29 Haziran 2010 Salı

Agatha Christie'yi yaladım yuttum, hani bana polisiye diyenler, bu sizin için geliyor

Şenlikli Bir Cinayet - yazan Gilbert Adair, Agatha Christie'nin tüm kitaplarını seven, keşke hafızamı silip bir daha okuyabilsem diyenler için yazılmış bir polisiye parodisi. Şimdi diyeceksiniz ki madem dalga geçiyor bir yandan, neden okuyalım? Aman canım; kim yaptı, katil kim? diye düşündürüyorsa zaten canımıza minnet! bir de yanında eğlendiriyor mu, evet, e daha ne?


Aslında tabi ki, Agatha Christie'ninki gibi sürükleyici ve heyecan fırtınaları ile dolu değil.  yer yer hicivli, yer yer heyecanlı, sürükleyici fakat inadına Agatha C. ve klasik ingilizlere dair iğnelemelerle dolu bu kitap polisiye seven birinin 1 günde bitirebileceği kadar hoş bir okumalık.


Yapı kredi yayınlarından çıkmış olan kitabımız, İngilterenin çetin kışlarının yaşandığı Dartmoor isimli bir bölgesinde geçiyor, Noel zamanıdır ve Albay'ın malikanesinde, konuklardan biri sabah ölü bulunur. Fakat işin ilginç yanı, cesedin bulunduğu odanın kapısı kilitlidir- çok gizemli! Konuklar ve ev sahibi bu cinayete anlam veremese de, bölgeye yakın bir yerde oturan emekli polis memurunun da hengameye dahil olması ile, kısa süre içerisinde evdeki kişilerin rahmetliyi öldürmeleri için pek çok sebep bulunduğu ortaya çıkar. Ama ne ortaya çıkma! evlere şenlik itiraflarla, klasik ingiliz mantalitesi ile dalgasını geçen yazar, kitabın sonunu da Agatha Christie'ye adeta nanik yaparcasına bitiriyor.  Yazar kitaptaki kahramanlardan biri olan Polisiye yazar Evande Mount, hem Agatha Christie'nin kendisi ile, hem de kadın kahramanı Adrianne Oliver ile dalga geçmek için yazılmış adeta.


Evadne Mount'un kitapta kendi kitaplarını anlattıgı bölümlerde yazarın Agatha Christie ile alay ettiği açıkça ortada! Klasik kitabın başında açıklanmayan detaylar, fevkalade yanlış anlaşılmalar, sağ gösterip sol vurmalar, kısacası bizim heyecanlı birer polisiye okuyucusu olarak beklediğimiz herşey, bu kitapta var hem de goygoyu ile birlikte.


Kesinlikle tavsiye ederim, çerez gibi, tek atımlık doğrusu. Hercules Poirot ve "gri hücreler" e bile selam ediyor, o derece...

25 Haziran 2010 Cuma

Klasik bir kimin eli kimin cebinde öyküsü: Lace - Dantel by Shirley Conran


Bir zamanlar ihtiras, aşk, "oh sevgilim" diyerek inleyen kadınlar, sanırım bir best seller yaratmaya yetiyormuş!

Muhteşem Yazarlar çıkarmış İngilizlerin bu kitabı nasıl "Classic Best seller" diye sattıklarına hayret ettim, Sheakspeare, John Fowles, D.H. Lawrence vs. sanırım ters dönmüştür yattıkları yerde.. Evet, bu derece  dandik bir romanla karşınızdayım bugün!

Dantel veya Orjinal adı ile Lace, Ingiliz Gazeteci Shirley Conran'ın kitabı. Kitabın arka kapağının verdiği bilgiye göre kendisi Daily Mail de editorlük bile yapmış. (Daily Mail İngilterede çok ünlü bir tabloid)

Dantel, birbirine sıkı sıkıya bağlı diyebileceğimiz 4 genç kızın hayatını konu ediyor. Bu kızlarımız, İngiliz Pagan ve Kate, Fransız  Maxine ve Amerikalı Judy. Aynı yatılı okulda okurken tanışıyor ve hayat boyu bağlarını koparmıyorlar. Ancak yıllar sonrasında (!) bu kadınlardan biri, Güzel Aktrist Lili'nin annesiymiş meğerse! Kitap açılışını, Lili'nin, "Kaltaklar, hanginiz benim annemsiniz?" diye sorması ile yapıyor.

İngilizlerin tabloid sevdasını duymayan yok, ne kadar skandala meraklı, ucuz magazine bayılan insanlar olduklarını tüm alem biliyor. Dantel ne yazık ki, tam olarak bu sevdayı körüklemek için yazılmış, ucuz bir kitap. Ben sürükleyici bir Chick-Lit okuyup kafa dağıtma amacı ile almıştım, bilirsiniz yazın bu kitaplar iyi gider. Ancak iç bayıcı derecede uzun, melodrama kaçan saçma olaylar, 1950-1980 periyodunun anglosakson gerikafalılıklarını dinlemek, okur olarak beni sıktı.

Birincisi, masum kız ve ondan istifade etmeye çalışan erkek klişesi iç sıkana dek arka arkaya kullanılıyor. İkincisi, İngiliz kadınlarının, Arap erkeklerini ve doğu ülkelerini, gizemli ve egzotik, maceralarla dolu görmesi klişesi. Agatha Christie'de bile belli belirsiz vardır böyle bir sevda, ama o çok ucuza kaçmamıştır. Hakikatten, nedir bu avrupalılardaki oryantalizm sevdası? Arap şeyhleri/kralları neden çekici gelir Avrupalı kadınlara? İpek şifonlar, şalvarlar içinde haremde tembel tembel oturup sadece seks yapıp yemek yiyerek vakit geçiren bir cariye olma fantezisinin bir sebebi olmalı. kitabın o kadar çok yerinden "esmer, güçlü kollar" kelimeleri geçiyor ki, içiniz kalkabilir benden söylemesi!

Ayrıca lütfen bu kitabı çoluğa çocuğa okutmayın. "doruklara çıktı ve sarsılarak boşaldı, kendinden geçti, uçmuştu..vs vs" klişelerini fersah fersah geçiyor. seks zevklidir, ama öyle bir anlatıyor ki örneğin kadın hiç olmadık bir ortamda, kendisine yaklaşan erkekten zevk alarak, bütün mantıksızlıkları bırakıp ona teslim oluyor ve sonra uyanıp ah ben ne yaptım! moduna giriyor. Komik..

Özetle, tam bir soap opera bu kitap. Uzun uzun yazılmış, ancak sıkıcı. Erotizm dozu çok yüksek. Sevişmeleri açık açık anlatıyor. Karakterler çok yüzeysel, bazı olaylar çok saçma -türk filmi-. Bir de dizisi varmış - uygun denk gelmiştir- zira sezonlarca pembe dizi edecek bir malzeme var elde.

Tavsiye etmiyorum! uluslar arası bir best seller dendiği ve de 32 tl ye satışa çıktığı için, sürükleyici bir kitap okurum sanmıştım ama cidden, kafam şişti...paranıza yazık. Ayrıca çevirmene de selam ediyorum buradan, "bok canına" ne demektir efendiler, çok eski çevirilerde görürdüm ama hala kaldı mı bu bok canına muhabbeti. tez yok olsun bence.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Dışı güzel, içi çürük: Nana

Nana bir Emile Zola romanı. Bir Man-eater ın biyografisi de diyebiliriz. Kendisi fevkalade bir klasik olmakla beraber, Idefix'te yer alan şu meşhur ölmeden önce okunması gereken 1001 kitaptan biri, ayrıca zamanının Best Seller'ı. Tabi o zamanlar için oldukça açık saçık bulunup eleştirilmesi de cabası!

Nana, bir tiyatroda sahneye çıkması ile beraber yükselişe geçen kibar bir fahişenin adıdır. Kibar fahişe diyorum canım, anlayın işte, zengin, kaymak tabakadan erkeklerin parasını yiyen, faydacı bir kadın. Aslında, Nana'ya kötü kadın damgası vurmak da doğru değil, öyle garip bir kadın ki, kötü desen değil, iyi desen alakası yok. Nana, düşüncesiz, bencil, yalnızca kendine yaşayan, hayatına giren erkekleri mahveden bir kadın. Ama kurnaz değil, bilerek kötülük yapıyor değil, hırsızlık, katillik yapıyor değil, kimseyi dolandırıyor değil... Hatta onu günahlarından dolayı mahkemeye çıkarsanız, kanunlar onu suçlu bulamaz!

 O sadece ahlak- iyilik- doğruluk gibi kavramlar yokmuş gibi yaşıyor.
İşte bu bakımdan, Nana orospudur esasında. Çünkü o cidden insanların mahvını umursamaz. Onun için iyi ve güzel olan şeyler devam ettiği müddetçe, kimin ne acı çektiği, onun yüzünden olup olmadığını sorgulamaz. Beyinsiz, kocaman bir bebek gibi, güzelliğini kullanarak yaşamını sürdürür. İşte bu yüzden çürümüştür içi Nana'nın. yoksa fahişeliğinden değil...Zaten ahlak'ın tanımını kim yapabilir ki? Bana göre halka açık alanda sevişmek ahlaksızlık olabilir, bir başkasına göre ise başı açık gezmek. Karışık mevzular bunlar.

Yazar Nana'nın güzelliğini ve erkeklerin ondan nasıl etkilenip, ona köpek olduklarını - ki mecazen demiyorum, cidden köpek olan var- saygın, soylu insanların şehvet için ne denli alçalabildiklerini bolca anlatmış ve zamanında oldukça sükse yaratmış, ancak bugünün dünyasında, kim kiminle nerde basıldı, kimin seks kasedi internete düştü, herşey o denli ortada ki, insan etkilenemiyor!

Sanırım Emile Zola, günümüzde yaşasaydı, çağımız orospularından etkilenerek bir Nana ansiklopedisi yaratabilirdi. Hayat böyle işte..

21 Haziran 2010 Pazartesi

Sarı Köpek / Georges Simenon

Yıllaaar yıllar önce, Sait Faik'in çevirisiyle "Yaşamak Hırsı" adlı romanını okuyup mest olduğum Georges Simenon'dan ikinci kitabı okumak bu zamana kısmetmiş. Yaşamak Hırsı'ndaki suçlu, meşhur Kees Popinga, hala aklımdan çıkmayan derinlikte bir Simenon karakteridir. Bu derinlikten olsa gerek, Simenon'u kafamda oku-unut ucuz polisiye yazarı kategorisine koymamışım hiç. Simenon, anlı şanlı, gerilimin hakkını veren bir polisiye yazarı. Sarı Köpek de aynı dehanın bir ürünü.

Her şeyden önce bu bir Komiser Maigret romanı. Piposu ve kendine özgü yöntemleriyle polisiye dünyasının en nevi şahsına münhasır karakterlerinden biri olan Maigret, Sarı Köpek'te de yanına verilen toy müfettişe tek laf etmeden pek çok ders vermeyi başarıyor. Kendi halindeki fransız kasabasına korku salan cinayet girişimlerini adım adım çözüyor ve elbette hepimiz sağ beklerken sol vuruyor.

Polisiye merakım ortaokulda kaldı. Güncel polisiyeleri takip etmiyorum. Ama bu janrın babalarından biri olarak Simenon'u herkese tavsiye ederim. Polisiye klasiği diye bir kategori varsa oraya altın harflerle yazılası bir isim Simenon.

Merak edenler Simenon'un yazarlığı hakkında ilginç bir yazı için şuraya buyursun.
Müessesemizin ikramı :)

eser: Sarı Köpek
yazar: Georges Simenon
yayınevi: Metis Polisiye
çeviri: Şadan Karadeniz
sayfa sayısı: 120

18 Haziran 2010 Cuma

Melissa P. Vakası

Meröp birkaç zaman önce konuya değinmişti ama ben bu kitabı daha yeni okudum ve üzerine 2 çift laf etmeden geçmek istemedim. Artık popüler günleri geride kaldığı için D&R'dan 3 kuruşa alınabiliyor Yatmadan önce 100 fırça Darbesi. 2 günde de okunuyor ve ister inanın ister inanmayın az önce bahsettiğim Richard Bach'tan kat be kat daha edebi. Bir kere çok akıcı. Kızın yazmaya doğal bir yeteneği olduğu ortada. Gereksiz tasvirlere girmiyor, hatta gerekli olduğu zaman bile o kadar az giriyor ki kitap böylece porno kategorisinden diskalifiye oluyor. Neden yayınlandığında o kadar olay yaratmış, anlamadım. Aynı kitabı yazan bir erkek olsa esamesi okunmazdı. Erkeklerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan bir kadın, sadece bir erkeğin hayalgücünde meşru kabul ediliyor sanırım. Hele de kızımızın yaşı küçükse o ancak bir fantezi nesnesi olabilir. Heyhat a dostlar, devir değişti. Artık el kadar kızlar çatır çatır yazıyor ne hayal ettiyse / yaşadıysa.

Bence Melissa P. kanı kaynayan milyonlarca ergenden biri sadece. Hormonlar fazla, aile ilgisi ve iletişimi de az olunca, kişilik ve özdeğer sorunlarıyla cebelleşen Melissa kızımız kendini sekse veriyor. İmkanı olan herkesin yaptığını yapıyor aslında, sadece daha cesur davranıyor, epey daha ileri gidiyor kendi sınırlarında. Ayrıca sırf grup seks yapıyor diye ruh hastası, seks kölesi mi diyelim yani kızcağıza? Kocasının / erkek arkadaşının gönlü olsun diye istemediği birçok şeyi yapmaya razı olan kadınlar Melissa'dan daha mı ahlaklı? Üstelik kızın bu işlerin ucunda adamlardan en ufak bir çıkarı / beklentisi de yok. Ne yüzük peşinde, ne elbise, ne para-pul. Bağımsız bir insan. O bakımdan nice namus kumkuması kadından çok daha tutarlı ve ahlaklı buldum Melissa'yı. Sağa sola epey bi çarptı, kanadı, ama yıkılmadı, kimseyi kandırmadı, herkese dersini verdi gitti. Helal olsun.

Eser: Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi
Yazar: Melissa P.
Yayınevi: Okuyanus




Güvenlikten Kaçış: Biip Biip Biip!

Ehehe öyle bi kaçış değil, rahat olun. Zaten kaçan Richard Bach olunca en asil duygularla kaçıyor elbette. Bir martı gibi!

Olay şu: Richard Bach abi, küçük self'ine bir söz vermiş, yaşamı boyunca öğrendiklerini bir gün ona anlatacakmış. Kitap o önemli anın gelip çatmasıyla başlıyor, minik RB büyük RB'nin karşısında bitiveriyor, anlat bakalım babalık diyor bi nevi. Çanak çömlek patlıyor, apışıp kalan büyük RB başlıyor anlatmaya... Kitap yanımda olmadığından altını çizdiğim birkaç çarpıcı yeri şu anda buraya yazamıyorum. En kısa zamanda inşallah.

Bu kitaba dek sadece Martı adlı eserinden bildiğim bu abimiz, ruhaniyet basamaklarını ikişer üçer çıkmış, tekamüle ermiş bir insan. Böyle hafiften alaycı bir tonda yazıyorum ama sanmayın ki söylediklerinde doğruluk payı bulmuyorum. Güvenlikten Kaçış'ta da bir çok kayda değer tespit ve yönlendirme vardı. Kitabı bana hediye eden Meröp'çüğüme burdan kucak dolusu sevgiler!

Asıl olay şu: Transandantal okumalarım çok arttı ama allaha şükür ayaklarım hala yere basıyor, edebiyatla maneviyatın arasındaki farkları görebiliyorum: Bu tip eserlerdeki genel sorun, roman sanatının, abdala malum olan birtakım gerçeklerin biz henüz aymamış kitlelere aktarılması için kullanılmasında. Yani Güvenlikten Kaçış olsun, Martı olsun, bunlar edebiyatsa, pardon da, Suç ve Ceza ne o zaman? Güvenlikten Kaçış'a yakından baktığımız vakit ortada bi kurgu yok, gerilim yok, karakter derinliği yok, sadece ve ille de mesaj kaygısı... Hani Martı'dan ben de vakti zamanında etkilenmiştim ama 13 yaşındaydım. 30 yaşımda hala best of'um Martı olacaksa atsınlar zaten beni bu blog'dan.

Eserimiz: Güvenlikten Kaçış
Yazarımız: Richard Bach
Yayınevimiz: Epsilon Yayınevi

PS: Satış dışıymış bu arada, iyi mi! İsteyene bendeki kopyayı gönderebilirim.


Bir Erkeğin Gizli Defteri - Ölümüne Sadakat!

Aynı isimli bir filmi de olan Ölümüne Sadakat, orjinal adı ile "High Fidelity"  No.1 Best Seller bir Nick Hornby kitabı. Fakat ben sevdim mi? Ne yalan söyleyeyim, çok da değil.

Durun elime maşamı alayım da açayım bayramlık ağzımı... Şaka canım, o kadar da değil. Herşeyden önce bu bir erkek kitabı. bunu her sayfada hissediyorsunuz. Kadınların ayrıntıları, erkeklerin takıntıları, iki tarafın beklentilerinin uyuşmamasından kaynaklanan sorunlar.. ilişkinin havlu atıp mola istemesi.. zaten yüzlerce edebiyat, tiyatro, sinema  vs. eserinde irdelenmiş kavramlar değil mi? Evet. Ama Nick Hornby, şöyle bir güzellik yapmış, bütün bu konuları almış, bir kaset kiralama/satma dükkanının etrafında toplamış ve müziğe sarmış.

Kitapta geçen Simply Red, Beatles, Aretha Franklin, Prince, Phil Collins ve daha adını anımsamadıgım pek çok müzik grubunun/şarkıcının hayranı iseniz,  mest olmamanız işten değil. Benim bu saydığım dört-beş isim, dökülüp deşilen müzik insanlarının sadece bildigim kısmı, adını hayatımda duymadıgım, hatta grup mu? kişi mi? bunu dahi bilmedigim dünyanın sanatçısından bahsedilmiş.

Yani sözün özü, özellikle 80-90ların pop müzik manyağı biriyseniz, bu kitap sizin için bir sanatçılar resmi geçidi/kırmızı halı  olabilir. Kahramanımızın bayıldıgı şarkılara, "bu duruma şu şarkı uygun" kanılarına, ya da "bu cd koleksiyonu iğrenç, çöğlüge atılıp yok edilmeli" yargılarına eğlenerek dahil olabilirsiniz. Ben maalesef olamadım.. Bedbahtım!

Kitap çok güzel başlıyor. Terk edilmiş erkeğimiz, sevgilisinin ardından, "acımadı ki!" der misali, ondan daha çok aşık olduğu hatunları anlatmaya başlıyor. İlerleyen sayfalarda, o hatunlara ulaşmaya da çabalıyor. Tabi erkeğimizin gözünden dinlediğimiz için, terkeden sevgiliye, "alçak karı" diyoruz, ancak sonra kazın ayakları çıkıp bizi tokatlıyor!

Şimdi bu kitaba ne denir ki? Filmini izlemedim ama izleyenler çok güzel oldugunu söylüyorlar. eminim öyledir, tam romantik komedi de demeyeyim ama, elinizde film olsa süper olur denecek bir hikaye tuttuğunuzu hissederek okuyorsunuz. Bir erkeğin duyguları dökülüyor ortalığa sürekli. Kendine güvensizliği, anlamsız takıntıları, kadınlar tarafından kandırılmış hissetmesi, sevmediği adamlardan "osbirci" diye bahsedişi.. egosu, ezikliği, günahı sevabı ile bir erkek kitabı işte! Tam da olması gerektiği gibi belki de..

16 Haziran 2010 Çarşamba

The Graveyard Book | Neil Gaiman

yine çocuk kitabı olup olmadığı tartışılır bir kitapla karşınızdayım sayın okuyucular!

Neil Gaiman 'ı zaten Stardust yani Yıldız Tozu'ndan tanıyoruz. Bakınız yazısı burada!

Yıldız tozundan daha az masalsı olsa da, yavaş yavaş artan temposu ile The Graveyard Book sonuna kadar sürükleyen bir kitap.Kitabın türkçe basımı var mı bilmiyorum ancak ben Remzi kitabevinden orjinalini aldım.

Konusu kısaca şöyle: Tüm kitap boyunca  "The man Jack" diye tanıyacağımız bir katil, Nobody "bod" Owens isimli yavrucagın ailesini katleder. Ancak küçük bir bebek olan Bod şans eseri kurtulur ve farkında bile olmadan mezarlıga sıgınır. Mezarlıkta hayaletler vardır ve bebege adını verip (nobody) onu sahiplenirler..Onu dış dünyanın tehlikelerinden koruyarak büyütürler .. Gizemli Koruyucu Silas, tuhaf Miss Lupescu, şefkatli hayalet ana baba Owenslar, cadılar, ghoul'larla büyüyen Bod dünyadan habersizdir..Ancak Jack -ve belki de başkaları- bod'u unutmuş mudur?

İşte bütün bunları, bir çocuk kitabı olmak için fazla korkunç, bir yetişkin kitabı olmak içinse fazla masalsı olan, yer yer Harry Potter'a benzetmekten kendinizi alamayacagınız mezarlık kitabında okuyacaksınız.

Zaten ne varsa ingiliz yazarlarda var değil mi canım!

15 Haziran 2010 Salı

Kadınlardan nefret eden adam


The girl with the Dragon tattoo veya Ejderha dövmeli kız, Stieg Larsson un ölmeden öne bitirebildiği Millenium üçlemesinin ilk kitabı.Kitabın orjinal adı "kadınlardan nefret eden adam" olduğu halde amerikada ve bizde ismi değiştirilerek basılmış!

Yazının hemen başında merak edenler için söylemeliyim ki kitap tamamen bir polisiye, eskiden işlenmiş bir cinayetin izini sürmekle geçiyor...Millenium serisinin diğer kitaplarını henüz okumadım ancak her kitabın hikayesinin birbirinden farklı olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bu kitap bir "vaka" yı ele alıp sonuna kadar gerim gerim gerdikten sonra çözüyor.-bir sonraki kitap ateşle oynayan kız'da neler olacak şimdiden merak ediyorum-

Sezarın hakkını sezara vermek lazım.. kitap polisiye tutkunlarına ilaç gibi gelecek nitelikte. Ancak kitabın başında ve arkasındaki uluslararası övgüler bence biraz abartmış. Beklentiyi inanılmaz yükseltiyorlar öyle ki "polisiyenin yeni bir türünü icat etmiş herhalde yazar.." diye düşünüyor insan. ancak CSI, cold case gibi dizilerde veya Seven, bone collector gibi filmlerde izlediklerimize çok benzer, klasik bir kurgusu var hikayenin. daha fazla ipucu vermeyeyim keyifle okuyun.Yazının devamında biraz detaya girecegim o yüzden sıfır done ile okumak isteyenleri(ben öyle yaptım) burada yolculayalım.

Kitabın ana kadın kahramanı Lisbeth Salander aka ejderha dövmeli kız.. dövmeli, piercingli, yalnız, asosyal,  biseksuel ve sorunlu bir genç kız. çok zeki, hackerlık gibi meziyetleri var. ufak tefek ama manen çok güçlü. geçmişinin gizemlerle dolu olduğunu hissediyorsunuz.. Erkek kahraman ise Mikael B...Millenium dergisinin yazı işleri müdürü, dolandırıcı olduğuna inandıgı bir iş adamı ile başı derde girmiş dürüst, ilkeli bir gazeteci. İşte bu ikilinin yolları seneler önce ortadan kaybolan Harriet Vanger in akıbetini ararken kesişir...

Kitap cidden çok sürükleyici. Yazar bazı yerlerde ilginç bir şekilde yapılan her hareketi tek tek tarif ederek adeta journal tutmuş gibi aktarıyor. Bu benim çok hoşuma gitti kimbilir belki iskandinav algısıdır bu da :)

Kıssadan hisse; Ejderha dövmeli kız polisiye tutkunlarının okuması gereken bir kitap. Bir de isveç  polisiyesi okumuş olun canım, ne var? Kitabı okumaya kasamam diyenler için bir de filmi var.Filmi uzun ama kitabı güzel uyarlamışlar, fazla değiştirmeden...

bir de benim için şöyle bir ilginçlik oldu, Mikail kitapta sürekli Mcdermod un "deniz kızları şarkı söylüyor" isimli polisiyesini okuyor.. tesadüfe bakın ki bu da benim bir sonraki kitabımdı! şu an ona başladım... hoş bir tesadüf oldu hayırlara vesile olsun!bu kadar polisiye bünyeye kötü gelmez umarım :)

son bir not. kitaptaki her bölümün başında isveçli kadınların şu kadarı dayak yer bu kadarı tacize uğrar gibi bilgiler verilmiş, onlar doğruysa çok fena. halimize şükredelim! çok yüksek oranlar çok!

9 Haziran 2010 Çarşamba

İyi ki Lale Devri Çocuğu Değiliz!



1700'lerin Osmanlısı... Lale Devrinin tam ortası. Damat İbrahim Paşa'nın padişah 3. Ahmetten daha aktif olduğu, İstanbul'un, Saray'ın, zevke, eğlenceye eğildiği herkes tarafından biliniyor. Başta yeniçeriler olmak üzere devletin çeşitli kademeleri, fokur fokur kaynamakta...İstanbul kabuk değiştirmeye hazırlanan bir yılan gibi kıvrak. Bir yanda ise Laleler.. Sessiz, rengarenk, kimi zaman bir kadına çeyiz, kimi zaman bir hünkara hediye olan, mücevher muamelesi gören, devrin alameti farikası çiçekler. 

Katre-i Matem, Devrin sessiz tanıgı Lalelerin şahitliğinde su gibi akan, bir çırpıda biten heyecanlı bir masal..

Okuduysanız aklınıza hemen,  puslu kıtalar atlası gelebilir. Nasıl gelmesin? Dönemin İstanbulunu, sokakların cümbüşünü, insanların çeşitliliğini, yönetimin farkını dinlemeye başlayınca ister istemez çağrıştırıyor. Ancak iki kitabın dili, uslübu çok çok farklı. Kıyas edilmemeli bence..

İskender Pala, masal anlatırcasına yazmış herşeyi. Ancak işin içinde doğa üstü olaylar yok, sadece dönemin keskin gerçekleri var. Özellikle Devlet için, Padişah için, Taht için yapılan fedakarlıklar, her zaman oldugu gibi insanı etkilemeyi başarıyor. 

Okunası bir kitap Katre-i Matem...Kitabın ana teması "aşk" olsa da, ben Osmanlı Döneminin öğelerinin daha çok etkisinde kaldım diyebilirim. Keşke, daha çok kitap yazılsa bu şekilde, geçmişimizi tanımamıza yardımcı oluyor. Örneğin ben ne o devrin sadrazamını, ne padişahını, ne de o devirde  meydana gelen isyanları vs. hatırlamıyordum, yani genel kültür bakımından da kardayım :)

Kitapta bölüm sonlarında "aşk" temalı minik pasajlar var, okuması oldukça keyifli. Her ne kadar anlatılan aşklar, insanları yataklara düşüren, dilsiz eden kara sevdaları sembolize etse de, eminim ki hepimiz birilerine karşı hissettiğimiz  tutkuyu çağrışır bulacagız okurken...

Ayrıca, Lale'nin Hollandaya Osmanlı'dan kaçırılarak gittiği iddiası - dogru mu bilmiyorum- kitabın en can alıcı noktalarından biri...Tulip-Tulp isminin de türkçe kökenli bir kelimeden geldiği söylenmiş. daha fazla açıklamayayım, okuyun keyifle..

Kitabın sonu ile ilgili pek çok kişi, mutsuz olmuş sanırım, ama bence güzeldi. Sonuçta bu bir masal, kime ne oldugunun çok da önemi var mı? Varsın gökten üç elma düşmesin, size okuduklarınız kar kalsın.

On üzerinden puanım: 8




6 Haziran 2010 Pazar

Twitter




Rafların Arasından artık Twitter'da!
Bizi oradan da takip etmek için tıklayın efendim.


1 Haziran 2010 Salı

Tahran'ın Damları - Mahbod Seraji



Persepolis’i satın aldığım hafta çok sevdiğim bir arkadaşım da kendine Tahran’ın Damları’nı almıştı. İkimiz de İranlı yazarların aynı dönemleri anlatan kitaplarını almışız diye şaşırmıştık. Bir solukta okuduktan sonra hemen bana verdi sağolsun. Zaten öyle iştahla okuyordu ki daha elindeyken göz dikmiştim. 
Tahran’ın Damlarında başrolde Paşa, Ahmet ve Zari var. 1973 yılında İran çalkalanırken çocukluklarının son günlerini yaşayan yakın arkadaşlar, Tahrandaki evlerinin damlarında buluşup hayata ve aşka dair derin mevzulardan konuşuyorlar. Bazen sıcak gecelerde, aynı Türkiye'de Güneydoğu'da yaşayanların yaptığı  gibi damlarda uyuyorlar, kitabın ismi de buradan geliyor.
Tahran’ın Damlarında, Şah rejimine ve İran’da o dönemde yaşananlara dair bir fikir sahibi olurken alıştığımızın çok dışında bir aşk hikayesine de tanık oluyoruz.  Hani insanın tüylerini diken diken eden, kadere isyan ettiren türden.
Ne zaman ne olacağını kestiremeden hayret ve merak içinde, elimden kitabı bırakmaya fırsatım olmadan bitirdim diyebilirim.
Özellikle son sayfalardaki heyecandan kalbimin güm güm atışını net hatırlıyorum. 
Bin Muhteşem Güneş’i okumuş ve beğenmiş olan okurların, bu kitabı da beğeneceklerini düşünüyorum. Mutlaka okumalarını tavsiye ederim. 
Bitirdikten sonra yazarımız Mahbod Seraji’nin başka kitabı var mı, hemen onu da alıp okuyum diye baktım ama yokmuş maalesef.
Keyifli okumalar 

Gotik edebiyatın Shakespreare'i mi, Şarlo'su mu?

Castle of Otranto, türkçeye çevrilmiş ismi ile Otranto Şatosu, gotik edebiyatın ilk eseri kabul ediliyor(muş). Yazarı Horace Walpole , ise İngiliz, hem bir tarihçi hem de politikacı...

İncecik bir kitap, "gotik"liği korkunç ve grotesk değil. Kitapta hayaletler, gizemli olaylar, bol bol Damsel in  distress ile soslanarak sunulmuş. Yer yer korkutma amacı ile yazıldığını hissettiğiniz paragrafların, anlamsız geldiği olacaktır, bu yüzden yazar Sheakspeare midir, Şarlo mudur, karar veremedim ben!

Light bir Shakespeare okuyormuş gibi hissettim. Öykü bir tiyatro oyununa çok benziyor zaten, Oyuncuları kitaptaki diyalogları ağdalı ağdalı okurken hayal etmek zor olmadı..

"gotik edebiyatın ilk eseri" sunumu ile satılan bir eserden daha çok şey beklerdim. Ben beklediğim tadı alamadım diyeyim, belki de bu öyküden sonra yazılan onlarca, yüzlerce -ve çogu daha başarılı-benzerine aşina olmak bunu iyi niyetli bir çaba olarak  görmeme sebep oldu, kim bilir.

Olaylar orta çağda, Otranto Kalesinde geçiyor. Gökten düşen bir miğferle başlıyor herşey, sonrası bir diyaloglar ve olaylar silsilesi. Çok kısa bir zaman diliminde geçiyor zaten herşey. karakterlerin konuşma biçimleri, şairanelikleri, iyi niyetlilerin epey saftirik, kötülerin ise pek bir bet ve sinsi olması ile, atmosferi hayalimdeki ortaçağ tablosuna yakın olsa da, okurken yer yer sıkılmadım diyemem!

Tavsiye edebileceğim bir kitap değil aslında, ama yine de, günümüz korku/gotik akımların tomurcuğu, tohumu nasılmış merak ediyorsanız, 1-2 saatlik vaktinizi alacak bir kitaptır.. bir lovecraft, poe bulmayı beklemeden okuyun derim..

on üzerinden puanım: 5
Related Posts with Thumbnails