6 Şubat 2024 Salı

E-Kitap: Kitabın Ruhunu mu Öldürüyor, Yeni Bir Dünyanın Kapılarını mı Açıyor?

 E-kitap teknolojisi, yeni bir teknoloji değil, 2000'li yılların başlarından beri aslında birçok kitabın PDF formatına dönüştürülmüş hali internetin engin derinliklerinde geziniyor, çoğu meraklı ve araştırmacı okurlar henüz dilimize çevrilmemiş kitapların orijinal dillerindeki hallerinin PDF hallerine ulaşıp bunları okuyabiliyordu. 

    Ben de e-kitap teknolojisine hiç önyargılı yaklaşmamış olanlardanım. İlk kişisel bilgisayarımla, dünyadaki birçok müzik grubunun birçok albümünü dinleyebileceğimi, birçok filmi izleyebileceğimi fark etmemle birlikte e-kitap mevzuuna nasıl ulaşılabileceğini de öğrenenlerdenim. Yıllardır, masaüstü bilgisayar ekranından da, dizüstü bilgisayar ekranından da, tabletten de, telefondan da e-kitap okumuşluğum olmuştu. Ancak benim dünyam, e-kitap okuyucu edindikten sonra epey değişti. 

    Ne zaman e-kitabın normal kitapların yerini tutmayacağına, ruhsuz olduğuna, kitap sayfalarını çevirmenin tadını vermediğine, aman efendim o eski kitapların kokusunu taşımadığına dair bir tartışmaya şahit olsam, e-kitap okuyucum olduğundan beridir güler geçerim. Gerçekten ergonomik, iyi, kaliteli bir e-kitap okuyucu ile hayatım aşırı kolaylaştı ve kitap okuma alışkanlıklarım boyut değiştirdi çünkü. 

    Yan yatarak kitap okumak... Bu, pek çok okurun ana sorunlarından biridir. Kalın bir kitabı, kendi ceketinin dışına doğru kıvıramayız. Bu yüzden yatık durduğumuz yere paralel bakan yarısını yatağa, kanepeye dayar, diğer tarafını kaldırarak okuruz, sayfa değiştiğinde de yatış şeklimizi değiştirerek iki elimizi kullanırız. Değil mi? Ya da sırtımızın üzerine yatarak iki elimizle kitabımızı havaya kaldırırız. Ya da kitabı yattığımız yere açar, yüz üstü durarak kitabın üzerine eğiliriz, belki dirseklerimizden kıvırdığımız kollarımızla çenemizin altına dayadığımız ellerimizi taşıyan bileklerimiz ağrır, boynumuz ve başımız bile ağrır, hiç de hoş olmaz. Tam rahat edeceğimiz bir pozisyon bulsak, sayfa çevirmek gerekir, her şeye yeni baştan başlarız. Bitmek bilmeyen dertler... E-kitap okuyucuyu yan yatarken elimde tüy gibi tutup bir dokunuşla da sayfa çevirebildiğimi keşfedince sevinçten tepinmiştim. 

    Tabletten de, bilgisayardan da, telefondan da e-kitap okumuşluğum vardı, hem de az da değil, Haruki Murakami'nin 1Q84'ünü yoğun mesaiyle çalışıyorken sadece işyerime götürdüğüm getirdiğim tabletten yollarda, yemek aralarında okuyarak bitirmiştim mesela. Tablette hangi e-kitap okuma uygulamasını indirirsem indireyim, ışık ayarlarını nasıl ayarlarsam ayarlayayım, uzun süre okuduktan sonra verdiği rahatsızlığı engelleyememiştim. E-kitap okuyucumun gözlerimi hiç yormadığını, renklerin, ekranın, harflerin ne kadar mat olduğunu gördüğümde de çok mutluydum, gösterdiğim herkesin de ilk yorumu bu oluyor: "Ekran gibi değil, gerçekten kitap sayfası gibi..."

    Loş ışıkta oturmaya bayılırım, uyumadan önce kitap okumaya da. Loş ışıkta düzgün kitap okuyabilmek için tam olarak arkamdan gelip sadece elimdeki kitabı aydınlatacak şekilde lambaderler yerleştirdiğim iki oda var, özel olarak bunun için dekore edilmiş. Uyumadan önce kitap okurken kullanırım diye aldığım birçok baş ucu lambası da... Ama uyumadan önce kitap okurken tam o dalma anına yakın hissederken kitabın arasına ayraç koyma, lambayı kapatma, kitabı komodine bırakma işlemlerini hiç sevmem. Loş ışıkta otururken tepemde ışık olmasını da sevmem. Ve yine e-kitap okuyucunun aydınlattığı yeni ufuklar... Uyumadan önce kitap okurken bazen elimde e-kitap ile uyuyakalıyorum, sayfası kayboldu, ışık açık kaldı derdim kalmadı. E-kitap okuyacaksam, artık gerçekten sadece köşe lambası ya da mum ışığı ile de oturabiliyorum. Sözde loş ışıkta oturup tam da tepemde aydınlık bir lamba yakmaya da gerek kalmadı.

    Aklıma gelen, istediğim çoğu kitabı, kitapçıya gitme, satın alma, kargo bekleme derdi olmadan da okuyabiliyorum. Bununla ilgili, yeteri kadar internet okuryazarlığınız, iyi bir arşivciliğiniz ve araştırmacılığınız varsa, birçok kaynak site bulabilirsiniz çünkü. 

    Ben gittiğim hemen hemen her yere yanımda kitapla giderim. İşim gereği çok beklediğim zamanlar oluyor sağda solda. Devlet dairelerinde bekliyorum, kendi yazıhanemde bekliyorum, dolmuş bekliyorum, otobüs bekliyorum, bazen hastanede bekliyorum... O yüzden yanımda hep bir kitap olur. Beklemem gereken bir şey olmayacaksa bile olur. Olur a, bir işim çıkar, bir yerde beklerim diye yedekte  durur. O an okuduğum kitabı bitirmeye yakınsam, yedek bir kitap bile taşırım. Çantamda çoğu zaman en az bir kitap, ajanda, cüzdan ve diğer ıvır zıvırlar olur, bazen çantamda çok daha fazla kırtasiye ürünü, dosya bile olur. Bu yüzden genellikle sırt çantası kullanırım, şık, minik çantalara sığamam. Ve inanın ki sırt çantasında bile kitaplarım yüzünden yeterli ergonomik rahatlığı bulamam. E-kitap okuyucuya dek bu hep böyleydi. Ama e-kitap okuyucunun küçücük çantalara bile sığdığını, yanımda en az yirmi - otuz kitapla bile gezebildiğimi keşfettim ve şimdi bu konuyla ilgili tek derdim, gece uyumadan önce e-kitap okumuşsam, sabah evden çıkmadan önce onu çantaya koymayı unutmamak oluyor. 

    İnanılmaz bir rahatlık, kolaylık, insanın okuma kalitesini artıran, okuma alışkanlıklarını değiştirebilen bu alet için, "Ben kitabı açıp kokusunu içime çekmeyi seviyorum..." diyerek bu aleti küçümsemeye yönelenleri hiç anlamıyorum bu yüzden. Ayrıca, e-kitap okumaya başlayınca bir daha asla normal kitap okumayacağız diye and içmiyoruz hiçbirimiz inanır mısınız? 

    Sizin e-kitap ile ilgili düşünceleriniz neler bilmiyorum ama ben, e-kitabın hayatıma kattıklarından epey memnunum. Çok rahat ettim, çok daha fazla kitap okuyabiliyorum. Ön yargısız, kalıpların dışında düşünebilen okurlara da gönül rahatlığıyla Kindle önerebilirim. Şahsen kullandığım model Amazon Kindle Paperwhite 5, yaklaşık iki yıldır kullanıyorum sanırım. Çok bilinen internet geyiklerinden olan "Gerçek kitabın şarjı bitmiyor bir kere!" de bu model için komik duruyor, yaklaşık iki - üç ay boyunca hiç şarj etmeden yoğun kullanımla kullanabiliyorum ben kendi Kindle'ımı. 

    Sonuç olarak, gerçek kitap kurtları, üzüm yemenin peşinde olurlar, bağcıyı dövmenin değil. Kitabı nasıl okuduğumuz, bir gusto meselesi, ondan da ayrı bir zevk almak elbet çok normal. Ama önemli olan kitabı nasıl okuduğumuz, kaç kitap okuduğumuz, okuduğumuz kitapları başkalarının görüp görmemesi değil, hangi kitabı okuduğumuz, okuduğumuz kitabı beğenip beğenmediğimiz ve hangi kitapları sevdiğimiz...

16 Aralık 2023 Cumartesi

Bütün Kozmokomik Öyküler

 



    Italo Calvino'nun Bütün Kozmokomik Öyküler'i, kozmosa, yaratılışa, biyolojiye, coğrafyaya, magma tabakasına, uzaya, Ay'a ve hiçliğe dair küçük öykülerden oluşan bir derleme. Henüz evren, evren bile değilken, o zamanlardan beri bilinç sahibi olan kişiler/şeyler olsaydı, onların gözünden dünyanın şekillenmesi, evrim, insanlık nasıl gözükürdü, Dünya henüz kaynayan bir topken bu bilinçler nelerle uğraşır, kendi aralarında nelerden bahsederdi, buna dair deneysel, çok güzel öyküler bulunmakta kitapta. Bilim kurgu değil, daha çok biyoloji kurgu olarak görüyormuş Calvino kendisi bu öykülerin türünü, kitabın sonunda, öykülerin yazımına dair kronolojik bir çalışma da var, orada kendisi böyle nitelendirmiş bu tür öyküleri ne kadar sevdiğinden bahsederken.

    Çok kolay akıp giden, eğlenceli ya da bilim kurgu türünde sürükleyici öyküler okuyacağınızı beklemeden başlamanız gerekir kitaba. Italo Calvino'yu göstergebilime dair çok nadide örnekler sunan bir yazar olarak düşünebiliriz, kitapta en önemli örneğini uzayda henüz hiçbir şey yokken kendine uzayda herhangi bir yere rastgele bir işaret koymak isteyen karakterin hikayesinde görüyoruz. "Şey"leri, "şey" olarak değerlendirmenin felsefi tartışması, kitapta sürekli öykülerle işleniyor aslında. Henüz varolmamış olguları, henüz yeni doğmuş bir evreni başından beri gözlemleme imkanımız olsaydı, bunlara karşı nasıl tepkiler geliştirirdik, evren olmadan da yaşamı sadece düşünsel aşamada devam ettirebilir miydik, bunun gibi sorgulamalar eşliğinde ilerleyen kısa, güzel öyküler, Calvino'nun yerine göre şakacı, yerine göre derin diliyle ve tertemiz bir çeviri ile bizimle buluşuyor.

    Calvino külliyatına dair önemli bir eser. Qwfwq ve diğer okunamayan karakter isimleriyle bence epeyce eğlenceli de...

12 Kasım 2021 Cuma

Kitap Düşkünlerinin İlgisini Çeken Bir Trend: Dark Academia Nedir?

     Selamlar, bugün bir kitap hakkında yazmak yerine hepimizin ilgisini çeken yeni bir akım hakkında yazmaya karar verdim: Dark ve Academia sözcüklerinin beraber kullanılan haline sosyal medya platformlarında mutlaka denk gelmişsinizdir, akıma Tiktok, Tumblr, Instagram ve benzerlerini kullanmayan en yabancı kişiler bile en azından Youtube'da ders çalışırken arkada tıngırdaması için bir çalma listesi ararken denk geldiklerini belirtiyorlar, belli ki Dark Academia'dan kaçış yok, öyleyse bir kitapseverler platformu olan Rafların Arasından'da da Dark Academia'yı mercek altına yatıralım.


    Dark Academia, estetizmin sosyal medyada türeyen alt kültürlerinden biri, bir internet kültürü, akımı. Genel olarak bir tanım yapacak olursak; size kendinizi bir akademi ortamında hissettiren, hafif karanlık, gizemli, ürperti verici, çoklukla da yüksek kültür ögelerini içeren ortamlar, objeler, ürünler, eserler bu akıma dahil diyebiliriz. Kimileri bir yaşam biçimi olarak da tanımlayabilir, genellikle estetik bir kavram olarak kullanılır. Bol bol kitap barındıran evler, odalar, raflar (ki tam da bu yüzden bu blogda yer almasını istediğim bir kavramdı) ve loş ışık alan kütüphaneler, salonlar, minimalizm akımına nanik yapan maksimalist dekorasyonlar, çerçeveler, tablolar, mumlar, şamdanlar, defterler, yerküreler, gözlükler ve niceleri sizi dark academia kavramına götürecek biletler olarak kabul edilebilir. Ancak dark academia'yı sadece estetik anlamıyla değil de yaşam biçimi olarak kabul edenler, sadece dekoratif unsurlarla yetinmeyerek dark academia'nın tanımına şunları da ekler: müze ve sergi gezileri, klasik müzik konserleri, opera gösterimleri, siyah beyaz filmler, sonbaharda tüvit ceketlerle dökülen yaprakların doldurduğu yollarda felsefi sohbetler ederek yürümek, üniversite öğrenciliği ya da akademisyenlik, ders çalışmak, mektup yazmak, öykü ya da roman yazmak, el yazısı ile not tutmak, bol kahve eşliğinde gece geç saatlere dek ders çalışmak ya da kitap okumak, şiir yazmak, salaş giyim tarzını reddederek her daim jilet gibi giyinmek, uzun ve bakımlı saçlar, Fransız bereleri, dünya klasikleri, sonu gelmez bir bilgi ve öğrenme arayışında olmak, felsefe, tarih, edebiyat hakkında her kaynağa duyulan açlık... Tüm bunların sizde de var olduğunu düşündüyseniz ve şu görseller de size hitap ediyorsa siz de Dark Academia kulübüne hoşgeldiniz:







(Görsellerin tümü https://twitter.com/AcademiaDreams bağlantısındaki Twitter hesabından alınmıştır.)


    Görseller eğer bir yerlerden size tanıdık gelir gibi olduysa, sizlere Dark Academia akımına dahil sayılan televizyon şovları ve sinema filmlerini de sayalım, çoğunda bu görsellerdeki aura mevcut: Suspiria, The Shining, Dead Poets Society, Scent of a Woman, Good Will Hunting, The Talented Mr. Ripley, The Dreamers, Only Lovers Left Alive, The Theory of Everything, The Danish Girl, Tolkien, Knives Out, Shirley, Freud, Hannibal, Mindhunter, The Magicians, Penny Dreadful, Sherlock, The Queen's Gambit, The Umbrella Academy, The Chilling Adventures of Sabrina, Harry Potter...

    Dizi ve filmlerden de kafamızda akımın içeriği biraz daha oturmuş olmalı: genellikle üniversite kampüslerinde geçen, bilgi ve öğrenme peşinde olan karakterlerin bulunduğu, birtakım gelişmeler karşısında zorluklara yenik düşmek yerine saçlarını ağartarak çalışmaya devam eden, disiplinli hareket eden kişilerin hikayelerini anlatan eserler Dark Academia akımına dahil olduğuna göre akımdan öğrenmemiz, ilham almamız gereken en önemli şey de budur. Sadece dekorasyon ve estetik hoşluğu değil de hayatın sürekli bir eğitim, gelişim fırsatı olduğu, güçlükler karşısında yılmayıp kendimizi geliştirebileceğimiz kaynaklara erişmek uğruna uykusuz kalınsa bile bundan memnun olmayı tercih edebileceğimiz, çalışmanın, disiplinin getirilerinin farkında olmamız gerektiği gibi unsurları alıp hayatımıza uygulayabiliriz. Çünkü Dark Academia, sadece kaşe montlar giyip uzun, bakımlı saçlarımızı savurarak kahverengi tonlarda Instagram pozları vermek değil, felsefe, edebiyat, tarih gibi bilimlerde ve sanatlarda birkaç söz söyleyebilecek kadar fikir sahibi olmak, hayatını ileri taşıyabilmek için çalışmaya gönül vermek de aynı zamanda. Yine içeriğindeki "dark" sözcüğü de, biraz daha karanlık, gizemli, ürkünç şeylerden zevk alanları kendine çağırmakta, belki daha önceden gotik şeylere ilgi duyan gençlerin yerini artık günümüzde dark academia akımı doldurmaktadır diyebiliriz, benim gençliğimde Tim Burton filmleri, senfonik metal grupları, dantelli ve siyah giysiler altına giyilen postallar, örümcek ağı desenleri, mum ışığı, piyano, çello, elektro gitar ve davul ağırlıklı müzikler ve nota işaretleri mevcuttu dark academia'nın yerinde, belki bizim gençliğimizden sonra devamı gelmeyen bu akımın yerine tüm bu akademi ortamlarında geçen film ve diziler, senfonik metal grupları yerine indie folk grupları, dantelli ve siyah giysiler yerine kahverengi tüvit ceketler, postallar yerine Oxford ayakkabılar, örümcek ağı desenleri yerine cameo biçimli kolyeler, ağır çerçeveleriyle gelip oturmuşlardır, ne güzel, ne mutlu onlara! Hafif karanlıktan kimseye zarar gelmez!

    Peki bu kadar Dark Academia'dan bahsettik, eh bu yazı da en nihayetinde bir kitap blogunda yayınlanıyor, acaba Dark Academia akımına edebiyatın kendisi zaten en ortasından giriyor, klasik romanlar da dahil edilebiliyor fakat başkaca ne gibi romanları dahil edebiliriz?

    Akımın başlangıcını çoğu kaynak Donna Tartt'ın Gizli Tarih romanı olarak görüyor, romanı ben okumadım ancak hem üniversite ortamında geçmesiyle, hem karanlık ve gizemli yönlerinin de mevcut olmasıyla akımı tümüyle karşılayan bir roman sayılıyor. Yine Harry Potter serisi de sinemada da, edebiyatta da akımın en önemli örneği sayılıyor, kendini bilgiye, öğrenmeye adayan Hermione, sürekli karanlık olaylara maruz kalan Harry, yatılı okul ortamı, dersler, sınavlar... Klasik romanlar kadar dark academia, şiirleri de önemsiyor, özellikle Rimbaud, Poe, Rilke gibi isimlerin dark academia aura'sını yansıttığı kabul edilip bu isimler yüceltiliyor.

    Dark Academia, en azından bilgi ve öğrenmeyi yüceltip romantize ederek gençler arasında yayıldığı için oldukça kabul gören ve övülen bir akım haline gelmiş, belki de internette gençler arasında yayılan en yararlı akım desek yanlış olmaz. Ancak akıma getirilen en büyük eleştiriler, akımın seçkinciliği yücelttiği, elitist ve dışlayıcı bir tavrı olduğu yönünde çoğalıyor. Eğildiği bilim ve sanat alanlarının bile sınırlı olması, kimi öğrencilerin "Ben de dark academia paylaşımları yapmak istiyorum ama mühendislik okuyorum, edebiyat, felsefe gibi bir bölümde değilim, bu yüzden notlarımı estetik fotoğraflar çekerek paylaşamıyorum," sızlanmalarına bile konu oluyormuş. Akımın giyim tarzı ve estetik algısının daha çok zenginlerin çocuklarına yönelik olduğu konuşulsa da ben buna katılmıyorum, en ucuz dekorasyon ürünleriyle de akımdan ilham alarak çalışma odanızı düzenleyebilir, satın alacağınız giyim parçalarını salaş olanlar yerine biraz daha şık, akademik tarzda olanlardan seçebilirsiniz, bu o kadar önemli bir konu değil, dediğimiz gibi, akımdan alacağımız en büyük ilham, hayatın kendisinin bir öğrenme süreci olduğu ve okumanın, öğrenmenin yakınılacak değil, zevk alınacak bir şey olduğu. 

    Sevgiler.


19 Ekim 2020 Pazartesi

Neil Gaiman'la Valhalla'ya: İskandinav Mitolojisi

 



    Neil Gaiman, İskandinav Mitolojisi'nde bizleri kendi fantastik kurgularında yolculuklara çıkarmak yerine biraz da kendi hevesini okuruyla paylaşmak istediği için, kendisi yolculuğa çıkmayı sevdiği bir mitolojiyi incelemiş. Pek de şık ve güzel bir üslupla yapmış, sevdiği İskandinav tanrılarını, tanrılıktan çıkarıp kişileştirerek ve onları alışkın olduğumuz Gaiman karakterleri gibi anlatarak... İskandinav Mitolojisi'nde Yggdrasil'le başladığımız eğitimimizi Ragnarök'e kadar getiriyoruz, yaradılış mitinden dünyanın sonu kehanetine dek Gaiman bizi elimizden tutup soğuk diyarların puslu havalarında, hırçın denizlerinde gezdiriyor. 


    Bu kitabı, çevrilmeden okumayı kafama koymuştum ki beni çok da bekletmeden çevrilmişti. Ama o vakitlerde de bu kez sırasını kaybetmiş ve okunacak kitaplar listelerimde (ah, o hiç bitmeyen listelerde) iyice gerilere düşmüştü. Epey geç okuyabildiğim kitabı şimdi raflarımda en severek tuttuğum kitaplar arasında sayıyorum, tekrar tekrar dönüp bir şeylere göz atılıp yerine bırakılabilecek bir başucu kitabı denebilir kendisine çünkü, mitoloji anlatıları hiç bitmez, baştan sona dek bildiğiniz bir efsaneyi tekrar tekrar okusanız da o efsaneden mutlaka çıkaracak başka bir ders, alacak yeni bir ilham bulabilirsiniz. Bu yüzden eğer İskandinav tanrılarına özel bir ilginiz varsa mutlaka sizin de kitaplığınızda yer edinmesi gereken bir kitap bu, yok eğer hiç sizlik bir iş değilse Nordik hikayeler, Vikingler, paganlar, Odin, Thor ve Loki, eh belki de bu kitap size bu işleri sevdirecek yegane şeydir çünkü Neil Gaiman, efsaneleri bir mitolog ciddiyetiyle uzun uzadıya, sıkıcı tanımlar ve eski dillerdeki sagaların birebir çevrimiyle anlatmıyor, koskoca tanrıları kanlı canlı karşınıza getirip tüm sakarlıkları, kötü huyları, zayıf noktaları ve çaresizlikleriyle oturtuyor. Koca bir mitolojiyi bu kadar sade bir dille, kısaca özetleyebilmesi, Neil Gaiman'ın bu mitolojiyi çok iyi anladığını da ayrıca gösterir, ben kitabı okurken bir de Neil Gaiman'la sevdiğimiz bir şeyi paylaştığım için de heyecan duydum, yazar bir çocuk hevesiyle "Bakın ben şimdi anlatacağım şeyleri çok severim ve sizinle de paylaşmak istedim!" diyerek yazmış, biz de şanslı okurları olarak oturup kendi odalarımızda okumuşuz, ne güzel dünya.

16 Eylül 2020 Çarşamba

İnci Gibi Dişler: Şehrin Başka Yüzleri

 



    Zadie Smith, yıllardır "Gencecik ve çok şey vadeden, pırıl pırıl bir yazar!" tanıtımı ile gördüğüm, uzun süredir menzilimde olan bir yazardı. İlk romanı İnci Gibi Dişler, ona bu nitelikleri kazandıran romanı, kendisi bu romanı yirmi bir yaşında yazmış, ne güzel bir iş yapmış, bu kadar çok katmanlı bir romanı bu kadar güzel gözlemleme becerisiyle her karakteri iliklerine kadar gerçekliğini yansıta yansıta yazabilmek büyük bir başarı hakikaten. Hatta hakkında bu romanın ilk seksen sayfasıyla bir yayınevine başvurup yüklüce bir miktar avans aldığı ve "Lütfen bu romanı çabucak bitirip getirin de basalım!" diye teşvik aldığı rivayeti de mevcut ki bu rivayete kayıtsız şartsız inanabiliriz. Roman, en başından "Vay canına, ne okuyoruz böyle?" dedirtiyor çünkü. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinin en güzel şehirlerinden birinin kenar mahallelerindeyiz, mültecilerin yoğunlukta olduğu ve birbirinden dünyalar kadar farklı kişilerin bir araya geldiği bir ortamda ne kendi toplumlarının özelliklerini bir kenara bırakabilen, ne de gerçek birer İngiliz gibi yaşamayı becerebilen, tam anlamıyla arada kalmış iki aile ve bu ailelerin geçmişleriyle beraber kendilerinin yetiştirdikleri altsoylarının geleceklerini inceliyoruz Zadie Smith ile birlikte, ne olacak İkbal ve Jones ailelerinin halleri?

    Archibald 'Archie' Jones ile Samet 'Sam' İkbal, bir savaşta birlikte savaşmış iki arkadaş, "asker arkadaşları." Asker arkadaşlarının pek çoğu gibi kendilerini kan kardeş ilan etmişler ve birbirlerine her koşulda destek olacaklarına söz vermişler, üstelik olabilmişler de. Roman, Archie Jones'un intihar kararıyla başlıyor ve intihar etmeye karar verip bu kararından vazgeçtiği günün, kimi radikal hristiyanların dünyanın sonu olduğuna inandıkları bir yeni yıl günü olduğunu, sabaha karşı rastgele katıldığı bir Dünyanın Sonu Partisi'nde öğreniyor. Manyak bir roman girişi, öyle değil mi? Bu, romanın size sunacağı şeylerin yanında devede kulak olarak kalacak üstelik, dünyada ne ilginç şeylere inanan, ne garip ritüelleri olan toplulukların varlığıyla tanışacaksınız. Arada kalmışlığı, aile kavramını, evliliği, sadakati, romanın geçtiği tarihlerde çokça kenarda kalmış dini ve politik görüşleri, azınlıkların kimlik sorunlarını, toplumdaki genelgeçer güzellik kavramını, bu güzelliğe dair dayatılmışlıkların ergenlik çağındaki gençlere verebileceği zararı, ah en çok da ergenlik problemlerini, hepsini Zadie Smith o kadar incelikle, o kadar eğlenceli ve akıcı bir üslupla anlatmaya çalışmış ki roman ellerinizde akıp gidiyor. Üç farklı aile var gündemimizde: Jones ailesi, İkbal ailesi ve daha sonralarda karşımıza çıkacak bir de Chalfen ailesi, ki Chalfen ailesini ben inanılmaz biçimde Me and Earl and the Dying Girl * filmindeki aileye benzettim. Bu üç farklı aileyle birlikte önümüze "İyi aile nasıl olur?" ya da daha doğrusu "İyi aile var mıdır?" sorularını da bırakıyor Smith, bir ailenin çocuk sahibi olması oldukça kolay bir iş, peki bir çocuğu nasıl yetiştirmek gerekir? 

    Romanın çevirisi Mefkure Bayatlı'ya teslim edilmiş. Kesinlikle eleştirmeyeceğim çünkü çeviri de çok güzel, akıcı ve tertemiz bir şekilde ilerleyip hiçbir şekilde kötü olarak değerlendirilecek bir hale gelmiyor, Mefkure Bayatlı'nın işinin çok da ehli olduğu her anlamda belli. Ancak, Zadie Smith'in henüz yirmi iki yaşında yazdığı bu romanı 1943 doğumlu bir çevirmene teslim etmek, belki sadece bu anlamda yanlış bir tercih olabilir. Çünkü okurken bazı deyimlerin kullanılışında, bazı diyaloglarda aslında yazarın orijinal anlatıda kullandığı sözlerin, benzetme yaptığı konuların başka bir şey olduğunu sezebildim, biz sonuçta İngiliz filmlerini ve dizilerini günümüzde daha yoğun izliyor, İngilizce kalıplarla daha yoğun karşılaşıyoruz. Belki çoğu okur için önemsiz olabilecek minik bir ayrıntı, üstelik roman da sonuçta günümüz İngiltere'sinde de geçmiyor ama Zadie Smith'in biraz daha genç olan dili belki çeviride bir nebze kaybolmuş olabilir, bu tamamen benim, kitabı orijinal dilinden okumadan yaptığım ufak bir tahmin ve kesinlikle çevirinin kötü olduğu anlamına da gelmiyor.

    Uzun lafın kısası, benim gibi Zadie Smith'in adına epeyce rastlayıp da kendisinin yazdığı sayfaları elinde tutmamış olanlar, mutlaka İnci Gibi Dişler'e bir göz atsınlar, edebiyat dünyasına çok güzel bir giriş, çok iyi bir ilk roman, uzun ve ayrıntılı bir kan bağı anlatısı, bir yerinde bile sıkmadan, karakterlerin gerçekliğini buram buram hissettiren bir hayat kesiti. Çok güzel bir gözlem yeteneği, iyi bir kalem, Zadie Smith'in diğer romanları da artık görüldükçe alınacak romanlar kategorisine girdi.


* Me and Earl and the Dying Girl, 2015, Alfonso Gomez-Rejon

13 Eylül 2020 Pazar

Akhilleus'un Şarkısı: Truva Savaşı'na Bir de Bu Gözden Bakmak

 


    Madeline Miller ile, yine İthaki Yayınları'nın bizlerle bir araya getirdiği Ben, Kirke romanı ile tanışmıştım, çoğumuz gibi... Fakat Goodreads'te daha önceden Türkçeye de çevrildiğini gördüğüm ve okumayı zaten düşündüğüm Akhilleus'un Şarkısı'nı, İthaki Yayınları güzel bir tercihte bulunup yeniden basmaya karar vermiş, üstelik çevirmeni de meğer zaten Ben, Kirke'nin de çevirmeni olan Seda Çıngay Mellor imiş, bunu fark ettiğim anda bu baskıyı edinmeye de ben karar vermiştim. Çünkü kanımca Madeline Miller, antik Yunan efsanelerini, Seda Çıngay Mellor da Madeline Miller'ı çok iyi anlamışlar.

    

    Truva Savaşı'na ne kadar ilginiz var, hiç düşündünüz mü bilmem? Benim ilgim çok fazla, doğduğum ve büyüdüğüm topraklar, Truva Savaşı'nı izlemek için yeryüzüne inen tanrıların kendilerine birer zirve yükselttiği söylenen dağların eteklerinde. Homeros'un yeri gönlümde çok ayrı, Yunan mitolojisinin de. Hal böyle olunca çocukluğumdan bu yana Truva Savaşı'nın farklı farklı söylenceleri her zaman ilgimi çekti, öyle de güzel bir konu ki, hakkında okunacak anlatılar bitmek bilmiyor. İşte Madeline Miller'ın bu romanı, Truva Savaşı'na yine daha önce bakılmamış bir yerden bakıyor, Akhilleus'un sürekli yanında olan bir kişinin, çocukluğundan yetişkinliğine dek yaşadıklarını ve hissettiklerini bize aktarırken bizi de elimizden tutup Truva Savaşı'nın önce nedenlerine, sonra gelişimine ve sonucuna giden yollarda gezdiriyor. Akhilleus'un sürekli yanında olan kişi mi? Kendisi Patroklos olur. Şahsen Patroklos'un kim olduğunu ben çok da net hatırlamıyordum, yine İthaki Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmış hali basılan Kızların Suskunluğu * romanıyla aslında savaşta önemli bir rolü olduğunu hatırladım, sonra da bu kitabı okumak zaten mecburiyet haline gelmişti. Çoğu kişinin Truva'ya dair çoğu bilgisini aldığı Troy filminde Patroklos, Akhilleus'un kuzeniyken aslında çocukluğunda Akhilleus'un babasının yanına sürgün olarak gönderilen ve henüz çocukken Akhilleus'un önce en yakın arkadaşı, sonra yamağı, sonra da bazı mitologlara göre sevgilisi olan genç adam. İşte Madeline Miller da Patroklos ile Akhilleus'un ilişkisine bu yönden bakmayı tercih etmiş, üstelik bu derin sulara edebi anlatıya gayet uygun bir dille inmiş, ikili arasındaki ilişkiyi ne yalnızca dostluk, ne yalnızca cinsellik, ne de yalnızca aşk olarak inceleyip kurgulamış da hepsinin birden harmanlandığı ve ortaya kendine has, asla kopmayacak bir bağ oluşturan birliktelik çıkmış. Kurguyu Patroklos'un gözünden, henüz Akhilleus'la tanıştıkları çocukluğundan başlatarak da bu ünlü savaşı insani yönlerinden anlatabilmenin getireceği başarıyı garantilemiş. Zira Patroklos, bu efsanede ne ayırt edici bir niteliği olan, ne de savaşçı olarak bir üstünlüğü olan biri. Hiçbir tanrının oğlu değil, hiçbir özel gücü ya da benzersiz bir yeteneği yok. Sadece, Akhilleus'a hayranlık ve sadakat ile bağlı bir çocuk. Ve bu çocuğun kendisi de zorla bu savaşın içinde yer almak zorunda, hayranlıkla bağlı olduğu dostu da. Üstelik gidilmesi gereken savaş, ne kadar henüz savaşılmaya başlamadan efsane olacağı bilinen epik bir olay ise de aslında kan kokusu, ter, sıcak, pislik ve acıdan ibaret.


    Akhilleus'un Şarkısı'nı, Yunan mitlerine, Truva anlatılarına aşina olanlara da öneririm, bu anlatılara bir yerinden başlamak için de gayet uygun olduğunu da söyleyebilirim. Mitolojinin her yerinden yeniden kurgulanabilmeye açık olan yönünü çok seviyorum, Madeline Miller'ın bizlere başka mitleri de anlatmasını, bunları yeniden Seda Çıngay Mellor'un kaleminden kendi dilimizde okumayı da çok istiyorum açıkçası, bir okur olarak bu hevesli isteğime, bu kitabı okuyunca siz de katılırsınız eminim. 




* Kızların Suskunluğu, Pat Barker, İthaki Yay.

9 Eylül 2020 Çarşamba

Hafif Flu - Bir Fotoğrafçıdan Savaş ve Hayata Dair

 



    Merhaba, uzun zamandır kitap blogumuza yeni bir kitap hakkında yazmıyordum, sessizliği bozmanın zamanı, Robert Capa'nın otobiyografik anlatısı Hafif Flu ile geldi.


    Hafif Flu, orijinal adıyla Slightly Out of Focus, Robert Capa'nın bir savaş fotoğrafçısı olarak Normandiya çıkarmasına katılmasına dair hayatından bir kesiti bizlere tüm açıklığıyla sunduğu bir anlatı. Türkçeye geçtiğimiz haziran ayında Arda Altuntaş tarafından kazandırılmış ve Espas Yayınları tarafından basılmış bu anlatı, Capa'nın anlatısına paralel olarak o zamanlarda çektiği fotoğraflarla da zenginleştirilmiş olarak düzenlenmiş ve bu çok da güzel bir tercih olmuş:



    Kendi adıma Robert Capa ile tanışma hikayem oldukça kişisel bir şekilde, Alt-J adlı alternatif müzik yapan bir grubun Taro adlı şarkısı ile olmuştu. Şarkıya adını veren Gerda Taro ile Robert Capa'nın hayatlarının oldukça gizemli ve şiirsel bir dille ve kanımca çok güzel ve akılda kalıcı bir müzikle anlatıldığı güzelim şarkıyı dinlememin akabinde Robert Capa ve Gerda Taro, menzilime kalıcı bir şekilde giren iki isim haline gelmişti. Gerda Taro'nun adı, bu anlatıda yalnızca arka kapakta kalmaya mahkum olmuş zira anlatı, Robert Capa'yı Robert Capa yapan, hayatını şekillendiren, adını bile Capa olarak koyan Gerda Taro'nun ölümünden sonra, Robert Capa'nın New York'ta sadece sigara ve viski tüketerek hayatta kaldığı, "Sabahları yataktan kalkmak için bir nedenim kalmamıştı," diye bahsettiği günlerden başlıyor. Şahsi bir not düşmeliyim ki, bunu fark edince "Ah, Taro'nun adı sadece arka kapakta kalmış, olmaz ki?" demiştim fakat biraz düşününce Capa'nın, hayatında bu kadar önemi olmuş bir kadının ölümünü anlatmayı tercih etmemesini de çok anlaşılır buldum, hayatına dair süssüz, dürüst bir anlatıda yüzleşmek istemediği hatıralara yer vermemesi çok doğal geldi. 

    New York'ta, işsiz, aşık olduğu kadını bir savaş alanında kaybetmiş, hayatını otomatik vitese alıp sarhoş olarak geçiren bir savaş fotoğrafçısı, ne dilediğine dikkat etmeli olabilir; zira Robert Capa'ya sabahları yataktan kalkmak için bir neden, yine başka bir savaş alanına gönderilmesi ile veriliyor. Üstelik tam da başka bir savaş alanını fotoğraflamak için geçici olarak kurduğu yerinden, yurdundan ayrılırken anlatıda bolca yer verdiği başka bir kadınla da tanışıyor. Hafif Flu, Capa'nın savaş, dostluk ve aşk arasında kalmasının kendisinde yarattığı hisler üzerinden şekillenirken bir yandan da savaşın acımasızlığı ile bir savaşa dahil olmadan o savaşı fotoğraflamanın insana neler hissettirebileceğini bize neredeyse birebir yaşatıyor. 

    Robert Capa'nın, çok kısıtlı bir bölüm olarak anlattığı hayatı, bu kitaptakinden çok daha renkli aslında, mesela burada sadece Hemingway ile dostluklarına yer vermiş, Hemingway'le o kadar yakınlar ki kendisine Papa diye hitap edebiliyor, Hemingway ağır yaralı bir halde hastaneye kaldırıldığında Capa'ya haber verilmesini istiyor, Capa'nın kendisine Papa diye hitap ettiğini gören sağlık çalışanları onu Hemingway'in oğlu sanıyorlar ve ikisi de bunu bozuntuya vermiyor. Robert Capa'nın Hollywood aktör ve aktrislerinden, ünlü yazar ve ressamlardan oluşan arkadaş çevresinden sadece Hemingway bu anlatıya girebilmiş. Hafif Flu'yu, Robert Capa'ya özel olarak ilgi duyanlar zaten mutlaka okuyacaktır ama eğer Capa ile ilk olarak bu kitapla tanıştıysanız hayat öyküsünü daha ayrıntılı olarak araştırmanızı mutlaka tavsiye ederim. 

    Son olarak, Robert Capa'nın en çok bilinen sözünü de yazıya ekleyelim: "Bir savaş fotoğrafçısı olarak ömrümün sonuna kadar işsiz kalmak istiyorum," diyen sanatçı, hayatını Vietnam'da bir mayına basarak kaybetti. Bu kitapta da başka bir mayına basma hadisesini anlatmış, üstelik karikatürize ederek tasvir etmiş, ilgili satırları bu hadiseyi bilerek okumak gerçekten ilginç bir deneyimdi. Yazıyı bitirirken bir kez daha dinleyebiliriz, Capa ile Taro'nun anısına:




12 Eylül 2019 Perşembe

Bu Su, David Foster Wallace


 Bu küçücük, avuç içi kadar kitap aslında David Foster Wallace'ın bir üniversite mezuniyet töreninde yeni mezunlara yönelik yaptığı bir konuşmadan alıntıları içeriyor. Yarım saatte okunup bitirilebilecek olan konuşma, kapağında "Yaşama Uğraşına Dair Bir Yol Haritası" diye düşülen alt başlığından ziyade "Hayata hangi yönünden bakacağınız sizin elinizde," fikri üzerinde çeşitlenen öğütler ve örneklerden ibaret. 

 Kitabın ilginç adı, Wallace'ın konuşmaya başlarken anlattığı şu kıssadan geliyor: 


 David Foster Wallace'ın kendi yaşama uğraşında başarılı olamayışı ise bu kitaba bardağın boş tarafından bakılınca biraz ilginç. Çünkü gençlere yönelik bir söyleşide bu kadar güzel ve öz bir biçimde konuşup belki de kimilerinin hayatında yer eden bir iz bırakırken kendi hayatını intiharla sonlandırmış olması da bu kitapla ilgili acı ve düşündürücü bir konu sanırım, galiba depresyon hastalarının çoğu kendi sökükleri konusunda beceriksiz olmasına rağmen aslında yapılması gereken şeyleri bilen ve hatta bunları etrafıyla paylaşmaya çabalayan bilgeler, kim bilir. Ufacık tefecik ve içi dopdolu olan bu kitabı ben gönül rahatlığıyla tavsiye ederim çünkü içinde koşturduğumuz bu hayatla ilgili "Su da neyin nesi?" diyenlerin arasında olmak zaten zor, bari biz suyun ne olduğunu ara ara kendimize hatırlatalım.

19 Haziran 2018 Salı

Pelosium, Burak Erdoğdu


 Yerli bir bilim kurgu romanı olan Pelosium, zannedersem türün okuyucuları tarafından bile pek tanışılmamış bir kitap olarak türdeşlerinden biraz geride kalmış, fakat başarılı ve güzel bir romandı. Yazarı Burak Erdoğdu'nun ilk kitabı olan Pelosium, bir ilk roman olarak da oldukça doyurucu. Yer yer tekillikten, yapay zekadan, paralel evrenlerden, yer yer ise hologram teknolojilerinden, yeni elementlerden, kuantum fiziğinden bahsederken kimi yerlerde de siyasi kurgulardan, hatta bazı bazı Barbar Conan, Red Sonja türü kılıç - savaşçı - kürk fantazilerinden bahsediyor ve konuyu yine de dağıtmadan bir eksen etrafında tutmayı başarıyor. Daha detaylandırılmış ve bir seri halinde hazırlanmış olsaymış belki bir Dune serisinin yerli versiyonunu andıracak bir seriye sahip olma ihtimalimiz olurmuş diye düşündüğüm bazı sayfalar bile oldu açıkçası.

 Dünya, Son Konvansiyonel Harp sonrasında dönmeyi bırakmış, Asya kıtası dışındaki kıtalar yaşanmaz hale gelmiş, Asya da Karanlık Ülke, Aydınlık Ülke ve Alacakaranlık Ülke diye üçe bölünmüş ve hükmedilen insanlar bu üç ülkeden birinde yaşamak zorunda oldukları sıkı bir kast sisteminde hayatta kalmaya çalışmıştır. Adil adlı kralın hükümdarlığındaki Dünya, bir felaketin daha eşiğinde iken Dünyalıların haberi bile olmadan Zenith adlı gezegendeki ferah içinde yaşayan, üstün teknolojilere sahip zeki canlılar tarafından kurtarılmış, Adil'e Zenithli bir elçi kendilerini kurtardıklarını bildirerek peloisum adlı elementlerini Dünya'ya tanıtmış, Dünya'nın bir nevi izdüşümü oldukları için Dünya'nın refahının da kendilerini ilgilendirdiğini anlatarak Adil ile dost olmuştur. Dünyalılar kullanımı sınırsız olan pelosium elementi ile tanışmaya hazır mıdır, yoksa değil midir, işte hepsi yukarıda saydığım bunca olay örgüsü etrafında kurgulanıyor.

 Kitap, Roza Yayınevi tarafından basılmış, ülkede bilim kurgu yazarlarının işlerinin ne kadar az tanınır olduğu düşünülünce Burak Erdoğdu'nun bu kitabının bu kadar az tanıtılmış olması beni şaşırtmıyor. Bilim kurguyu anadilinizde okumanın daha değişik bir tadı var, Burak Erdoğdu, roman boyunca bir çeviri roman okuyormuşsunuz gibi hissettirmiyor, hatta aksine, hiç de zorlama olmayan bir biçimde yer yer Osmanlıcadan Türkçeye geçen eski sözcükler de gözünüze çalınıyor, ya da benzetmeler özellikle su gibi akıp gidiyor, kitapta hayatımızda var olmayan hiçbir alışkanlığa yapılan bir gönderme olmayınca, benzetmeler ve cümle yapıları anadilimizde her gün kullandığımız şekilde olunca yazar hakikaten çok akıcı bir okuma deneyimi sunuyor. Türü sevenlerin göz atmasını içten bir biçimde önereceğim kitabı özellikle Dune serisini sevenlere ayrıca paslıyorum.

13 Mart 2018 Salı

Kesişen Yazgılar Şatosu, Italo Calvino


 Italo Calvino, eserlerini çok merak ettiğim bir yazardı, birçok kitabının adını duyup konusunu okuduğumda ilgimi çekmişliği var. Kendisiyle tanışmak bu kitapla denk gelen bir anı oldu ama esas merak ettiğim kitaplarına mutlaka göz atmam gerek, bu kitapta Italo Calvino'nun öykücülüğüne dair ipuçları yakalanabiliyor olsa da kitabın ilginç yapısı nedeniyle yazarın hayal gücü ve kurgusuna dair çok bir veri elde edemiyoruz. Kitap çok ilginç hakikaten, Italo Calvino kitabın başında uzunca bir önsöz ile yazım sürecini anlatmış. Tarot kartlarıyla ilgilendiği bir dönem kimi kartları rastgele sırayla önüne açıp onları hikayeleştirerek bu kitabı oluşturmaya başlamış, açıkçası bir yazar için çok tatlı bir yöntem, üstelik böyle şeyleri edebiyatla ucundan kıyısından ilgilenen hepimiz yaparız ya, işte bu "hikayeleştirme" işinin somutlaşmış hali de bu kitap. Epeyce bir süre kendisi için daha özel yere sahip kartları öykülerin merkezine oturtup yan öyküler için de rastgele kartlar açarak her öykünün ucundan kıyısından birbiriyle bütünleşmesini amaçlamış ancak bir süre sonra işler içinden çıkılmaz bir hal almış, sayısız kombinasyon var ve ana karakterler olarak belirlediği kartlar sayılı iken Calvino aynı öyküleri tekrar tekrar baştan yazıyormuş ve sonunda artık bu kitaptan kurtulmuş olmak için "Olduğu kadar..." diyerek bastırmış, bunu da samimiyetle anlatmış. "Artık bu kitabı tamamlamalı ve başka öyküler, başka anlatılar için önüme bakmalıydım..." diyor. 

 Konu yukarıda anlattığım gibi olunca, başta "Tarotla ilgilenmeyen biri için hiçbir şey ifade etmeyecek bir kitap..." hissiyatı verebilir, ben de bundan korkuyordum ancak Calvino, kendisinin de tarota karşı çok özel bir ilgisinin ve hatta tarotla ilgili pek bilgisinin olmadığını da anlatmış, yalnızca çok temel bir - iki destenin yaratılışı ve çizimiyle ilgilendiğinde o destelerdeki desenlerin (ki bu kart desenlerine sanırım arkana deniyor) hikayelerini anlatabileceğini hissetmiş, yoksa tarot falı bakmayı da bilmezmiş, tarot kartlarının kendi içinde anlattığı hikayeleri de. Bunu "Tarot kartlarına, o kartları okumayı bilmeyen birinin gözünden bakmaya çalıştım, böylece çizimlerden kendi hayal gücüme dayanan hikayeleri ayıklamak daha kolay olacaktı," diye anlatıyor. Gerçekten de öyle de yapmış, çoğu hikayede bir kartın anlamı değil, kartın üzerindeki desenin arka planındaki orman, örneğin bir karttaki şövalye karakteri değil de o şövalye karakterinin elindeki kılıç ya da şövalyenin arkasındaki bir dere hikayede kullanılırken kartın esas anlamı olan soyut kavram hikayenin içinde hiç kullanılmadan geçilmiş. Yani kitabı okumak için temel bir tarot bilgisine sahip olmaya gerek yok. Öyküler birbirinden bağımsız olsa da birinin bittiği yerde diğeri başlayabiliyor ya da ortak öğelere sahip öyküler var, bu yüzden kitabı rastgele açıp içinden bir öykü seçip okumak yerine sıralı bir şekilde baştan sona okumak gerekiyor, zaten yazarın yolunun bir şatoya düşüşü ve öykülerin nasıl anlatılmaya başlandığı gibi bir girizgah da var, o girizgahı okumadan rastgele bir öykü okumak sıkıntılı olacaktır. Muhtemelen tarota ilgisi olanların da daha keyif alacağı gerçeği söz konusu, bizim aldığımız keyif biraz havada kalsa da bazı yerlerde üzerinde ayrıca durulan belirli kartların tarot falındaki anlamını öğrenmek için internetten kartı araştırdığımda hikayeler için hiç de önemi olmadığını gördüğümde Italo Calvino'nun şakacı bir kişiliği olduğunu da düşünmedim değil.
Related Posts with Thumbnails