onun dükkanını devam ettirip hem hayatını yoluna koyma mücadelesi verirken, bir yandan da ailesini daha iyi anlamaya ve tanımaya başlıyor. 

Risotto al salto

Milano usulü risotto artıkları
1 ölçü tereyağı
1 hüzünlü hatıra
1 tutkulu dilek

"Zira anıların, özellikle üzücü olanların iyileştirici etkisi vardı; tıpkı yemeklerinde sıklıkla kullandığı fesleğen ve kekik gibi."

Kitapta hem Holly'nin hemde günlüğü ve mektupları aracılığıyla büyükannesinin hayatını okuyoruz. Holly daha önceden yazları defalarca geldiği kasabaya alışmaya çalışıyor. Bir yandan da vermesi gereken İtalyan yemekleri kursuna hazırlanıyor deli gibi. Kurs kısmı en sevdiğim bölüm oldu. Gelenlerin hikayeleri ve sonunda çok iyi dost olmaları hoştu. Birde tam klasik eski sevgiliden öç alma bölümü olmayışı iyi olmuş.
Artık bu kitaptan sonra yaptığım yemeklere 1 hüzünlü acı tatlı hatıra, ve dilek eklemeyi unutmuyorum. 


Sizde karışık gündemden biraz kendimi uzaklaştırayım, sayfiye kasabasında bir aşk romanı okuyayım diyorsanız kesinlikle okuyun derim. Pek iyi geliyor. 

Keyifli okumalar dilerim...

-Sycorox-

21 Haziran 2013 Cuma

[Blog Tur] Doğum Lekesi - Caragh M. O'Brien | Yazar Tanıtımı


"Geçmişten gelen bir işaret geleceği belirleyecek!"

Kitap: Doğum Lekesi
Yazar: Caragh M. O'Brien 
Orjinal Adı: Birthmarked
Yayıncı: Martı Yayınları
Tür: Distopya, Genç Yetişkin 
Sayfa Sayısı: 475
Puanım: 4

"Yüzbaşının bebekle ilgili söylediklerini duyan Gaia'nın nefesi kesildi. Daha aşağı bile bakmadan, sanki kendinden bir parçaymış gibi sımsıkı tuttuğu bebeğin ilk çekimser hareketlerini boynunda hissetti ve sonra da ufak şeyi omzundan uzaklaştırarak vücudunu bluzunun yapış yapış olmuş nemli kumaşından kurtardı. Bebeğin başı tanıdık bir iniltiyle yana devrildi. Teni benek benek kızarmıştı ve kollarını kontrolsüzce sallayarak ilk öfke dolu çığlığını attı. Öfkesiyse hayatta olmaktı. "

Doğum Lekesi blog turumuzun son durağında bizimle berabersiniz. Öncelikle bu kitabı ülkemizde olan olaylar sebebiyle çok uzun bir sürede okudum. Önümde bilgisayar, karşımda televizyon açık olmak üzere sabahın ilk ışıklarına kadar pür dikkat durumdaydım. O yüzden uzun zamana yayıldı. Yoksa iki günde okunan, insanı sıkmayan bir konusu var.

Gaia Stone ebe annesine yardım eden genç 16 yaşında bir kızdır. Bir gün annesi bir yere ebelik yapmaya gider Gaia ise evde bir başka kadına doğum yaptırır ki kendi başına yaptığı ilk ebeliktir. Üzülerek bebeği Anklav'a götürür. Geri eve döndüğünde anne ve babası yoktur, onu yüzbaşı Grey bekliyordur. Ailesi Anklav tarafından tutuklanmıştır ve Gaia ebe olarak kalır. Yıllarca ailesi Anklav'a hizmet ettiğinden Gaia görevlerini yerine getirip her ay doğum yaptırdığı 3 bebeği götürme kuralına sadık kalır. Lakin bir süre sonra ailesini ve onların akıbetlerini aramaya başlayınca yıllardır bildiği doğruları sorgulamaya ve araştırmaya başlar.

Kitabın yalın, sade bir anlatımı var. İki dünya arasında bir duvar. İki dünya diyorum çünkü; bir yanda çok zenginlik, bembeyaz evler varken duvarın diğer tarafında yoksulluk, tam bir kenar mahalle durumu var. Lakin Anklav hiç onun gözünde canlandırdığı kadar mükemmel değildir.

"Önce Hayat

Baş Karakter Gaia Stone çok akıllı bir kız. Yıllarca yüzündeki yara izinden insanlar tarafında ucube olarak görülmüş ve bu durum onu hep üzmüştür. Eğer o iz olmasaydı yaşamı nasıl olurdu diye hep düşünüyor. Muhtemelen Anklav'da bir aileye verilecek, çok iyi ve zenginlik dolu bir hayat sürecekti. En azından başlarda Gaia'ya göre böyleydi. Kitabın sonuna doğru hayatına, o yara izine şükredecek tabii.

Yüzbaşı Leon Grey soğuk, sert mizacının içinde kırık geçirdiği bir çocukluk gizliyor. Aynı zamanda şövalye ruhlu bir adam. Tabii öyle olunca direkt olarak seviyoruz. Tam benim sevdiğim tarzda bir karakter kendisi. Tamam bende Leon kalp kalp olayına girmiş olabilirim Hazal gibi.

Gaia'nın ailesinin durumu ise beni çok üzdü. -dikkat spoiler gelebilir- Yaşadıkları, Gaia'yı kaybetmemek için yaptıkları, sevimli ama küçük yaşamlarının Anklav tarafından yok edilişi insanı üzüyor. Serinin diğer kitaplarında bakalım Stone kardeşleri neler bekliyor?


#direndoğumlekesi

Tür ve serinin ilk kitabı olarak iyi başlamış bir roman olarak dikkat çekiyor. Olaylara rağmen severek okudum. Şimdi gelelim Yazar Tanıtımına.



Yazar kocasıyla beraber iki oğlu ve bir kızıyla yaşıyor. İnternet sitesinde ayrıca bir bloğu var ki, çok keyifli paylaşımları var.

Birkaç yıl önce Connecticut'tan Kaliforniya'ya ülkeyi baştan başa geçerken, güney eyaletlerindeki kuraklık, iklim değişimi gerçekten vurduğu zaman Amerika'ya neler olacağını düşünmeye sevk etmiş yazarı.

"Kanada'yı topraklarımıza katıp kuzeye taşınabileceğimizi düşündüm. Çok hoş bir fikir değildi ve kriz anında politika ve gücün nasıl evrileceğine dair endişelerin kıvılcımı oldu. Bebekleri de işin içine dahil edince Gaia'nın hikayesinin başlangıcına sahip oldum." diyor.

Nasıl yazar olduğuna gelirsek şayet şu sözlerle anlatıyor;

 "İnsanlar nasıl yazar olduğumu soruyor, cevap yavaş ve basit. Kitaplarla dolu kızlık çağımı, en yakın arkadaşım olan komşumla olan ilişkimi, çılgın ve müzikal altı kardeşimi, kocama ve afacan çocuklarıma olan aşkımı, belirli kayıp ve korkuları, yazı yazmak ve öğretmekle harcadığım yılları ele alın ve beni bir bilgisayarla kanepeye oturtun. Elimden gelenin en iyisini yazmaya çalışırım."

Gaia'nın hikayesinin ilk taslağını Tiburon, Kaliforniya'da Sabbatta yazmış ve ne zaman tıkansa uzun yürüyüşlere çıkarmış.

Birthmark serisini sırayla ;


Birthmarked 2010 
Prized 2011 
Promised  2012 çıkarmış. 

Bize bu turda destek olan Martı Yayınlarına teşekkür ederiz. Keyifli okumalar dilerim...

17 Haziran 2013 http://sssuigenerisss.blogspot.com/ - Çekiliş-
18 Haziran 2013 http://mirielenda.blogspot.com/  -Ön Okuma-
19 Haziran 2013 http://pinucciasbooks.blogspot.com/ -Yazarla Söyleşi-
20 Haziran 2013 http://thcodex.blogspot.com/  -Bunları Biliyor musunuz?-
21 Haziran2013  http://raflarinarasindan.blogspot.com/ -Yazar Tanıtımı-

Sycorox 

19 Haziran 2013 Çarşamba

Bu Kanayan Şehir - Alex Preston

Piyasadaki bestseller zırvalığının arasında kalmış mağdur okurlardan biri olarak, uzun bir zaman sonrasında gerçekten iyi bir kitap okuduğumu söyleyebilirim. Bu Kanayan Şehir, yazar olmak isteyen fakat maddi hırsları nedeniyle bu hayalinden vazgeçip Londra'ya, finans sektöründe çalışmaya gelen Charlie'nin hikayesi.

Charlie Londra'ya geldikten sonra, tabiri caizse, bir Amerikan rüyası tadında Londra'ya kapılıyor. Hareketli geceler, havada uçuşan paralar, gençlik arkadaşları, ve yetişkinlikten asıl yetişkinliğe geçişin romanı bu kitap. Spoiler vermeyi sevmiyorum, ve bir kitap eleştirisinde spoiler kullanmayı da doğru bulmuyorum. Bu kitabı neden okuyayım? sorusuna cevap vermek istiyorum aslında. Hem artılarıyla, hem eksileriyle...

Eksiler:

  • Alex Preston dili muazzam kullanan bir yazar. Fakat eski büyük yazarların düştüğü hataya düşüp, geleneksel edebiyata tutkuyla bağlanmasının sonucunda, kitapta beklediğimden daha ağır bir dil var diyebilirim. Rahat anlaşılıyor evet, ama bence asıl sorun bir kitabın rahat okunabilmesi. Söylemeliyim ki ilk bölümler akıcı olsa da, Preston kitabın birçok yerinde uzun uzadıya erinilmeden yazılmış betimlemeler, ve karakterin gözünden çevreyi ve nesneleri ayrıntılarıyla betimleme takıntısından vazgeçmemesi nedeniyle, okuyucuyu sıkma durumunu sonuna kadar yaşatıyor. Öyle ki bazı sayfalarda saç baş yoldurma deyiminin nereden çıktığını anlıyorsunuz. Kendinizi; "yeter artık, anladık gökyüzünün boğucu havasını, griliğini, güneşin ağaç yapraklarının arasından nasıl da süzülüp geldiğini, olaya geç artık!" diye haykırırken bulmanız oldukça muhtemel.

  • Bu açıdan düşününce, Bu Kanayan Şehir bir solukta okuyabileceğiniz bir kitap değil. Sevmek için sabretmeniz gerekmiyor, sizi anında sarıyor, ama hikayeye bağlanmak için gerçek anlamda bir çaba harcamalısınız; ve tek gecede okumak gibi bir hataya düşmemelisiniz. Çünkü bu kitap o kitap değil. O kitap... Hani kendinizi tutamadığınız ve sonuna kadar bırakamadığınız... Sindirerek okunması gereken, günde ancak 30-40 sayfa ilerleyince haz veren bir kitap.
  • Alex Preston üslup ve yapısal çerçevede geleneklere sıkı sıkıya bağlı kalmasına rağmen, söz konusu drama türünün temel taşlarına geldiğinde ipleri biraz gevşetiyor ve bunun bedelini kitabın sonuna doğru ödüyor. Dramanın temel kuralı üzgün surattan gelir, bilirsiniz. Olaylar kötü başlar, düzelir gibi olur, ve sonra her şey yine yıkılır. Fakat kitabın sonuna doğru, işte burda bir yerde hikaye bitmeli dediğiniz anda, Alex Preston her şeyi yeniden başlatıyor, ve alternatif sonlarla, alışılmadık bir drama düzeniyle karşı karşıya kalıyorsunuz.

  • Finans sektörünü avucunun içi gibi biliyormuş etkisi yaratmaya çalışan Alex Preston, yıllarca Holywood tarafından dayatılan Wallstreet klişelerinden çok fazla etkilenmiş, ve kitapta da bunun etkisinden kurtulamamış. Kitap çok iyi eleştiriler almış olabilir, ve Wallstreet klişeleri aslında gerçeğin ta kendisi olabilir; ama Preston bu gidişatı değiştirebilirdi. Bilgi seviyesi zaten muazzam, ama finans sektörünü anlatırken oldukça sıkılmış belli ki, hemen atlamaya çalışmış yazarken o bölümleri, ve bitse de biraz daha Charlie'yi anlatsam tadı vermiş yazdıklarına. Okuyucuyu terimlerle boğmuş. Öyle ki bu terimlerin çoğunu Charlie'nin kendisi bile anlamıyor. Yani sanki, Wikipedia'dan kopyala yapıştır yapılmış havası esiyor finans sektörüyle ilgili bölümlerde. Charlie'yle birlikte okuyucu da finansın ne olduğunu ve paranın nasıl işlendiğini öğrenebilirdi bu kitapta. Kısaca, kitabın ana konusu acı bir başarısızlık örneği.
Artılar:
  • Biraz sabredenler için büyük ödüller var bu kitapta. Preston'ın karakter analizleri tarif edilemez şekilde  güzel. Charlie'nin para hırsının kaynağını onun çocukluğuna inerek bulması, kendini anlamaya çalışması sırasında verdiği mücadele ve attığı sessiz çığlıklar muazzam.

  • Bize bir şeyler katan, ve durmadan sayfada bir yerlerin altını çizme isteği uyandıran, ama bir yandan da sizin için çok değerli hale gelen o nesneye kalem değdiremediğiniz kitaplardan Bu Kanayan Şehir. Kitaplığınızdan asla çıkarmayacaksınız, okuduktan sonra karakterler bir süre daha kafanızın içinde yaşamaya devam edecek, ve Londra'nın o "gri" gökyüzünü görebilmek için, bir gün Londra'ya gitme planları yapacaksınız.
Kitabın iki artısı, kalan eksileri darmadağın ediyor benim nezdimde.
Okunmalık, kitaplıkta saklamalık.
İyi okumalar.
KTOG



Haftanin Konuk Yazari - KTOG

Merhaba!

Bu hafta yeni bir konuk yazarimiz var; Kirsalda Tip Okuyan Gay!

KTOG, adindan da anlayabileceginiz uzere bir tip ogrencisi ama hep yazar olmayi duslemis. Cogu insanin aksine kitapcilarda goz onundeki kitaplari degil de raflarin arasinda (!) veya arkasinda kalan kitaplari seciyor. Aksiyon ve yeralti edebiyati haricinde her turu okuyabildigini soyleyen KTOG bakalim bu hafta boyunca bizimle neler paylasacak!

Okuyalim, okutturalim.
Opucukler.
Amalth.

Bir de...
Haftanin Konuk Yazari olma taleplerinizi amaltheian@gmail.com adresine gondermeyi unutmayin!

Biraz daha cok opucukler.

17 Haziran 2013 Pazartesi

Woody Allen | Yan Etkileri



Sanırım 8 ya da 9 yaşındaydım. O zamanlar tek kanallıydı televizyon. Evimiz Anadolu'nun içlerinin içlerinde bir ilçedeydi ve kış çok soğuk geçerdi. Ablamla kışın sobanın olduğu salonda kanepelerde uyurduk. Yine sobalı bir gecede bir çılgınlık yapıp televizyonu açtık ve bizimkiler duymasın diye sesini açmadan izlemeye başladık o filmi...İşte ilk defa bu gözlüklü adamı o zaman görmüştüm. Ufak tefek, komik, konuşurken insanların yüzüne bakmaya çekinir bir haldeydi. Çok sonraları izlediğimiz o adamın Woody Allen olduğunu ve izlediğimiz filmin de Manhattan olduğunu öğrendim. O adamı sevmiştim ve denk geldiği sürece  hep izlemeye çalıştım. İşin garip tarafı bu ufak tefek adamın kitap da yazdığını öğrenmem için İstanbul Tüyap Kitap Fuarında Siren Kitap'ın standını ziyaret etmem gerekiyormuş. (cahilliğimi mazur görün)

İşte okuduğum ilk Woody Allen kitabı The Side Effects yani Yan Etkileri oldu. Baştan sonra kurgulu bir senaryo beklerken, kısa kısa, birbirinden bağımsız hikayelerle karşılaştım. Çok uzun zamandır kitap okurken sesli gülmemiş, ve içimden "bu yazar da  harbiden çok zeki çıktı" diye geçirmemiştim...

Not : Yan Etkiler'den sonra vakit geçirmeden Eğrisi Doğrusunu okudum ve sırada diğer iki kitabı kaldı üstadın...

Sevgiler...

The Saint

14 Haziran 2013 Cuma

John Fante | Bahara Kadar Bekle Bandini


Eğer Charles Bukowski o gün tesadüf eseri şehir kütüphanesine gitmeseydi belki de John Fante kimsenin bilmediği çok sıradan bir yazar olarak ya da yazar olmaya çalışan bir adam olarak bu dünyadan göçüp gidecekti...Ama öyle olmadı, Bukowski ilk satırlarını okumaya başlar başlamaz sarsıldı,  Fante'yi kendisine bir ilah olarak seçti ve "Fante mi ? O benim taptığım adamdır" cümlesini fısıldadı sessizce...

Arturo Bandini...Fante'nin üzerine dörtleme yazdığı kahramanı...Aslında Fante'nin hayatını okuduğumuz zaman yarattığı kahramanın kendisi ile çok fazla benzer özellikler taşıması şaşırtıcı...Fante zaman zaman çaktırarak zaman zaman da çaktırmadan kendini anlatmış Bandini'de...

Bandini dörtlemesi demişken olay/hikaye akış sırasına göre, Los Angeles Yolu, Bahara Kadar Bekle Bandini, Toza Sor ve finalde Bunker Tepesi Düşleri'nden bahsetmemek olmaz.
(Bu arada dörtleme arasında en çok ön plana çıkan Toza Sor'dur. Senaryolaştırılıp film yapılmıştır.)

Gelelim Bahara Kadar Bekle Bandini'ye...Colorado'da çok soğuk bir kış. Çok uzun bir zamandır kalkmayan bembeyaz örtü. Az erzak, bol çocuk, kabarık bir veresiye defteri, genelde yazları çalışan bir duvarcı ustası baba, çok dindar bir anne, sıkıcı ve sürekli alay edilen bir okul ve karşılıksız bir aşk. İşte genç Arturo Bandini'nin kendince büyük dünyası...İşte bu dünya babanın evi terk etmesiyle bir anda yerle bir oluyor.

Fante'nin Parantezden çıkmış kitaplarının çoğunu okudum. Fante kesinlikle müthiş bir anlatıcı. İnanılmaz bir betimleme gücü var. Okurken sizi anlattığı dünya içine o kadar kolay ve çabuk alıyor ki her kitabı bittiğinde büyük bir boşluk yaratıyor ve bir süre ne okuyacağım şimdi diye düşündürüyor...Fante'nin bu etkiyi yaratmasında bence en büyük etken çevirmen "Avi Pardo". Fante'nin Türkçe'ye çevrilen kitaplarında onun imzası var tıpkı Etgar Keret'te olduğu gibi...

Sevgiler.

The Saint

13 Haziran 2013 Perşembe

Robert J Randisi | The Sixth Phase ★★★★☆

Bu aralar oyle keyifli kitaplara denk geliyorum ki! Ve bunlarin cogu rasgele secilmis kitaplar oluyor, sahafta elimi rasgele bir rafa atip okudugum ture uygun bir kitap cekiyor ve cektigim kitabi aliyorum.

~

Robert J. Randisi ile de aynen bu sekilde tanistim; gozume takilan ilk kitabi cektim. Azicik sayfalarini karistirdim ve kucagimdaki kitap yigininin uzerine koydum.

Robert J. Randisi cok sayida kitaba sahip ancak kitap uretim fabrikasi olmak acisindan bir James Patterson degil. Lakin adamin cok eglenceli bir tarzi var. Evet, cinayet romani yaziyor ve evet, eglenceli! Dedektiflerin kendi aralarindaki konusmalari, makaralari, birbirleriyle ugrasma halleri "hic polis gibi degil"; aksine, "cok insan gibi". Bu noktada, yazarin adrenalin icermeyen sayfalari da keyifli kilmak adina boyle bir yol tercih etmis olabilecegini dusunuyorum ki oldukca da basarili bir sekilde ustesinden gelmis.

Beni dusunun; elimde bir cinayet romani ve durmadan kikirdiyorum!

~

Iki kitabinda (ki bunlardan biri The Sixth Phase) Dennis McQueen isimli NYPD dedektifi uzerinden ilerliyor. McQueen, genellikle konu edilen cok acayip yakisikli, cok acayip karizmatik, cok acayip zeki, cok acayip kazanova dedektiflerden degil zira adam acayip degil, bildigin insan; suphelinin pesinden kosarken gobegi yuzunden zorlanan, hemencecik cigerlerinde yanma hisseden ama cesur bir adam.

Sehrin farkli kesimlerinde islenen cinayetlerin aslinda birbiriyle iliskili oldugunu dusunen McQueen, burokratik engelleri asip bir Task Force kuruyor. Tek istedigi, onlarca insani katleden bir "caninin" adalete teslim edilmesi. Diger yandan, McQueen'in pesinde oldugu Nicholas Turner'la daha ilk sayfada tanisiyoruz; her ne kadar kitaplari cok satanlar listesine hic girememis olsa da polisiye gerilim kitaplar yazan Turner, karisini kaybediyor ve hayati aniden degisiyor.

~

The Sixth Phase de "Is evil born or made?" sorusuna odaklaniyor ve cok keyifli virajlarla konuya bir bu taraftan, bir o taraftan bakmanizi sagliyor.

Kitabi "Yok artik!" diyerek masaya firlatmaniza neden olacak, egzantrik bir paragrafla bitiren Randisi, okudugum tek kitabina dayanarak gayet okunabilecek bir adam! Suspense, thriller gibi turlerde tabiri caiz ise "kasarlanmis" okuyuculari cok heyecanlandiramayacak ya da cok sasirtamayacak olsa da acayip keyifle okunuyor.

Ve kitabin basindan sonuna kadar bir seyin durmadan altini ciziyor: "Cesaret bulasicidir."

Opucukler.
Amalth.


12 Haziran 2013 Çarşamba

Batuhan Dedde| Çapulcu



Çapulculuk neydi ? Ne zaman girdi hayatımıza ? 31 Mayıs'tan sonra yeni bir "anlam" kazandı sözlükte. (ya da kazandırıldı.) Ve artık kesinlikle eski ifade ettiği anlamda olmayacak çapulcu kelimesi.

Batuhan Dedde; üçüncü kitabıyla 2012 Ekim sonunda tanıştırdı beni. 645 Yayın aracı oldu bu tanışmaya. İlk defa okumuştum o dönem Batuhan Dedde'yi. Onu okurken kimi zaman Bukowski, kimi zaman Murat Uyurkulak, kimi zaman da Emrah Serbes okuyor gibi hissetmiştim kendimi. Bence bu kadar yazara yakın durup kendine özgü olmak inanılmaz bir yetenek.

Biz erkekler ne zaman başlarız kaybetmeye ? Ne zaman öğreniriz sevdiğimiz ya da aşık olduğumuz zaman kendimizi ifade etmeyi ? Hep tutmak istediğimiz elleri başkası tuttuğu zaman mı ? Yoksa sevdiğimiz kızın odasının eşyaları bir taşıma şirketinin eski kamyonunun arkasına tanımadığımız eller tarafından taşınırken mi ?
İlk okulda mı ? Üniversite son sınıfta mı ? İlk aşkımız olan annemiz zamansız bir şekilde öldüğünde mi ?

İşte Batuhan Dedde biraz da kaybettiğimiz zamanları yazmış. Kitabın içinde bazıları birbirinin devamı bazıları ise birbirinden bağımsız kısa hikayeler var ve hepsini birlikte okuduğunuzda bir "çapulcu" ortaya çıkıyor taaa en derinimizde...Bu arada benim favorim "elimdeki tek eldivenin çok acıklı öyküsü" oldu...

Sevgiler...

The Saint

11 Haziran 2013 Salı

Mark Watson | On Bir


Öyle sakin, öyle heyecansız ve öylesine sıradan başlayan bir roman...Ama hep sıradan olanlarda kendini çekici kılan bir gizem vardır ya...İşte 1980 doğumlu stand-up'çı komedyen Mark Watson böyle bir gizem yaratmış On Bir'de. Hikayenin kahramanlarına kısaca göz atarsak :

Xavier; kahramanımız. Kendi halinde bir radyo programcısı. Programın ismi "Geç Hatlar". Saat 23:00 ile 04:00 arası kendisini arayan insanlara bir nevi "psikolojik" destek oluyor kendince. Kitabın kahramanı olsa da sıkıcı bir iç dünya ve geçmişte yaptığı büyük bir hatanın vicdani rahatsızlığına sahip...

Murray; co- star. Xavier'in programdaki yardımcısı. Biraz kekeme, biraz asosyal ve biraz da ilişki fakiri...

Becca; Xavier'in temizlikçisi. Biraz kilolu, biraz da müzmin bir kaybeden olmasına rağmen umutlu ve tüm ulaşımlarını bisiklet ile yapıyor.

Bu karakter dışında Xavier'in etrafında birbirinden habersiz, birbirini tanımayan ve belki de birbirinin varlığından hiç haberi olmayan "on bir" insan.

Mark Watson anlatımıyla, yarattığı sarmal kargaşayla hem kitabı okunur kılıyor, hem de ayrıntılı verdiği pub adresleriyle bedavadan Londra turu attırıyor okuyanlara...Kitabın etkisinde bence çevirmen Dost Körpe'nin de katkısı büyük. Hep farklı kitaplar neşreden Domingo Yayınları'ndan tabi ki...

P.S : Mark Watson'un 5 kitabı olmasına rağmen henüz Türkçe'ye çevrilen ilk ve tek kitabı On Bir.

Sevgiler & Saygılar...

The Saint

10 Haziran 2013 Pazartesi

Haftanin Konuk Yazari - The Saint

Haftanin Konuk Yazari kosesinden uzun bir sure sonra merhaba!

Bu haftanin konuk yazari, Aziz.

Aziz, 1980 dogumlu, insan kaynaklari alaninda calisiyor ve neredeyse bir senedir kendisine ait kitap blogunda okuduklarini paylasiyor. Yari zamanli azizlik yapan Aziz'in kitap raflarina asagidaki adresten ulasabilirsiniz.

http://azizinkitaprafi.blogspot.com/

Opucukler,
Amalth.

8 Haziran 2013 Cumartesi

Lee Harris | The Valentine's Day Murder ★★★

Artik evlerimizdeki rahat kanepelerde degil, meydanlarda aliyoruz kitaplari elimize.

Cantamizin olmazsa olmazlari arasinda yer alan limonlari ve kitaplari fotograflarda bile birbirinden ayirmiyoruz.

Ve biz en iyi yaptigimiz seyi yapmaya devam ediyor, okuyoruz.

~

Cevirmen olmanin en guzel yanlarindan biri, durmaksizin farkli ulkelerden yeni insanlarla tanisabiliyor olmak ve yeni seyler ogrenebilmek. Onceki hafta boyunca cevirisini yaptigim Irlandalilar, elimdeki Robert J. Randishi kitabini gorunce Lee Harris'i de denememi tavsiye ettiler. O gunun aksaminda kendimi sahafta Lee Harris ararken buldum ve elime gecen ilk iki kitabini hic incelemeye luzum gormeksizin aldim.

~

The Valentine's Day Murder az once bahsettigim iki kitaptan birincisi. Yaptigim kucuk capli arastirmaya gore Lee Harris cok sayida kitabi olan bir yazar. Kitaplari genellikle iki ayri karakter cevresinde donuyor. Agatha Christie'nin farkli kitaplara bas karakterlik etmis Poirot'unu ve Miss Marple'ini dusunelim; Lee Harris'in The Valentine's Day Murder'inin ana karakteri Christine Bennett, Miss Marple'a karsilik geliyor.

Bennett serisinin 8. Kitabi olan The Valentine's Day Murder, polisiye ya da gerilim olmaktan ziyade akici bir ozel dedektif romani.

Daha once 7 davayi cozen Bennett, beklemedigi bir sekilde hamile kaliyor ancak onune getirilen davanin kendisinde yarattigi heyecanin da ustesinden gelemeyip 3 yakin arkadasin buz tutan gol uzerinden yuruyerek Kanada'ya ulasmalari sirasinda gerceklesen olumleri incelemeye basliyor.

Olaylarin bir anda gerceklesmedigi ve 30 yil oncesine uzandigini gordukce davaya karsi duydugu ilgi daha da artan Bennett, ipuclarini bir araya getirip hala yasiyor olma ihtimali bulunan Valentine'a ulasmaya calisiyor.

~

The Valentine's Day Murder aksiyondan uzak ancak yine de oldukca akici bir kitap. Sayfalari "N'oluyor lan!?" diyerek cevirmiyorsunuz lakin o sayfalar eninde sonunda cevriliyor. Zaten 250 sayfa civarinda olan kitabi neredeyse hic fark etmeden 3 gun icinde okuyup bitirmisim; dolayisiyla dilinin de oldukca yalin oldugunu soyleyebilirim.

Kitabi iki gun once bitirmis olmanin verdigi hisle, bu kitaba dair unutmayacagim cumlelerin cocukluk arkadasliklarina dair olanlar olacagini dusunuyorum:

"You know how it is with people you grow up with, people who were in first grade with you, you just keep loving them even though your lives take different routes."

~

The Valentine's Day Murder, illa okumaniz lazim diye bas bas bagiracagim bir kitap degil ama akici, sakin, yalin... Ve pek tabii ki televizyonda Penguen Belgeseli izlemeye tercih edilir!

Opucukler.
Amalth.




Related Posts with Thumbnails